Arama

fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2010 Cumartesi

Time Traveller's Wife (2009)

** Cıbıl zaman yolcusu **

Konusu şöyle; genlerindeki bir anormallikten dolayı sürekli zamanda yolculuk eden kütüphaneci Henry (Eric Bana) üstüne bir de evlenir.

Ne anladım; Tattoo ile dikkat çeken, Flightplan ile Hollywood'a giriş yapan Robert Schwenke bir acaip film çekmiş. Roman uyarlaması olan bu hikaye Jumper'ı anımsattı ve aynı onun gibi giderek dağılan ve toparlanamayan bir fikir yumağı hissi bıraktı. Adam zamanda yolculuk yapıyor, küçük bir kızla tanışıyor ve zamanla onun gelecekteki karısı olacağını anlıyor ve kur yapıyor, kendi annesinin öldüğü trafik kazasının oraya gidiyor ve kendisine yardım ediyor ama bu yolculuklar kendi kontrolünde değil. Nihayetinde zamanda yolculuk senaryoda fantezi ya da bilimkurgunun bir parçası değil romantizmin herhangi bir nedene dayandırılmayan desteği olarak kullanılıyor ki ben pek kafamda oturtamadım bu yaklaşımı ve ısınamadım. Öyle cıscıbıl zamanda yolculuk yaparsan evlenmesen bile en azından kolay arkadaş edinirsin. Belki bu hikaye kağıt üzerinde iyidir ama film olarak anlam ifade etmiyor.

Aklımda kaldı; polis arabasının arka koltuğuna tıkıldığı sahne. Av sahnesi.

Sonuç; bu nedir yahu

27 şubat cumartesi günü izledik

6 Ekim 2009 Salı

A.R.O.G. (2008)

*** Tahta tabi. Zoruna mı gitti? ***

Konusu şöyle; dünyaya gelip pişman olduğunu söyleyen komutan Logar (Cem Yılmaz) Arif'i (Cem Yılmaz) kandırarak zamanda bir milyon yıl geriye gönderir. Arif bu zamanda hızlıca medeniyetin adımlarını ilk insanlara atlatarak zamanını geri dönmeye çalışır.

Ne anladım; Cem Yılmaz gene Ali Taner Baltacı ile beraber bu devam filmini yönetiyor. Doğal olarak karşılaştırabileceğimiz ilk filme göre teknik kalitesi hayli yüksek, senaryo da karşılaştırılamayacak kadar iyi. En azından uzun bir süre iyi. İki saati aşkın süresi filme fazla geliyor ve en büyük sıkıntı son bölümü oluşturan futbol maçı. Tasarım ve uygulamada teknik bir sıkıntı yok ama amaçsız ve sıkıcı. O bölüm komple atılıp doğrudan finale bağlansa daha iyiymiş denilecek kadar sarkan ve anlamsız bir bölüm. Ancak filmin girişinin ve hızlıca keşiflerin üzerinden geçilen bölümlerin hakkını vermek lazım. Arada çok yetkin olmasa da sinema referanslarıyla bezeli mizahı ağır kaçmış olabilir genel izleyiciye ama filmin toplamına bakınca dünya değil Türk izleyicisine yönelik esprilerin ağırlıkta olması ve evrenselleşememiş mizah iki tarafa da yaranamamakla sonuçlanıyor, bu kadar eleştiri almasının sebebi de tarafına karar verememiş olması. Bir karakter üzerine kurulu filmde birkaç absürd espri, birkaç durum esprisi, arada düşme kalkma gibi akla gelen tarzlar arasında dolaşmak da tutarlılığından götürüyor.

Aklımda kaldı; Arif'in filmin başında Logar'ı dükkanına girerken görüp levyesi için taksi çağırdığı sahne gibi esprilerden çok daha olsaydı keşke.

Sonuç; fena değil.

6 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1286126/

25 Eylül 2009 Cuma

Ghosts of Girlfriends Past (2009)

*** Love is magic comfort food for the weak and uneducated! ***

Konusu şöyle; mümkün olduğu kadar çok sayıda kadınla birlikte olmak gibi bir yaşam felsefesine sahip olan fotoğrafçı Connor Mead (Matthew McConaughey) kardeşi Paul'un (Breckin Meyer) düğünü için eve döner, ancak amacı onu bu yanlış karardan vazgeçirmektir. Düğünün organizatörlüğünü çocukluk arkadaşı Jenny'nin (Jennifer Garner) yaptığı malikane Connor'un yakınlarda ölen amcası Wayne'e (Michael Douglas) aittir ve kısa bir süre sonra kendisine tüm kalbini kırdığı kız arkadaşlarını izleten hayaletler görmeye başlar.

