Arama

27 Şubat 2007 Salı

An Inconvenient Truth (2006)

***** http://www.climatecrisis.net *****

Konusu şöyle; Al Gore son seçimlerde oğul Bush'a karşı demokratların başkan adayıydı. Politik kimliğinin yanısıra Al Gore tüm dünyayı dolaşarak küresel ısınmanın etkileri ve buna karşı yapılabilecekler konusunda seminerler veriyor. Amacı Amerikan halkını ve dünyayı bu konuda bilinçlendirmek olan bu seminerlerden birini yan hikayelerle birlikte izliyoruz.

Ne anladım; bazı kısımlarında belgesel Al Gore için propaganda halini alsa da çok önemli şeylerden bahsediyor. Film sonuçta umut vermeye çalışsada bahsedilen rakamlara ve görüntülere bakılırsa hızla felakete sürükleniyoruz ve bütün bunları ikinci dünya savaşından bu yana 60 yıl gibi bir sürede becermemiz inanılmaz. En azından tüm galaksiyi etkileyecek gücümüz yok henüz ve muhtemelen bir elli yıl içerisinde dünya etrafına pek zarar veremeden cehenneme dönüşecek sonrasında ısınma soğuma ile kendi dengesini kuracak. Biz de insan olduğumuzdan utanmakla kalacağız.

Aklımda kaldı; güneşten gelen ışınımlar atmosfere girer, toprağa ulaşır, sonra bir kısmı yansıyarak geri dönermiş. Atmosferdeki co2 birikimi bununda bir kısmının geri dönmesini engellermiş, bu sayede de atmosferin ısısı belirli bir derecede kalabiliyormuş. Ama bu co2 miktarının aşırı artışı geri dönen miktarın azalmasına sebep oluyormuş ve dolayısıyla sıcaklıklar artıyormuş bu da küresel ısınma oluyormuş. Bunun Futurama'dan alınan bir animasyonla anlatıldığı kısım etkileyici. Buzullara ulaşmak için onlarca kilometre yüzen kutup ayılarının son zamanlarda yüzme mesafelerinin artmasından dolayı boğulma vakaları. Kurbağayı kaynar suya atarsan zıplar ve kaçar ama soğuk suya koyup yavaşça ısıtırsan öylece oturur, ta ki "kurtarana" kadar esprisi güzeldi. (Bunun aslı "pişene kadar"dır ama Al Gore insanlığın durumu hakkında o kadar karamsar olmadığını belirtmek için değiştirmiş. Zaten umutsuz olsa niye yapsın ki bu kadar semineri)

Sonuç; ölümcül hastalığa yakalanmış biri hakkındaki dramalara benziyor. Hastanın adı "Dünya", hastalığın adı "İnsan". Mutlaka izlenmeli

27 şubat salı gecesi evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0497116/

26 Şubat 2007 Pazartesi

Stranger Than Fiction (2006)

***** Herkes bir binadan aşağıya atlamayı düşünür *****

Konusu şöyle; hayatını bir şablon içinde yaşayan, yatacağı kalkacağı dakikalar, diş fırçalarken yapacağı hareketler, yolda atacağı adımlara kadar cetvelle çizilmiş olan vergi memuru Harold Crick bir gün gaipten sesler duymaya başlar. Bir kadın sesi Harold'un hayatını anlatmaktadır. Kadın; Kay Eiffel isimli meşhur bir yazardır ve her romanında ana karakteri öldüren yazar son romanında yazar tıkanması yaşamaktadır. Harold hayatını kurtarmak için yazarı aramaya başlar.

Ne anladım; bembeyaz dairesinde yazar Eiffel, Bruce Almighty'de Morgan Freeman'nın canlandırdığı siyah tanrıya benzer şekilde kadın tanrı ama adı konmamış. Son eserinin de kahramanını öldürecek çünkü zaten her hayatın sonunda ölüm var, tüm enerjisini ona daha ilginç ve kabul edilebilir bir ölüm bulmaya adıyor. Harold'ın köşeye sıkışmış, yalnız, modern ama mutsuz insan çemberinden kurtulması için illa ki birinin ölümden bahsetmesi gerekiyor. Will Ferrell Melinda ve Melinda'dakine benzer sakin bir oyun sergiliyor geneldeki abartılı oyunculuğuna nazaran. Aynı şekilde gardiyan/asistan rolünde Queen Latifah'da en sakin oyununda. Maggie Gyllenhaal süper. Truman Show, Eternal Sunshine Of the.. türevinden ilginç bir fikir üzerine kurulu bir film.

Aklımda kaldı; Harold'ın hayatının nasıl kurallara bağlı olduğunu anlatmak için sağdan soldan sürekli ölçü ve rakamların çıkması. Harold'ın yeni öğrendiği gitarla Whole Wide World'ü çaldığı sahne. Kızın yaptığı kurabiyeler aklımdan çıkmadı.. Finalde kendi ölümünü okuyup başka şekilde bitemez bu kitap dediği çözümü de beğendim. (Çocuğu kurtarması gerekiyor falan..)
Replik: Little did he know that this simple seemingly innocuous act would result in his imminent death.

Sonuç; çok beğendim

26 şubat ptesi akşamı izledik.

http://www.imdb.com/title/tt0420223/

25 Şubat 2007 Pazar

Letters from Iwo Jima (2006)

**** Sevgili Iwo Jima ****

Konusu şöyle; 2005 yılında Iwo Jima adasında yapılan arkeolojik incelemeler sırasında tepelere kazılmış tüneller ve bunlardan birinde yere gömülü mektuplar bulunur. Bunların hikayesini izlemek üzere 1944'e, bu adada yapılan ve savaşın dönüm noktası olan çatışma günlerine döneriz.

Ne anladım; Clint baba, geçen sene Flags Of Our Fathers ile beraber toplam 4.5 saatlik savaş filmi çıkarttı, tabi bunlara savaş filmi denebilirse. Sürükleyici, aksiyona dayalı bildik savaş filmleri değil bunlar. Karakterler belirleyip onların geçmişlerini ve neden burada olduklarını anlatan tahlil çalışması daha çok. Diğeriyle artarda çekilen bu film, bu sefer aynı olayın Japonya tarafını anlatıyor. Diğer filmde Amerikalıların o dönemdeki ekonomik sıkıntılarını görmüştük, bu sefer Japonların içinde bulunduğu sefaleti, kaybedecekleri belli olan bir savaşı ve öleceklerini bilerek geçirdikleri son günlerini izliyoruz. İlk filmle karşılaştırırsak daha da ağır tempolu, ilk tüfek atılması filmin ellinci dakikasında oluyor. Yalnız filmin bir yerinde koptum; gözleri kör olup kendini vuran askeri general sandım, sonra generalin kendisi başka bir yerde çıkınca iyice kafam karıştı. Neyse o benim dikkatsizliğim sonuçta filmi bağlamaz.

Aklımda kaldı; öyle bir rengi var ki filmin, elini sürsen is bulaşacakmış gibi. Bir grup askerin onurlu ölelim diye el bombalarıyla kendilerini havaya uçurdukları sahne. Gene sahilde ama bu sefer boş Iwo Jima sahilinde, güneş batımıyla final. Ken Watanabe, General rolünde, Kezunari Ninomiya da Saigo rolünde süperler.

Sonuç; savaş çok kötü birşeydir. Tıpkı cehalet gibi (cenk erdem'in One yorumundan)

24 şubat ctesi merve ile capitolde izledik.. salon 13

http://www.imdb.com/title/tt0498380/

Tenacious D: The Pick of Destiny (2006)

*** Yeni Spinal Tap ***

Konusu şöyle; JB (Jack Black) ruhunda rock ateşi yanan bir çocukken duvardaki posterden gelen vahiy ile evden kaçıp California'ya gider. Burada kimsenin iplemediği KG(Kyle Gass) 'den büyük bir müzisyen olmak için eğitim alır. İkili şeytanın dişinden yapılmış ve dünyanın tüm rock ilahlarının elinden geçmiş olan Kader Penasının peşine düşer.

Ne anladım; Jack Black sinemanın en hareketli komedyenlerinden. Rock müziğe de kafayı takan eleman daha önce School Of Rock'da yaptığı gibi standart bir hikayeyi alıp, onu normal kabul edilenin dışında öğelerle bezeyip bir hikaye anlatıyor. Mesela; filmin başında kazandığı bir beceriyi sonda kullanması gerekiyor, bu filmde o sahnede dizlerinin üzerinde yerden kayma becerisi oluyor. Filmin girişi çok başarılı bir rock opera, sonra biraz Karate Kid'den biraz Clockwork Orange'den devam ediyor. Yapımcı Ben Stiller ve Tim Robbins yardımcı küçük rollerde.

Aklımda kaldı; En başta animasyon şeklinde bu ikisinin dolby ses reklamlarıyla dalga geçtikleri kısım. Meatloaf'un katı dindar baba rolünde olduğu ve duvardaki posterden Dio'nun canlanarak katıldığı giriş bölümü. KG akustik gitarla klasik parçalar çalarken JB'nin abuk sabuk sözlerle eşlik ettiği ilk karşılaşmaları. JB'nin aletiyle lazerleri durdurduğu sahne. En son yazılardan sonra bir başyapıt kaydettikleri sahne.

Sonuç; müthiş başlıyor ama çok fazla tuvalet mizahına kayıyor .

24 şubat ctesi sabah izledim

http://www.imdb.com/title/tt0365830/

19 Şubat 2007 Pazartesi

Little Miss Sunshine (2006)

*** A real loser is someone who's so afraid of not winning he doesn't even try ***

Konusu şöyle; bir aile; kişisel gelişim konularında kitap yazıp ailesine de pozitif düşünme konusunda baskı yapıp otoriter olmaya çalışan baba, aileyi bir arada tutmaya çalışan anne, uyumsuz ağabey, daha da uyumsuz dede, Proust konusunda bir numaralı otorite olan ama erkek arkadaşı terkedince intihara kalkışan "loser" profesör dayı. Ailenin küçük kızı Olive bir yenetek yarışmasına davet edilince hep beraber bir minibüse doluşup yola koyulurlar.

Ne anladım; "There are two kinds of people in this world, winners and losers" diye başlıyor babanın konuşmasıyla film. Banliyöde yaşayan tipik olmayan bir Amerikan ailesi. Belirli kuralları robot gibi takip edip "başarılı" olmaya kafayı takmış baba üstelik bu konuda "kaybeden"leri eğitmek ile hayatını kazanmaya çalışıyor. Yayımcısının kazık atması ile dünyası altüst olan baba başta olmak üzere tüm acaipliğiyle "aile", küçük kızlarını yetenek yarışmasına yetiştirmeye çalışırken sürpriz gösterisinin ne olduğunu bile öğrenmeye çalışmıyor, sonunda şaşırıyorlar ama birbirlerini kabullenme konusunda çok yol aldıklarından belki de ilk kez tam bir aile oluyorlar.