Ne anladım; fantastik film geçmişi olan Mark Water'ın bu hikayesi de bir noel hikayesi gibi isimlerle bildiğimiz yaşamının bir döneminde geçmişinde yaptığı kötülüklerle yüzleşen ve geleceğini yapayalnız sevilmeyen biri olarak tamamlayacağının farkına varan adamı anlatıyor, ama bu şablonu bir aşk hikayesine uyguluyor. Açıkçası fragmanından bile her şeyini anlayabildiğimiz ve gereksiz görünen bir hikaye bu ama olumlu yanları sayesinde izleniyor. Öncelikle Douglas'ın yarattığı amca karakteri iyi özelliklerinden. Diyaloglar hiç fena değil. Senaryoda karakterin değişimi gibi noktalar çok üstünkörü olmasına ve Brad karakterinin önemli bir çatışma yaratacağını düşündürürken aniden ortadan yokolması gibi falsolara rağmen en azından şimdiki zamanın çok dışına çıkmaması ve fantastik öğelerin çok göze sokulmadan bütünlüğe katılması gibi başarıları da var. Breckin Meyer yüzünden sanırım, Connor pençeleri olmayan bir Garfield'ı hatırlatıp durdu bana.

Aklımda kaldı; Time After Time eşliğinde romantik montaj. Gökten dökülen eski sevgililerin gözyaşları, peçeteleri ve kullanılmış prezervatifler.

Sonuç; felaket değil

24 eylül perşembe gecesi izledik

2 Ağustos 2009 Pazar

The Fall (2006)

***** Googly googly begone *****

Konusu şöyle; meyve toplarken kolunu kıran ve bir süre hastanede bakım altında tutulan beş yaşındaki Alexandria (Catinca Untaru) alt katta bir çekim sırasında kız arkadaşını etkilemek için tehlikeli bir sahne deneyen dublör Roy Walker (Lee Pace) ile tanışır. Roy küçük kıza 6 adamın bir kötü adama karşı mücadelesini konu alan fantastik bir hikaye anlatmaya başlar.

Ne anladım; Tarsem Singh The Cell ile çok parlak bir çıkış yapmıştı. Orada bir seri katil hikayesinin inanılmaz renkli sahnelerle bir masal gibi anlatan yönetmenin tarzını çok daha iyi kullanan, bu sefer alttaki hikayenin de çok iyi olduğu bir film var burada. Guillermo Del Toro (Pan's Labyrinth) ya da Tim Burton'ı (Big Fish) anımsatan tarzı bir yanıyla da Monty Python hissi veriyor. Kız oyuncunun çok doğal oyunu normal zamanda geçen hikayeyi masaldan daha fazla merak etmemize sebep oluyor. SPOILER Önce bu masalın anlatılması motivasyonunun adamın kızı kendisine intihar edebilmesi için gereken ilacı getirtmek için bir numara olduğunu öğreniyoruz. Zamanla kızın hikayeyi sahiplenmesi finalde hikayeyi kötü bitirmesi gereken adamın "Bu benim hikayem" kızgınlığı karşısında gözyaşları içerisinde "Ama benim de" demesine kadar geliyor. Afişinin esinlendiği Dali resimlerinin havasında sahnelerle dolu olmasına rağmen tüm çekimlerin yerinde yapıldığı ve bilgisayar özel efektlerinin kullanılmadığı söylenmiş ki inanılmaz.

Aklımda kaldı; ameliyatın temsil edildiği mükemmel stop motion sahne. Girişte yedinci semfoni eşliğinde sonradan kaza olduğunu öğrendiğimiz tren köprüsü sahnesi. M-O-R-P-H-I-N-3. Kelebek adası

Sonuç; çok iyi

2 ağustos pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0460791/

15 Mayıs 2009 Cuma

X-Men Origins : Wolverine (2009)

*** Not All Those Who Wander Are Lost ***

Konusu şöyle; küçük bir çocukken amcası sandığı kişiyi öldüren parmak eklemlerinden kocaman kemikler çıkan Logan (Hugh Jackman) amcaoğlu sandığı Victor Creed (Liev Schreiber) ile birlikte önce kaçak hayatı yaşarlar, ardında kendileri gibi mutantları çeşitli görevlerde kullanan bir ekibe katılırlar.

Ne anladım; x-men üçlemesinin ardından başlangıç hikayesi anlatılmak için seçilen ilk karakter karizmatik wolverine. Yönetmen seçimi ilginç, tıpkı Finding Neverland'in yönetmeni Marc Forster'ın bir bond filmi yönetmesi gibi, güney Afrika'da geçen bir ergenlik dramasının yönetmeni olan Gavin Hood'un bu fantastik film için seçilmesi kulağa garip geliyor. Girişteki savaşlar kısmı ile insanı koltuğunda doğrultan hikaye sonrasında pek o seviyede fikirlerle desteklenmiyor. Aslında birbirinden kopuk bölümler gibi görünmesi senaryodan mı yönetimden mi kaynaklanıyor karar veremedim. Kırsaldaki yaşlı çifte sığınan çıplak adam bölümünün finalde kocaman bir bacanın üzerinde Star Wars'daki ikiye bir dövüşü anımsatan bir aksiyonla aynı filmde bulunması gibi sonradan düşününce ton uyuşmazlığına sahip çok sahne var. Ancak Ryan Reynolds'un konuşabildiği sahnelerdeki muzipliği, Liev Schreiber'in Sabertooth olarak role çok uygun seçimi gibi doğru taşlar sayesinde ilgiyle izleniyor gene de.