Aklımda kaldı; bir durunca bi daha zor çalışan, vurdurarak çalıştırdıkları vosvosla kızı benzinlikte unutup almak için geri döndükleri ama durmadan havada kaptıkları sahne. Dayı rolünde Steve Carrell.

Sonuç; niye bu kadar abartıldığını çok da anlayamadım ama iyi.

Evde izledik, ocak'taydı galiba

http://www.imdb.com/title/tt0449059/

16 Şubat 2007 Cuma

Casino Royale (2006)

**** Hep poker hep poker. Bi bölümde de king oynasın Bond ****


Konusu şöyle; ilk Bond hikayesi, yani Bond'un doğuşunu farklı bir yorumla izliyoruz tekrar. Terör örgütlerinin mali işlerine bakan Le Chiffre, yüklü bir miktarla kendince yatırım yapar ve batırır. Geri kazanabilmek için onbeş milyon dolarla on kişinin oynayacağı bir poker turnuvası düzenler. Onu ele geçirmek isteyen çiçeği burnunda ajan Bond ve asansörlere sığmayan egosu, para kaynağı yeni Bond kızı Vesper ile Karadağ'a gelir.

Ne anladım; Prag'da başlayıp arada Madagaskar, Bahamalar, Karadağ, Londra'yı falan dolaşıp Venedik'te nihayete eren zengin bir Bond öyküsü. İlk sahne siyah beyaz, burada meslek hayatının ikinci cinayetini işleyen elemanımızı Chris Cornell'in sesinden bu filmin tema müziği karşılıyor. Sonraki sahne zaten mükemmel. Bond bir zenci taşıyıcıyı kovalıyor inşaat tepelerinde ve sahne sanki X-Men'den çıkmış gibi, insanlık dışı çeviklik gösterisi. Daniel Craig rolüne cuk oturuyor, M rolünde Judi Dench bu kez daha çok görünüyor. Soğuk savaş hikayeleri bırakılmış, cep telefonlu sahneler var artık. Senarist Paul Haggis (Crash, Million Dollar Baby) öncekilerin dışında bir alanda çok başarılı iş çıkarmış gene. Sonlara doğru biraz düşüyor temposu. Finalden önce durulur ya Bond filmleri, bu kez neredeyse tamamen duruyor bitti sanıyoruz.

Aklımda kaldı; filmde birçok Bond klasiğinin çıkış noktalarını görüyoruz; meşhur içkisi Vesper, kendini tanıttığı repliği. Chiffre'nin Bond'a işkence sahnesi (cıscıbıl soyup koca halatla vurduğu, Bond'un da neşe saçtığı) Venedik'teki final sahnesi.

Sonuç; beklentileri fazlasıyla karşılıyor

16 şubat cuma gecesi merveyle evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0381061/

15 Şubat 2007 Perşembe

Spider Forest - Geomi Sup (2004)

*** Karmaşık bir polisiye ***

Konusu şöyle; bir orman evinde iki ceset bulan Kang Min aynı zamanda katili de görür, onu kovalar ama yakalamak üzereyken dayağı yer. Daha sonra da bir arabanın altında kalır ve beyin sarsıntısı geçirir. Olayı hatırlamakta zorluk çeken Kang Min polis arkadaşıyla beraber neler olduğunu çözmeye çalışır.

Ne anladım; sürprizli bir polisiye film. Kayıp Otoban'ı anımsatan sahneler ve dönüşler mevcut, ama ona göre daha anlaşılabilir bir film. Yani ben anladığımı sanıyorum en azından. Güney Kore kaliteli popüler film sineması üreten bir ülke, buradan çıkan filmler başarılı olursa hollywood alıp tanınmış oyuncularla yeniden çeviriyor bu sefer onlar bir amerikan hikayesini yeniden çevirmiş gibi. Uzakdoğudan çıkan filmlerin ortak noktası haline gelen, karakterlerden birinin geçmişinin sonlarda ortaya çıkması, çocukluktan bir hikaye bu filmden de eksik değil.

Aklımda kaldı; adama araba çarptığı sahne sayesinde Adapazarı yolunda geçtiğimiz tünelde hep bu film aklımıza gelecek heralde.

Sonuç; koreden babam çıksa izlerim

15 şubat perşembe akşamı evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0407821/

Welcome to Dongmakgol (2005)

**** Mesajlı savaş karşıtı film ****

Konusu şöyle; kuzey ve güney Kore sınırında savaş tüm hızıyla sürerken kaybolup birliklerinden ayrı düşen 2 kuzey koreli, 3 güney koreli, uçağı düşen bir Amerikalı, tüm olaylardan soyutlanmış şekilde yaşayan Dongmakgol isimli küçük bir köyde beraber bir dönem geçirmek zorundadırlar. Birbirlerine düşmanlıklarını başta unutamayan ekip zamanla kaynaşır.

Ne anladım; Tarafsız Bölge (No Man's Land) nin daha kalabalık kadrolusu. Bir Disney filmi havası hakim filme, neşeli neşeli giderken arada bir kroşe geçiriveriyor izleyiciye, finalde de nakavt edip bırakıyor.

Aklımda kaldı; erzak deposunun havaya uçup gökten mısır pörtleği yağdığı sahne.

Sonuç; müthiş

5 şubat pazartesi evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0475783/

Hollywoodland (2006)

*** Superman dönmüyor, ölüyor ***

Konusu şöyle; televizyon dizilerinde oynadığı Superman rolüyle meşhur olan George Reeves 1959 yılında, bir gece yatak odasında ölü bulunur. Görünüşe göre arkadaşlarıyla oturmuş, eğlenmiş sonra da üst kata çıkıp kendini vurmuştur. Bir kaç hafta sonra Louis Simo isimli detektif Reeves'in annesi tarafından olayı araştırması için tutulur. Bir taraftan geri dönüşlerle Reeves'i o geceye getiren olayları izlerken diğer taraftan da Simo'nun bu olay çerçevesinde onu anlama ve olayı çözme çabalarını takip ederiz.

Ne anladım; bir olaya farklı açılardan bakıldığında farklı hikayelerin çıkabileceği üzerine kurulu filmlerden. İntihar eden oyuncu sektörün kalantor adamlarından birinin karısı ile beraberdir, ama Reeves'in aynı zamanda yeni bir sevgilisi de vardır dolayısıyla adam da kadın da işlemiş olabilir cinayeti. Öte yandan Reeves sinemaya geçmeye çalışmaktadır, ama formunu ve kendine güvenini kaybetmiştir yani kendini de vurmuş olabilir. Üst düzey oyuncu kadrosuna rağmen amaçsız bir hikaye var ortada. Kimi takip edeceğimizi şaşırıyoruz ve bir süre sonra film kopuyor. Henüz izleyemediğim Black Dahlia'ya benziyor gibi hem görsel hem konu olarak ama ona göre daha anlaşılır.

Aklımda kaldı; Superman dizisinin çekimlerini gösterdiği yerler; iple uçurmaya çalışmaları, Reeves'in Çelik Adamım ben diyip pantalonunu indirdiği sahne komikti. Yatak odasında tavandaki kurşunun bir sonraki sahnede güneşe döndüğü geçiş şıktı bi de.

Sonuç; film bitiyor ve "ee noldu şimdi" diyip kalıyoruz

14 şubat çarşamba gece merveyle izledik

http://www.imdb.com/title/tt0427969/

13 Şubat 2007 Salı

Confidence (2003)

*** Alıştık böyle dolandırıcılara ***

Konusu şöyle; Jake Vig (Edwards Burns) küçük bir dolandırıcı çetesinin başında numaralar çevirerek idare ederken mafya babasının para taşıyan elemanına numara yapınca başı derde girer. Biz de tüm hikayeyi geri dönüşlerle izleriz.

Ne anladım; çok sıkı oyuncu kadrosu var. Rachel Weisz, Dustin Hoffman, Paul Giamatti.. bunları bir arada görünce tam şenlik var dedim ama hikaye son zamanlarda benzerleri çok yapılanlardan çıktı. Daha ilk sahneden bir tahmin yapsanız tutuyor, izleyiciye bambaşka bir şey gösterip sonunda "hee demek öyleymiş" dedirtmeye çalışan filmlerden sıkıntı geldi artık. En baba örneği Sting (Belalılar) olan, House Of Games, Ocean's Eleven tarzı "dolandırıcı" türünde filmlere ortalama bir örnek.

Aklımda kaldı; Dustin Hoffman çok kendine güvenli değilmiş gibi görünen, bir anda parlayan, dengesiz mafya babası King rolünde gene çok iyi.

Sonuç; böyle kadrolu bir filmden daha çok şey bekliyor insan

8 şubat perşembe gecesi evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0310910/

Das Leben Der Anderen (2006)

**** Vicdanlı telekulak ****

Konusu şöyle; 80'lerde Doğu Almanya'da rejim karşıtı olanları takip eden, gerektiğinde sorgulayıp bilgi almaya çalışan ve işinde başarılı bir memurdur gizli ajan Wiesler. Kültür bakanı, sosyalist camiada ünlü oyun yazarı Dreyman'nın sevgilisine göz koyunca Wiesler onların evini dinleme ve yasadışı faaliyetleri varsa bulmak ile görevlendirilir. Kendi kupkuru yaşantısının yanında bu dünyayı görmek onu derinden etkileyecektir.

Ne anladım; Almanyanın 2006 için yabancı film dalında oscar adayı olan, adı sanırım "Başkalarının Hayatları" manasına gelen bu film güçlü bir drama. Alman sineması; Untergang (Hitler'in son günlerinin anlatıldığı), Tünel gibi yakın tarihine döndüğü filmlerle belirli bir görsel tutarlılık ve hikaye anlatım tarzını oturtmuş durumda. Burada hikaye daha kişisel, bir kişinin yaratabileceği farklılık üzerine düşündürüyor. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım deseydi ne olurdu?

Aklımda kaldı; soğuk savaş döneminde politik tehlike olarak görülen insanların gizlice dinlenmesi ve takip edilmesine ait istihbarat kayıtlarının duvarın yıkılmasından sonra halkın incelemesine açılması ne güzel bir hareketmiş. Adamlar çok yanlışlar yapıyorlar ama en azından biraz kendileriyle hesaplaşıyorlar sonrasında.