Aklımda kaldı; başlangıç jeneriklerinde bütün belli başlı savaşlarda görev alırken ikiliyi gösteren mükemmel sekans. Wade Wilson'un çenesi ile ilgili espriler.

Sonuç; idare eder.

13 mayıs gecesi sinemada izledik

http://www.imdb.com/title/tt0458525/

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Twilight (2008)

** So, you and Cullen... I don't like it. He looks at you like you're something to eat. **

Konusu şöyle; Bella (Kirsten Stewart) bir süre yanında kalmak üzere babasının yanına taşınır. Buradaki lisede başlayan Bella, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı soluk benizli Cullen ailesinin yakışıklı oğlu Edward (Robert Pattinson)'a önce ilgi duyar, sonra giderek tutkulu bir şekilde aşık olur. Bu ailenin vampir olması da kızı hiç etkilemez.

Ne anladım; çok satan roman serisinden filme çekilen bu ilk film sonrakilerin de ardında geleceğinden emin bir ticari girişim. Sonsuz aşk kavramını bir çekici, yakışıklı vampir ve onunla birlikte olmak için en kötüsünü göze alabilecek kadar seven bir genç kız ikilisi üzerinden ele alan hikaye en iyi ihtimalle fantastik bir arkası yarın olarak nitelendirilebilir. Bir olaydan çok durumu anlattığı söylenen kitapları sevenler için hayalgücünü canlı olarak izleme fırsatı ile kitabın yanında ilginç olabilir ama pek ilgi çekmeyen hikayesi ve uzun süresi içine girmeyi zorlaştırıyor.

Aklımda kaldı; ışık hızıyla arabadan kurtarma sahnesi.

Sonuç; olmamış

3 mayıs pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1099212/

27 Nisan 2009 Pazartesi

The Spirit (2008)

*** Toilets are always funny! ***

Konusu şöyle; Denny Bolt (Gabriel Macht) kaç kurşun yerse yesin bir şekilde ölemeyen bir süper kahraman polistir. Rüyalarında sürekli yanıbaşında olduğunu hatırlatan ölümden uzak dururken gençlik aşkı, mücevherat sevdalısı Sand Saref'in (Eva Mendes) Ahtapot (Samuel L. Jackson) ile giriştiği mücadelede taraf olmaya çalışır.

Ne anladım; Spirit, Will Eisner isimli önemsenen bir çizgi romancıdan Frank Miller tarafından sinemaya uyarlanan ünlü bir karaktermiş. Hem işin arkasındaki kişiler hem de görüntülerinden dolayı Sin City ve 300 filmleri ile yapılan kıyaslamalar ezici bir şekilde bu filmin aleyhinde işliyor. Okuduğum çok sayıda eleştiride izleyicilerin ilk yarının bitmesini bekleyemediklerini belirtmesi çok şaşırtıcı, çünkü her ne kadar çok ahım şahım bir hikayesi olmasa da çizgi roman uyarlaması fantastik bir filmden beklentileri bu derece ters köşeye yatıracak bir başarısızlık da göremedim. Bahsedilen filmlerden ayırıcı yönü klasik anlatıların aksine iyice "kitsch"leştirilmiş, yüzeysel karakterlerin ve çok derinlikli olmayan hikayesinin senaryoyu iyice boşlayıp göze hoş görünecek sahnelerle doldurulması olduğu söylenebilir. "Benim şehrim, ben onun ruhuyum" zırvalıklarıyla örülü dış ses, Ahtapotun yarattığı isimleri -os ile biten elemanların komiklikten ziyade zevzeklik gibi durması, Jackson'un abartılı, Johansson'un tutuk, Macht'ın pasif oyunculukları biraz kendisini ciddiye alan bir filmde çok negatif olarak görünebilirdi ama burada genel seviyenin üzerine çıkan hiç bir yanı olmayınca tutarlılığı bozan bir yan yok. Buradaki sıkıntı, öncesinde Sin City'i Lucky Number Slevin'i izlemiş birisi için bu filmde yeni bir şey yok, üstelik de kendisini tekrar eder gibi görünen süresi iyi ayarlanmamış sahnelerden oluşuyor. En yakın durduğu film Dick Tracy, onu anlamsız bulmuştum, ama bundan nefret etmedim.

Aklımda kaldı; çamurlardaki kafaya klozet geçirmeye varan kavga sahnesi.

Sonuç; beklenmedik bir şeyle karşılaşmadım

http://www.imdb.com/title/tt0831887/

17 Şubat 2009 Salı

The Curious Case Of Benjamin Button (2008)

**** We all end up in diapers ****

Konusu şöyle; çok yaşlı bir bedende dünyaya gelen ve bu sırada annesi de yaşamını yitiren bebek babası tarafından bir huzurevinin kapısına bırakılır. Burada evin yardımcısı tarafından büyütülüp annelik edilen Benjamin'in (Brad Pitt) normal bir insanın tersine her geçen gün gençleştiği görülür.