Sonuç; tarafsız ve tutarlı bir politik film

4 şubat pazar evde merveyle izledik

http://www.imdb.com/title/tt0405094/

The Sound Of Music (1965)

***** When the dog bites, when the bee stings *****

Konusu şöyle; Manastırda yaşama uyum sağlayamayan hayat dolu Maria, yedi çocuk sahibi Georg Von Trapp'in evine çocuklara dadılık yapmaya gider. Disiplin sağlamak için çocuklarını asker gibi yetiştirmeye çalışan Kaptan Von Trapp'le ve çocuklarıyla başta zorlanan Maria daha sonra hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline gelir. İkinci Dünya savaşı döneminde geçen hikayenin geçtiği Avusturya Nazi işgaline uğrar ve aile giderek zor duruma düşer.

Ne anladım; hikaye tabii ki çok tanıdık geliyor. Çocuklar dadılara işkence yaparlar ama bu sefer anlaşabilecekleri biri gelir hikayesi Ayşecik serisine kadar defalarca kullanılan bir hikaye olmuştur. Ama burada West Side Story'nin de arkasındaki isim olan Robert Wise mükemmel bir müzikalde bu hikayeyi kullanıyor. 3 saate yakın süresiyle görkemli, ortasında (Doktor Jivago ve Arabistanlı Lawrance gibi) antrakt arası olan bir filmden bahsediyoruz. Genelde stüdyolarda yapılmış müzikallere alışık olduğumdan gerçekten açık havada, kırda bayırda koşturarak şarkılar söyleyen oyuncular görmek değişik bir deneyim. Dönemdaşları gibi politik durumu arkaplan olarak kullanan, ciddi sonuçlar çıkarmaktansa moralleri yüksek tutmaya çalışan ama bunu da iyi beceren bir film.

Aklımda kaldı; do-re-mi, edelweiss, how do we solve a problem like maria başta olmak üzere filmdeki tüm şarkılar.

Sonuç; ben seviyom müzikalleri

12 şubat pazartesi akşamı merveyle evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0059742/

Cool Runnings (1993)

**** Eins, zwei, drei ****

Konusu şöyle; yüz metreyi on saniyenin altında koşabilen Leon olimpiyat seçmelerinde şanssızlık yaşar ve giremez. Babasının yakın arkadaşı, bobsled antrenörü Irv'ü (John Candy) bulup kış olimpiyatlarına girmeye kadar verir ve olimpiyatlarda şaşkınlıkla karşılanan ilk Jamaika'lı Bobsled ekibini kurmaya çalışır.

Ne anladım; 1988 Calgary kış olimpiyatlarda yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilip çekilmiş. Bir walt disney filmi; kendine güvenirsen başarırsın, kazanmak değil yarışmak önemlidir gibi klişeler eksik değil ama hakikaten komik bir film. İlk defa soğuktan da öte kar ve buz gibi kavramları gören çıplak popolu sıcak iklim insanları. John Candy filmin sağlam oyuncusu. Tanrılar Çıldırmış Olmalı geldi aklıma, o tatta. Pazar sabahı aile eğlenceliği. Ne demeye türkçe adı Üşütük Popolar hiç anlamamıştım zamanında da..

Aklımda kaldı; I feel very olympic today. How about you?

7 şubat çarşamba gecesi merve ile izledik

Sonuç; çok eğlenceli

http://www.imdb.com/title/tt0106611/

12 Şubat 2007 Pazartesi

Talk Radio (1988)

**** Stone Amerikan Medyasını Sorguluyor ****

Konusu şöyle; Barry Champlain (Eric Bogosian) radyoda sohbet programı sunucusudur. Arayanlarla kaba konuşur, suratlarına kapatır telefonu, genelde sinirlidir (birilerini hatırlattı mı?) Programının yerel radyodan ulusal yayına alınması ihtimali çıkar. Radyo kanalı programını inceleyip karar vermesi için birini gönderir, patronu da biraz dikkatli olmasını ister. Barry bildiği gibi program yapmaya devam etmekte ısrarlıdır.

Ne anladım; politik doğruculuk gibi kavramlara pek takılmayan bir radyo sunucusunun nasıl bu işe girdiğini, karısı ile ilişkilerinin gelişim ve bitişini, işinde nasıl buralara gelebildiğini geri dönüşlerle izlerken bir yandan da daha büyük ve popüler olmak adına kendinden ödün verip vermeyeceğinin hikayesini izliyoruz. Bogosian kendi yazdığı oyunda döktürüyor. Oliver Stone büyük kısmı bir radyo istasyonunda geçen hikayeden yüksek tempolu bir film çıkartmış. Scrubs dizisinin Dr. Cox'u burada sunucunun teknik yardımcısı rolünde akılda kalıcı. Alec Baldwin patron rolünde bildik oyunculuğunu sergiliyor ama çok genç (ee 20 yıl öncesi). Sunucunun programını dinleyenlerin neredeyse tamamı adamdan nefret ediyor, tehdit ediyor. Düşünce özgürlüğünün sınırlarının şiddetle çizilmesi konusunun sadece bizim sorunumuz olmadığını görüyoruz.

Aklımda kaldı; filmin finaline doğru Barry'nin bu işi neden yaptığına dair dinleyicilerine yaptığı konuşması filmin derdini özetleyen bir sahne ve son olay da Amerikada bile böyle oluyor ve havlayan köpek ısırıyorsa bizde haydi haydi normal dedirtti.

Sonuç; Oliver Stone'nun kaliteli işlerinden.

7 şubat çarşamba tek başıma evde izledim

http://www.imdb.com/title/tt0096219/

Flyboys (2006)

*** Amerikalılar uçmayı öğreniyor ***

Konusu şöyle; Birinci Dünya savaşına Amerika girmemiştir henüz, uçaklar yeni gelişmeye başlamıştır. Bir grup Amerikalı genç uçak kullanmak hevesiyle gönüllü olarak Fransız ordusuna girer ve Lafayette birliğinde önce eğitim alırlar, sonrasında savaşta yer alırlar.

Ne anladım; filmi Tony Bill diye bir adam yönetmiş, uydurma gibi isim. Gerçek bir birlik ve olaydan yola çıkılmış hikayede. Teknolojinin gelişmesi ve hemen insanlık aleyhinde kullanılmasını görüyoruz ama tabii filmin derdi bu değil. Pearl Harbour, Top Gun tarzında bir film.

Aklımda kaldı; pilotları uçuşa hazırlamak için dönen sandalye üzerinde biraz çevirip sonra düz bir tahta üzerinde yürümelerini istedikleri ilkel bir eğitim vardı. Olayın başlangıcı buymuş demek ki.

Sonuç; izledikten sonra tipik Hollywood çöpü diye burun kıvırmakta mümkün, eh işte eğlendik demekte, sonuçta unutulacağı kesin.

2 şubat cuma günü Volkan ve Yeşim'le izledik. Projeksiyonda ilk izlediğimiz film oldu

http://www.imdb.com/title/tt0454824/

Flags Of Our Fathers (2006)

**** Eastwood kahramanlık kavramı üzerine düşünüyor ****

Konusu şöyle; İkinci dünya savaşının sonlarına doğru Amerika, savaşına para desteği bulmakta zorlanmaktadır. Iwo Jima'daki bir muharebenin kazanılmasının ardından bir bayrak dikilme sahnesi resmedilir ve bu resim ülkede bir moral kaynağı olur. Tesadüfen oluşan bu karede yer alan askerler ülkelerinde kahraman olarak gösterilip propaganda malzemesi olarak kullanılırlar, ancak gerçek biraz farklıdır.

Ne anladım; Eastwood Iwo Jima da gerçekleşen savaştan iki hikaye bulmuş ikisini de çekmiş iki ayrı filmle. Gösterime giren ilki olan bu filmde savaştan Amerika tarafından bir hikaye anlatılıyor. Bir grup asker gerçekte ne olduklarına bakılarak değil bir imaja değer verilerek el üstünde tutuluyor. Finaldeki çekim (bayrak hikayesinin ardından hepsinin denize girerek şakalaştıkları ve adım adım kameranın geri çekildiği) ve onun üzerindeki final konuşması, savaş, medya ve halkın nasıl manipülasyona açık olduğu, savaşlarda cephedeki askerlerin aklında bir millet, bayrak gibi kavramlardan çok arkadaşlarını korumak güdüsünün kahramanlığın temeli olduğunu söyleyen, kısacası bunlar üzerinde seyirciyle beraber düşünen bir film bu. Hikaye Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'u hatırlattı bana.

Aklımda kaldı; bu elemanları bir savaş sahnesinde, bir çatışmada, gece bir tepeye yaklaşırken ve tırmanırken izliyoruz bir süre. Sonra en tepeye vardıklarında kamera gerçi çekiliyor ve görüyoruz ki aslında bir amerikan futbolu stadyumunda kurulmuş platodalar ve maçtan önceki halkı gaza getirecek gösterilerini yapıyorlar, patlama sesleri aslında havai fişekleri, efektler yanıp sönen stadyum ışıklarıdır.

Sonuç; tekrar eden sahneler rahatsız ediyor biraz da uzun süresi sıkıntıya sebep oluyor ama gözardı edilemeyecek bir film

Sinemada izlediydik

http://www.imdb.com/title/tt0418689/

Crank (2006)

*** Biraz yavaş be kardeşim ***

Konusu şöyle; profesyonel katil Chelios bir sabah uyanır ve birkaç saat önce vücuduna zehir enjekte edildiğini öğrenir. Vücuduna adrenalin pompalandığı sürece hayatta kalacaktır.

Ne anladım; çok yorgundum, uyuklarken bir film izlerim diye başladım filme, panik atak geçiriyordum. Vin Diesel'in oynadığı XXX kategorisinden bir tam aksiyon filmi. Arabayla, motorla, paraşütle, hastane önlüğüyle, ereksiyonuyla her türlü hareket mevcut filmde. Metabolizmasını hızlandırmak burun spreyinde de bulunan epinefrini kullandığı, sonra sokaklarda yarı çıplak deli danalar gibi koşturduğu sahneler filmin akılda kalıcı, eğlenceli kısımlarından.

Aklımda kaldı; amcanın kalabalık caddede adrenalin üretebilmek için kız arkadaşıyla seviştikleri ve "Daha spontan yaşamak istiyorum diyordun ya" dediği sahne.

Sonuç; sıkı aksiyon filmi

10 şubat cumartesi evde yayılarak izledik

http://www.imdb.com/title/tt0479884/

The Prestige (2006)

***** Prestij Meselesi *****

Konusu şöyle; Robert Angier ve Alfred Borden beraber çalışan iki sihirbazdır. Borden'ın gösteriye heyecan katma tutkusu Angier'ın sevgilisinin ölümüne sebep olunca birbirlerine düşman olurlar ve uzun yıllar boyunca birbirlerinin kuyusunu kazmaya ve diğerinden daha iyi bir illüzyonist olmaya çalışırlar.