Ne anladım; kısa bir öyküden Eric Roth tarafından uyarlanan senaryo David Fincher tarafından aktarılmış. Çok geniş olanaklar vaadeden bir fikirden yola çıkan senaryo hikayenin çatısını bir aşk hikayesi üzerine inşa edince yenilikçi olma şansını kaybeden klişe yüklü bir yola saplanmış. Hastanede ölmek üzere olan yaşlı bir kadının kızına anlattığı anılar gibi Titanik de dahil çok benzerini gördüğümüz bir anlatım aracını kullanması hiç yakışmamış. Filmi zorlama bir şekilde epik yapma çabaları da, sarhoş kaptan, kısa boylu zenci karakterleri ile izleyicinin filmle bağ kurmasını çok kolaylaştırmayan yan hikayeleri de hikayenin iyice sığlaşmasına sebep oluyor. Hayatta başına neler geleceğini bilemezsin gibi boş özlü sözleri de çok kullanması sıkıcı. Bunların yanında çok olumlu yönleri de var; filmin önüne çıkmayan ama mükemmel şekilde destekleyen görsel efektler hiç bir anında gördüklerimizin yapay olduğunu düşündürmüyor. Tüm bir görsel efekt teknolojisinin nihayetinde bunları bu kalitede yapabilmek için geliştirildiğini düşündüm izlerken. Brad Pitt de oyunculuk ve tip olarak filmin vaadettiği zor yükü kolayca sırtlıyor. Netice itibarıyla yaşam, ölüm ve hayatta yapabileceklerimiz üzerine bir şeyler söyleyen yer yer etkileyici bir çalışma.

Aklımda kaldı; Tilda Swinton'ın canlandırdığı Abbott karakteri ile gece buluşmaları filmin en incelikli sahneleri. Üzerine yedi yıldırım düşen adam. Our lives are defined by opportunities, even the ones we miss.

Sonuç; bir kez denenir.

15 şubat pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0421715/

26 Ocak 2009 Pazartesi

Cronos (1993)

**** Ölümcek ****

Konusu şöyle; 1535'de bir simyacı ölümsüzlük sağlayan bir alet yapar ve bir heykelin içine saklar. Heykel yaşlı bir antikacı olan Jesus Gris'in (Federico Luppi) dükkanına gelir ve torunu Aurora (Tamara Shanath) ile tesadüfen aleti bulurlar. Ölümcül hastalığın pençesindeki zengin De La Guardia (Claudio Brook) aletin kullanım klavuzuna sahiptir ve bulduğu her benzeyen heykeli satın alarak aleti bulmaya çalışır. Yeğeni Angel (Ron Perlman) yaşlı antikacının dükkanını bulur.

Ne anladım; günümüzdeki fantastik sinemanın önemli isimlerinden biri haline gelen Guillermo Del Toro'nun (Blade II, Pan'ın Labirenti, Hellboy serisi) ilk filmlerinden. Vampir hikayesinin ölümsüzlük temasını ön plana çıkaran hikaye aynı zamanda yönetmenin artık her filminde görülebilen öğelerini içermesiyle de ilgi çekici. Küçük bir kız çocuğu, içerisinden çalışmasını izlediğimiz ufak makinalar, deriyi döküp beyaz bir cilde sahip olan yaratık gibi. Hikayenin çok özgün olmamasına rağmen filmi ilginç kılan, karakterlerin duygusal boyutları ile derinlik kazanması. Jesus'un artık ömrünün son dönemine yaklaşırken birden istemeden de olsa ölümsüzlüğe kavuşması ama buna karşı ödemesi gereken bedele karşı çelişkileri, Aurora'nın dedesini korumaya çalışması, yeğen Angel'in tek beklentisinin amcanın ölüp servetini kendisine bırakmasına kadar zaman geçirmek olması. Del Toro'nun hem görsel hem fikirsel temalarının kökenlerinin görülebileceği başarılı bir çalışma.

Aklımda kaldı; tuvalet zemininden kan yalama sahnesi. Makinanın örümcek gibi kollarının çalışıp ilk kez Jesus'a sapladığı sahne.

Sonuç; iyi

23 ocak cuma günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0104029/

8 Aralık 2008 Pazartesi

Vidocq (2001)

*** Dijitalle çekilmiş dönem filmi kılığında fantastik polisiye ***

Konusu şöyle; 1830 yılında, Parisin göbeğinde bir cam üretim yerinde detektif Vidocq (Gerard Depardieu) kimliği belirsiz, yüzünün yerinde ayna ve fantastik güçlere sahip olan bir hayalet tarafından öldürülür. Onun hayat hikayesini yazmakta olan Boisset (Guillaume Canet) kitabını bitirmek için onun araştırdığı son suç dizisinin peşine düşer.

Ne anladım; Pitof isim ya da lakaplı yönetmenin Jean Christophe Grange'nin yazdığı hikayeyi görselleştirdiği bir devrim sonrası Fransa hikayesi ve yazarın ününe uygun olarak gerçeküstü öğelerle bezeli bir polisiye. Romanlarından birine benzetmek gerekirse zaman olarak olmasa da öğelerden dolayı Taş Meclisi'ni seçebilirim. HD ile çekilen ilk uzun metraj ya da uzun metrajlardan biri olan hikayenin 1800 lerde geçmesi yadırgatıcı geliyor çünkü genelde o dönemin insanlarını arasında dolaşan kameraların gözüyle izlemeye alışık değiliz. Nihayetinde oluşan bir suçun ardından bir konudışı karakterin değişik insanlarla konuşarak adım adım gerçek hikayeye ulaşması şablonuyla anlatılmış ilgi çekici ve meraklı bir hikaye var ortada. Benzer çabalarla yapılan bir çok fransız ve hollywood aksiyonundan daha iyi.

Aklımda kaldı; Batman'e benzeyen ve pelerinin içinde bir değişik dövüşen simyacı ile Vidocq'un birbirine girdikleri sahneler. Yıldırımla cinayetler. Simyacının maskesi.

Sonuç; gayet iyi

8 aralık pazartesi günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0164961/

16 Kasım 2008 Pazar

Chronicles Of Narnia : Prince Caspian (2008)

** Aslanın suratını Bush yapsınlar bir dahakine **

Konusu şöyle; amcasının bir erkek çocuğu olması ile hayatı tehlikeye giren Prens Caspian kaçmak zorunda kalır. Narnia'dan yaptığı yardım çağrısına ise gene Pevensie kardeşler bu dünyanın kral ve kraliçeleri olarak gelerek yanıtlarlar.

Ne anladım; gene Andrew Adamson imzalı serinin bu ikinci filmi ilkinin yüzyıl sonrasında geçiyor, tabi Narnia yılıyla, yoksa dünyada bu gençler sadece bir yıl yaşlanmış. Kitaplarının yetişkinlere yönelik olduğu ve yoğun Hristiyanlık temalarıyla yüklü olduğu söylenen serinin bu filmi ne ilk filmde tanıştığımız dünyaya birşey ekliyor, ne de karakterleri daha geliştiriyor. İki saati aşkın süresiyle ve görkemli sahneleriyle ancak 15 yaş altı çocukların hayal dünyalarını körükleyebilecek, savaş yanlısı sıradan bir anlatı. Zamanda yolculuk konusu bir tv dizisinin sıradan bir bölümüyle aynı sığlıkta. Bilgisayar destekli savaş sahnelerine güvenebilirdiniz ama aslanın canlandırması fena değilken savaş sahnelerinde özellikle baş oyuncuların uyumsuz hareket ve tepkileri çok göze batan bir amatörlükte, felaket bir montaj rezaleti. Burada prens caspian'ı baştan sonra aynı ifadeyle son derece başarısız oynayan Ben Barnes ve Lucy ile anlamsız aşk denemesini aşağılamak için de bir cümle yazmış olayım.

Aklımda kaldı; yoğun bir makyajın ardında da olsa Peter Dinklage'ın Trumpkin karakteri.

Sonuç; bana göre değil

23 kasım pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0499448/

13 Ekim 2008 Pazartesi

Hancock (2008)

*** "Good Job!" ***

Konusu şöyle; berduş alkolik süperkahraman Hancock (Will Smith) iyilik yaparken bir yandan da dağlar devirdiği için halk tarafından çok da tutulmaz. Bir trenin altında kalmaktan kurtardığı halkla ilişkiler uzmanı Ray (Jason Bateman) borcunu ödemek için ona yol göstermeye karar verir. İlk tavsiyesi polise teslim olması ve o içerideyken imajını düzeltmek konusunda çalışmasıdır.

Ne anladım; daha çok oyuncu olarak tanıdığımız Peter Berg, Kingdom'un ardından sıradışı süperkahraman tiplemesi ile karşımızda. Çıkış noktası çok eğlenceli. Uçarken, vururken, patlatırken arka planda kaynayan, yıkılan binalar ve oluşan maddi zararlardan yapanın sorumlu tutulması durumunda ne olur. Kırk dakika boyunca bu konudaki varyasyonlar Will Smith'in rahatlıkla taşıdığı karizmasıyla da komik bir bütün içerisinde anlatılıyor. Maalesef filmi tamamına erdirmek zorunluluğunda hisseden senaryo bir ezeli aşk hikayesi, sevgililerin bir araya gelince güçten düşmesi gibi trüklerle oluşturmuş hikayeyi ama elle tutulur yanı yok.

Aklımda kaldı; imaj çalışması sonunda büründüğü deri kostümle ilk çıktığı ve polislere zorla "iyi iş çıkardınız" dediği sahne. Aya koyduğu logo. Bir adamın kafasını diğerinin kıçına soktuğu sahne.

Sonuç; ilk yarısı için izlenir.