Ne anladım; Christopher Nolan, Memento isimli şaheseriyle en azından benim kitabımda ulu yönetmen kategorisinde yer alan bir şahsiyet. Bu sefer yine kardeşinin yazdığı, roman uyarmasını almış gene mükemmel bir film yapmış. Film boyunca bir Angier'in bir Borden'ın tarafını tutuyoruz, gözlerimizle gördüklerimize inancımız giderek azalıyor, kendimden şüphe ediyorum. Tesla'yı oynayan David Bowie başta olmak üzere karakterlerin her biri etkileyici şekilde zihnimize kazınıyor. Insomnia ile tempo kaybeden, Batman ile bambaşka bir yöne sapan Nolan tekrar başladığı zirveye geri dönmüş.

Aklımda kaldı; Algiers gösterisini dublörüyle yapar ama sonuçta seyircilerin önünde kalıp alkışlara selam veren dublör olur. Algiers de sahnenin altında kendisini göremeyen seyircileri hayalinde selamlar. Gerçek işi yapıp da takdiri başkasının almasına güzel bir örnek.

Sonuç; bu sene bundan iyi film görmedim daha.

Sinemada izlediydik

http://www.imdb.com/title/tt0482571/

Departed (2006)

**** Köstebek isimli film enflasyonu var ****


Konusu şöyle; Frank Costello (Nicholson) İrlanda mafyasının güçlü ve acımasız liderlerindendir. Şebekesini ayakta tutmak ve polise karşı gücünü arttırmak için henüz küçük bir çocukken Colin Sullivan'ı himayesine alır, okutur, polis olmasını sağlar. Sullivan büyüyünce polis içerisinde güçlü bir konuma gelir. Billy Costigan ise iyi bir polis olmak isteyen ama ailesinin kötü şöhretinden dolayı suçsuz olmasına rağmen polis teşkilatından atılmak üzere olan biridir. Ona da Costello'nun çetesine sızıp muhbirlik yaparak şerefini temizleme ve hayatını kurtarma şansı verilir. Farklı iki kolda birbirine zıt iki truva atının yolları ister istemez kesişir.

Ne anladım; Scorsese bu sefer çok iş yapan bir uzakdoğu filminin yeniden çevrimine el atıyor. En baba filmi Goodfellas (Sıkı Dostlar) kulvarında bir hikayeyi almış, çok iyi oyuncularla çevirmiş. Süresi biraz uzun ama sıkmıyor. Caprio konusundaki ısrarı ile her beraber çalışmaları daha iyiye gidiyor. Orijinal film bir üçleme, Internal Affairs isimli filmin 2 tane de devam filmi mevcut, insan onları merak ediyor. Orijinal hikayede yokmuş ama Mark Wahlberg'in oynadığı Dignam isimli küfürbaz polis filmde en akılda kalıcı eleman.

Aklımda kaldı; finalde penceredeki fare. Bir de Dignam'ın bozuk ağzıyla sürekli birilerine çatması.

Sonuç; Goodfellas'ın yerine geçemez ama çok iyi.

Sinemada izlediydik

http://www.imdb.com/title/tt0407887/

You, Me and Dupree (2006)

**Dupree-ness o kadar da gerekli değil**

Konusu şöyle; Carl Petersen (Matt Dillon) Molly ile yeni evlenmiştir. Molly'nin babasının (Michael Douglas) devasa şirketinde çalışan Carl, yakın dostu Dupree evsiz, işsiz ve yalnız kalınca kısa bir süreliğine kendisinde kalmasına izin verir ama Dupree kısa sürede onun hayatını altüst eder.

Ne anladım; Ben Stiller, Adam Sandler, Rob Schneider familyasının bir tarzı var. Çok yeni değil fikir; eski romantik komedilerin günümüz koşullarına uyarlanması. Bir adam vardır, duygusal bir dönemeçtedir, yeni evlilik gibi. Çok sağlam arkadaşları vardır. Bir şekilde olaylar kahramanın aleyhine gelişir, iyice kötü yerlere gelir. Paralelde skeçler izleriz. Birbirlerinin filmlerinde misafir oyunculuk yapar bu oyuncular. Bu filmlerin bazılarında yan hikayeler, skeçler gerçekten komik olur bazılarında da sıkıcı. Hikayenin orijinalliği gibi kaygılar olmaz bu filmlerde, daha çok akılda kalıcı komik sahneler ve karakterler varsa iyidir. Dupree formülün pek işlemediği filmlerden. Matt Dillon, Ah Mary Vah Mary'de şaşırtıcı şekilde zirvedeki bir komedide oynamıştı. Bu film o ayarda değil senaryonun zayıflığından dolayı. Teknedeki rüya, rampadan kayarken geçirdikleri kaza sahneleri haricinde pek birşey kalmadı aklımda filmden. One Night At McCool's un seviyesine daha yakın.