12 ekim pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0448157/

7 Ekim 2008 Salı

Speed Racer (2008)

*** Klişe yarışı ***

Konusu şöyle; yarış arabası üreticisi bir babanın yıllar önce abisini bir yarışta kaybetmiş oğlu Speed Racer (Emile Hirsch) da başarılı bir yarışçı olmak istemektedir. Büyük şirket Royalton'un bünyesine katılması çağrısının ardında gelmiş geçmiş tüm büyük yarışların şikeli olduğunu ve çarkın para etrafında döndüğünü öğrenmesi Speed'i ikileme götürür.

Ne anladım; Wachowski biraderler Matrix sonrası V For Vendetta'nın ardında gene bir uyarlamaya imza atıyor. Bu sefer kaynak eski bir anime serisi. Konu gene kapitalizmin yarattığı bir dünyada uykudan uyanan masum insan figürü ve onun sistemle savaşı. Senaryo çok sıradan, her anında gelecek olayları hatta replikleri tahmin etmek mümkün. Ama filmi izlenir kılan renk cümbüşü bir canlı animasyon estetiği ve ilgi çekici kurgu. Her sahnedeki her bileşen ayrı oluşturulmuş görüntüler, bu sayede sürekli ekranda kayan objeler ve insanlar her ana derinlik katıyor. Aynı çerçevede farklı zamanların hikayeleri dönüyor ve filmin başarısı bütün bu kargaşada izleyici olarak yolumuzu kaybetmiyoruz. Into The Wild sonrası Emile Hirsch için Speed Racer rolü bir geri adım gibi görünüyor (ki aslında hem çocuk hem delifişek şoför rolü için uygun bir seçim olmuş) ve Lost'un Jake'i Matthew Fox'un gene his yoksunu oyunları ne kazmalar oyuncu oluyor dedirtiyor. Böyle bir film için aşırı uzun süresini gene kurgu ve efektler sayesinde kaldırıyor.

Aklımda kaldı; Moritz Bleibtrue resmen bir figüran ama Alman yarışçı olarak hepitopu 30 sn görünse de dikkat çekiyor. Çöl yarışı için diğer ekiplerin rüşvetleri aldığı sahneler, gözünde dolarlar parlayan eleman.

Sonuç; katlanılır

6 ekim ptesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0811080/

29 Eylül 2008 Pazartesi

Hellboy II : The Golden Army

**** World, here I come. ****

Konusu şöyle; insanlarla diğer yaratıklar arasında tarih öncesi çağlarda bir anlaşma yapılmıştır. İnsanlar şehirlere diğer yaratıklar orman ve yer altına sığınmıştır. Ancak insanların çevreye ve dünyaya verdiği zararlar elf Prensi Nuada'nın babasına başkaldırmasına ve karşı konulamaz Altın Ordu'yu canlandırmak için üç parçadan oluşan tacın parçalarının peşine düşmesine bahane olur.

Ne anladım; Guillermo Del Toro ilk Hellboy'un altından görsel ve fantastik boyutlarıyla başarıyla kalkmıştı ama hikayenin bağlanma şekli çok tatmin edici değildi ve çığırından çıkıyor gibiydi. Bundan gözü korkan orijinal stüdyo ikinci filme girişmekten çekinir, Sony desteğini çeker ama bu sırada Universal devreye girer ve "kızıl"ın ikinci hikayesini izleme fırsatına bu şekilde ulaşırız. Karakterleri ile birebir Fantastik Dörtlüyü anımsatan Hellboy bu ikinci filmde diğer seride eksik olana sahip : vizyon sahibi bir yönetmen. Hayalgücünün ürettiği yaratıkların bir kısmına Pan'ın Labirentinden aşina olduğumu yönetmen hakikaten komik bir "süper kahraman shrek" olan, Hancock türevi kahramanına çok da yenilikçi olmayan bir macera yüklüyor. Eleman bir yandan uzun süreli bir flörtün rutin sorunlarıyla boğuşan tipik bir erkek iken diğer yandan egosunu tatmin etmeye çalışan bir dünya kurtarıcısı. "Men In Black" vari gizli bir laboratuar yaşamı sürmeye zorlanırken diğer yandan kendisini dünyaya duyurmaya istekli. Maceranın hikayesi bildik tılsım peşinde koşturan Indiana Jones, kaçan prenses, ona aşık olan içine kapanık bilge ile Yıldız Savaşları evreni de dahil olmak üzere referans dolu. Tüm bu yinelenen öğelere rağmen komedi olarak da iyi işleyen film hiç sıkmadan bir üçüncüye işaret eden ama başı sonu belli bir hikaye sunuyor gerçi bu yinelemeler bir üçüncüyü sıkıcı olmaktan kurtaramayabilir. En azından Toro artık hep aynı yaratığı kullanmayı bırakmalı.

Aklımda kaldı; Mavi ile Kızılın "can't smile without you" düeti. Troll pazarı. Brooklyn köprüsünün dibinden geçilen dünya.

Sonuç; çok güzel

27 eylül cumartesi gecesi capitolde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0411477/

27 Temmuz 2008 Pazar

Jumper (2008)

* Zıpla, zıpla.. Zıplamayan.. *

Konusu şöyle; David Rice Bowl (Hayden Christensen) lisede bir kavgada buzun altına düşer ve o anda daha önceden gördüğü bir yere düşünce gücüyle teleport (ışınlanma) yetisine sahip olduğunu anlar. Bu yetenek banka kasalarına girip kısa sürede zengin biri olmasını sağlar. Ancak yüzyıllardır süregelen bir savaşın piyonlarından biridir.

Ne anladım; Bourne Identity ile iyi iş çıkaran ardından Mr. & Mrs. Smith ile sıradan da olsa sansasyonel bir filme imza atan Doug Liman fantastik bir karakter çalışması ile karşımızda. İzleyene kadar bir süper kahraman filmi olduğunu düşündüğüm hikaye aslında sıradışı bir güce sahip olan ve bunu önce kendi çıkarı için kullanan, sonunda da asil bir savaşa girmek zorunda olan bir gencin hikayesi çıktı. En sevilesi yanı öğle yemeğini Mısır piramidi tepesinde yiyip akşamüstüne Londra'ya zıplama fantezisi. Filmin neredeyse tüm öğeleri dökülüyor. Elemanın gençliğini başka oyuncuya oynatıp 6 yıl sonrasını Hayden'ın canlandırmasından başlayarak hem teknik seçimleri hem senaryo bayağı kötü sonuçlara sebep oluyor. Bu adamın ilk filmi bu olsaydı ikinci işini alamazdı sanırım.

Aklımda kaldı; adam diğerinin dolaylı da olsa ölümüne sebep oluyor, yıllar sonra tekrar karşısına çıkıyor, hiç şaşkınlık yok ve 2 dakika sonra gene arbede çıkarıyor, kız da "aa ne güzel hala yaşıyorsun!" diye sevindirik olup gayet normal birşey gibi devam ediyor. Bu rezillik unutulmaz bir sahneydi.

Sonuç; ne gerek var

22 temmuz salı

http://www.imdb.com/title/tt0489099/

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Golden Compass (2007)

*** Gene seçilmiş kişi ***

Konusu şöyle; yatılı okulda okuyan Lyra gizlice tanık olduğu bir konuşmada paralel evrenler arasında bağlantıyı sağlayan "Toz"un varlığını öğrenir. Amcası Lord Asriel (Craig) onu bu tozun peşine düştüğü kutup gezisine götürmeyecektir ancak Bayan Coulter (Kidman) oraya götüreceği vaadiyle okulundan gezi için yanına alır.

Ne anladım; Chris Weitz yönetmen koltuğunda, Philip Pullman'ın fantastik hikayelerini görselleştiriyor. Narnia Günlüklerinin muhafazakar ve deist bakış açısının tam karşıtında olarak değerlendirilen Pullman'ın serisinden uyarlanan bu ilk filmin yapım süreci biraz sancılı geçmiş. Yönetmen din ve tanrı kelimelerinin geçmeyeceğini açıklayarak yapımcıyı rahatlatmaya çalışırken roman hayranlarını karşısına almış, filmin sonu devam filmine bağlantı için havada bırakılmış. Sonuçta görsel olarak zengin, şatafatlı bir giriş bölümü olmuş ama tek başına pek ayakta duramıyor bu film. İki dönüm noktası (Iorek'in tahtını geri alma savaşı ve final savaşı) son derece yapay ve yanlış mesajlarla dolu. Henüz romanları okumadım ama eğer hakikaten sadece bunları anlatıyorsa Narnia'dan ne farkı var anlamadım. Gün itibarıyla tehlikede olan devam filmi yapılırsa izleyecek kadar merak veriyor ama pek umut vermiyor.

Aklımda kaldı; insanların yanında dolaşan cinleri. Koca yatılı okulda bir kadın geliyor, bana verin diyor bir öğrenciyi alıveriyor.

Sonuç; merak uyandırıcı

19 mayıs ptesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0385752/

15 Mayıs 2008 Perşembe

The Deaths Of Ian Stone (2007)

** aşk korkuya karşı **

Konusu şöyle; sıradan bir buz hokeyi oyuncusu olan genç (Mike Vogel) , kaybedilen bir maç dönüşü gece yolda garip bir yaratığın saldırısına uğrar ve karnı deşilir, ancak ölmek yerine başka bir yer ve zamanda uyanır ve bu sıklıkla tekrarlanmaya başlar.

Ne anladım; korkunun fantastik bir hikaye ile karıştırılıp sunulduğu ilginç bir deneme. Birkaç kez ölen karakterin yanında, her yaşamda gerçekler hakkında bir gıdım daha şey öğreniyoruz. Filmde birden fazla sıkıntı var; Mike Vogel'in kötü bir başrol olması, her hikayede ortaya çıkıp birşeyler anlatan yaşlı adam karakteri, ilk göründüğünde korkutucu olan yaratığın hikayenin ilerleyen bölümlerinde işlevini yitirmesi. Heroes'un bir bölümü ya da karakterlerinden birinden öteye gidemeyecek bir hikayeyi zorlama şekilde uzun metraj filme dönüştürmüşler. Ancak; korku olsun da taştan olsun diyenlere.