Aklımda kaldı; Dupree iş görüşmesinde:

- Bize biraz kendinizi anlatın Bay Dupree.
- Sosyal biriyim ve iyi iletişim kurarım. Hayattan zevk almak konusunda kararlıyım. Görev adamı olduğum söylenemez. Ben robot değilim. Her işe sürebileceğiniz birini arıyorsanız, o kişi ben değilim. Çalışmak için yaşamıyorum. Tam tersine. Yaşamak için çalışıyorum. Aklıma gelmişken, Kolomb Günü çalışıyor musunuz?
-Evet, çalışıyoruz.
-Sahi mi? Adam Yeni Dünya'yı keşfetti. Japonlara Karşı Zafer Gününü
sormaya çekiniyorum. Eddie, Telefonun var En azından denedik, değil mi? Çok teşekkürler. Anlıyorum. Özgeçmişimi alıyorum. İzninizle.

Sonuç; öldürecek bol vakit varsa çekilebilir.

11 şubat pazar gündüz evde

http://www.imdb.com/title/tt0463034/

Oyun (2005)

****Tiyatro mu yapsak****

Konusu şöyle; 2003 yılında Mersin Aslanköy'de bir grup kadın, kendi yaşamlarından esinlenip sorunlarını anlatacak bir tiyatro oyunu hazırlayıp sergilemek için uzun süreli bir çalışmaya girerler. Köy öğretmeninin yönlendirmeleri ile dışarıdan bakınca birbirinin aynı ama aslında hiç benzemeyen dokuz kadın bir amaç için bir araya geliyor.

Ne anladım; bu kadınlar öyle şeyler söylüyor, öyle kelimeler kullanıyorlar ki sık sık bir köylü böyle konuşamaz diye düşündüm, sonra da utandım kendimden, niye yapamasınlar ki. Kadınların sorunlarını dert edinen bir film için çok güzel bir çıkış noktası. Bu işe giriştikten sonra bu kadınların kocalarıyla da köyleriyle de ilişkilerinde ciddi bir değişim gözlenebiliyor. Bir gösterinin, oyunun hazırlanışı ile ilgili filmlerde film ilerledikçe oyunun da adım adım gelişmesi çok başarılı verilmiş, oyunun finalinin filmin finaline başarıyla gelişi de film içinde film için güzel bir örnek olmuş.

Sonuç; oyuncuların performansı gerçekse de kurmacaysa da bravo.

11 şubat pazar kıvanç, idil ve aslı ile onların evinde izledik. Projeksiyonu götürdüm

http://www.imdb.com/title/tt0466916/

El Laberinto Del Fauno - Pan's Labyrinth (2006)

***** Tadından yenmez *****

Konusu şöyle; İkinci dünya savaşı yıllarında İspanyadayız. Başta faşist rejim var, askerler baskı ile halkı eziyor. Halkın içerisinde direniş oluşumu gerilla taktikleriyle varlığını sürdürmeye çalışıyor. Hayatları pahasına hizmetçi, çalışan kılıklarında casuslar direnişe destek olmaya çalışıyor, yakalananlar işkenceden geçirilip öldürülüyor. Carmen hamile, doğum yapmak üzere, yeni kocası bu orduda subay, zalim ve kötülüğün sınırlarını aşmış Yüzbaşı Vidal. İlk kocasından 10 yaşlarındaki kızı Ofelia ile Yüzbaşı Vidal'le beraber yaşamak üzere yeni kasabalarına geliyorlar. Carmen'in amacı kendisinin ve çocuklarının geleceğini koruyabilmek. Yüzbaşı ise adını geleceğe taşıyacak bir erkek çocuk peşinde. Kitap kurdu Ofelia şekilde değiştiren çekirge/peri şeklinde bir yaratık sayesinde yeni evlerinin arkasında fantastik bir dünyaya geçip yaşama fırsatı bulur. Ama kapıyı tutan Pan isimli bekçinin bir şartı vardır. Önce kendisine verilen 3 görevi sorgulamadan, başarıyla yapması gereklidir.

Ne anladım; faşizm, şiddet ve savaş insanları haketmedikleri yaşam şartlarına sürüklüyor. Çocukların temsil ettiği masumiyet de bu durumdan nasibini alıyor. Burada bir çocuğun bütün bu olumsuzluklarla başetmek için sığındığı fantastik bir dünyaya tanıklık ediyoruz. Bu kız yeni Natalie Portman olur mu bilemem ama onun Leon'daki haline benziyor bayağı. Guillermo del Toro bu ikinci dünya savaşına takmış kafayı. Hellboy'da o dönemde ortaya çıkan sorunlu bir süper kahramanı izlemiştik. Yine önceki filmlerinden birinde aynı dönemdeki faşist rejimin fonda olduğu bir hikaye anlatmıştı. Bu filmde de başta Harry Potter benzeri birşeyler izleyecekmişiz gibi başlıyor, sonra zalim yüzbaşının tavşan avladığı gerekçesiyle yakalanan iki adama girişip ağız burun dağıttığı sahne ile uyanıyoruz. Irreversible'daki intikam sahnesini hatırlatan o sahne ile birlikte bir masal izlediğimizin, ama bu masalın çocukları kandırmak için anlatılanlardan değil, büyükleri uyandırmaya çalışan masallardan olduğunun farkına varıyoruz.

Aklımda kaldı; Yüzbaşının saatini çıkarıp "Oğluma bu saati söyleyin" dediği ama kimsenin takmadığı sahne.

Sonuç; çok beğendim.

10 şubat cumartesi Tolga ve Şölen'le bizde izledik. It's a wonderful life'tan bahsettik, onu bulup izlicek bi ara