Aklımda kaldı; canki ve işkence sahneleri. Yaraların kapanması gibi bazı yerlerdeki efektler hiç fena değil.

Sonuç; değmez

14 mayıs gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0810823/

24 Nisan 2008 Perşembe

The Nines (2007)

*** Avatarların dünyası ***

Konusu şöyle; ünlü bir oyuncu depresyon sırasında evini yakar ve alkollü araç kullanırken kaza yaparak ev hapsi ile cezalandırılır, bir yazarın senaryosu diziye çekilecektir ancak başrolde oynamasında ısrarcı olduğu kızdan vazgeçerse ve başarılı bir bilgisayar oyun programcısı karısı ve kızıyla yaptığı piknikten dönmek için araçlarına bindiklerinde arabanın çalışmadığını görürler. Bu hikayelerin hepsi de ilginç bir şekilde birbirine bağlıdır.

Ne anladım; genelde Tim Burton filmlerinin senaryoları ile adını duyurmuş olan John August'un ilk uzun metrajı. Temelde yaratıcılık ve bilgisayar oyunu alışkanlıkları veya saplantısı üzerine kurulmuş filmde üç hikaye de aynı oyuncular tarafından canlandırılıyor ve sonuna kadar ilgiyi üzerinde tutuyor ama çok tatmin edici bir şekilde de bitmiyor. Number 23 gibi rakamların gizemi üzerine bir hikaye değil ve türüne korku da denemez. Donnie Darko ve Cronenberg'in Existenz'ini anımsattı bana. Ryan Reynolds üç tipi de aynı şekilde canlandırıyor. Gözümüzün alışmadığı bir tip olan Melissa McCarthy başlarda konuk oyuncu gibi geliyor ama filmin çatısını oluşturuyor.

Aklımda kaldı; filmin başında üç tipin de arabada göründüğü sahne. En sonda mutfaktaki aile sahnesini çok anlamlandıramadım, heralde yaratıcı serbest bırakıyor.

Sonuç; değişik

23 nisan gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0810988/

2 Ocak 2008 Çarşamba

Stardust (2007)

**** Do the stars gaze back? ****

Konusu şöyle; Londra'nın yanıbaşında görünmeyen bir dünya olan Stormhold'da yaşayan genç Tristan, etkilemek istediği Victoria için kayan bir yıldızı getirmek üzere yola çıkar. Aynı yıldızın peşinde kral olmak için altı kardeşini ekarte etmeye çalışan prens ve sonsuz yaşamın peşindeki cadılar da vardır.

Ne anladım; Guy Ritchie filmlerinde yapımcı ve oyuncu olarak daha önce tanıştığımız ve ilk filmi Layer Cake ile bildiğimiz Matthew Vaughn fantastik sinemaya el atmış, iyi de yapmış. Karşımızda bir masal var. Herşeyden önce devamı çekilip bir seriye dönüştürülecek hesapçılığını hissettirmiyor (böyle bir plan varsa bile) Karakterler çok eğlenceli (efemine korsan, yaşlı cadı ve ölü prensler) bilindik tiplemeler olmasına rağmen hepsine bir kendine özgülük katılmış. Peter O'Toole beş dakikalık bir rolde kralı oynuyor. Fantastik bombardımanı arasında (Yüzükler, Potter, Karayipgiller vs.) derli toplu, samimi ve çekici bir masal.

Aklımda kaldı; her biri farklı bir şekilde ölen yedi kardeş. Kapı görevlisinin ikinci denemedeki başarılı savunması. Uçan geminin tayfası.

Sonuç; fantastişe

1 ocak 2008 salı gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0486655/

25 Kasım 2007 Pazar

The Jacket (2005)

**** Deli ceketi ****

Konusu şöyle; 91deki ilk körfez savaşı sırasında Jack Starks (Adrien Brody) kafasından vurulur ve öldü teşhisi konulur. Son anda gözlerini kırpınca doktor tarafından farkedilir. Bir sene sonrasında gene bilinç kaybı problemi ile hastaneye yatırılan Jack üzerinde doktor deneysel bir tedavi uygular. Deli ceketi giydirilip morg bölmesinde birkaç saat bırakılan Jack bu süre içinde zamanda ileriye gidip geleceği yaşamaktadır.

Ne anladım; mantık sınırlarını zorlayan bir alacakaranlık kuşağı hikayesi. Biraz hızlı başlıyor. Jacob's Ladder ile Stephen King karışımı tadında. Adrien Brody ile Keira Knightley ayrı filmlerde oynuyorlarmış gibi, aralarındaki sıcaklık bir türlü kurulmuyor ama ilgi çekici hikaye kabul edilebilir bir döngüye oturuyor.

Aklımda kaldı; finalde ne kadar zamanımız var diye bir soru geliyor üstüne "We have all the time in the world" son jenerikle beraber çalmaya başlıyor, şık bir bitiş.

Sonuç; iyi

25 kasım pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0366627/