Arama

suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2010 Pazartesi

Law Abiding Citizen (2009)

*** Can't fight fate ***

Konusu şöyle; evine girip karısı ve kızını öldüren katillerden biri savcı Nick Rice (Jamie Foxx) ile anlaşıp dışarı çıkınca, Clyde Shelton (Gerard Butler) tüm adalet sistemine savaş açar.

Ne anladım; F. Gary Grey'in filmi ailesi gözleri önünde öldürülen ve intikam saplantısı dışında hayata tutunacak bağı kalmayan adam hikayesini anlatıyor. Ancak aynı hikayeyi yeniden anlatmasını mazur kılacak bahaneye de sahip; mağdur hapisteki hücresindeyken bile onlarca insanı öldürebiliyor ve tüm şehri sarsacak eylemler yapabiliyor. Bu gizem sayesinde olaylar zıvanadan çıktıkça iki başrolün de usturuplu oyunuyla komediye dönüşmüyor. Bol saçmalıkları dolayısıyla ciddiye alınması mümkün değil ancak Crank, Saw gibi utanılarak zevk alınabilecek bir eğlencelik.

Aklımda kaldı; kemikle cinayet. Yargıcın öldürüldüğü sahnede yok artık dedim tabi daha sonunu görmemiştim.

Sonuç; eğlencelik

24 ocakta izledik

30 Ekim 2009 Cuma

Gray Man (2007)

** Gri hannibal **


Konusu şöyle; 1920'lerin Amerikasında küçük çocuklar ortadan kaybolmaya başlar. Detektif King (Jack Conley) bu davaya atanırken diğer yanda da Albert Fish'in (Patrick Bauchau) yetişkin çocukları ile ve yaşadığı apartmandaki komşuları ile garip ilişkilerini izleriz.


Ne anladım; Scott Flynn'in hikayesi Amerika'nın bilinen ilk seri katillerinden birinin takibi ve aranmasının filmi. Küçük çocukları kaçırıp öldüren bir
akıl hastasının psikolojik tahlili ve onu takip eden detektifin araştırma öyküsünü paralel anlatma kaygısındaki bu televizyon filmi (hem görsel hem yapım kalitesi olarak) grafik şiddete bulaşmadan temiz bir şekilde anlatıyor hikayesini ama bir çok noktada izleyiciye duygu geçirme konusundaki sıkıntıdan dolayı ilişki kurmakta zorlandım. Eastwood'un Changeling'inde kadın karakterin sorunlarını ön plana çıkartan dönem hissi burada yaşananların bizden uzak ve alakasız bir evrende geçtiği gibi bir soğukluk yaratıyor.

Aklımda kaldı; sepetli adam. Gayet munis bir adam gibi görünürken Fish'in komşuya dişini gösterdiği sahnedeki dönüşümü.


Sonuç; beğenmedim.


25 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0478329/

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duplicity (2009)

**** Tony Gilroy yeni David Mamet mi? ****

Konusu şöyle; MI6 ajanı Ray Koval (Clive Owen) Dubai'deki bir görev sırasında Claire Stenwick (Julia Roberts) ile birlikte olur. Claire'de CIA adına çalışan bir ajandır ve önemli belgelerini çalıp ortadan kaybolur. Yıllarını kızı bulmaya adayan Ray bu arada özel sektöre geçer ve büyük bir şampuan firmasının rakiplerine karşı teknoloji casusluğu faaliyetlerinde çalışmaya başlar.

Ne anladım; sağlam politik gerilim "Michael Clayton"un yönetmeni Tony Gilroy gene yazıp yönetiyor. Geçen filmde Clooney karizmatikti burada bu yük Owen'da, üstelik Clive Owen International başta olmak üzere genelde canlandırdığı rollere gene yakın bir rolde. Kapağına bakınca çok bir şey vaad etmiyor paket, ama içindeki gerçekten lezzetli bir sürpriz. Öncelikle bir casus hikayesine yakışır şekilde, olabildiğince karışık anlatılmış bir hikaye, buna çok uyumlu bir tarz var. Tüm bu soğuk savaş tarzı espiyonajın kozmetik firmaları arasında olması Coen'lerin bu dünyayı tiye alan filmine paralel keyifler sunuyor. Paul Giamatti ve Tom Wilkinson asıl çiftten daha ateşli perdede ama olsun Owen/Roberts'da gayet ikna ediciler. Zaten artık biliyoruz ki ekranda Clive Owen varsa gördüklerimizin biraz sonra yalan çıkacağını varsayabiliriz. Sonuçta biraz uzun süresine rağmen finale kadar güzel sahnelerle bezeli kalburüstü bir kara komedi diyebiliriz, karşılaştırmak gerekirse "Mr. And Mrs. Smith"'den daha ilgi çekici. Başlıktaki soruya gelince, cevap vermek için bir kaç film daha yapmasını bekleyelim.

Aklımda kaldı; girişte iki patronun slow motion birbirine giriştikleri sahne. Yeniden karşılaşma replikleri.

Sonuç; beklentilerimi aştı

19 eylül günü izledik

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Horsemen (2009)

** Celalettin Cerrah alsın bu davayı da çözmeden bıraksın **

Konusu şöyle; yakın zamanda karısını kaybeden ve iki oğluyla yaşayan detektif Breslin (Dennis Quaid) kancalarla asılı bulunan ve çok usta bir doktorun açabileceği yaralarla kanından boğularak öldürülen bir seri cinayeti araştırır. Olaylar incilden alıntılanan mahşerin dört atlısını andırmaktadır.

Ne anladım; klip yönetmeni Jonas Akerlund'un filme başlamadan önce artıları: Dennis Quaid var. Ziyi Zhang oynuyor. Yani kadro iyi. Dinsel motifleri kullanarak işlenen cinayetlerin anlatıldığı bir seri katil filmi. Yani "se7en" etkilenimi var. Minimum bir keyif vaat ediyor. Sonra film başlıyor. Kötü haber; yapımcı Michael Bay. SPOILER Karşımıza çıkan; ailelerin, özellikle tek başına çocuk yetiştiren babaların işlerini herşeyin önüne alıp çocuklarını başıboş bırakmaları durumunda kızların babalarını yatağa atan fahişeler, eşcinsel çocukların kendi kalbini canlı canlı çıkarabilecek operatörler haline gelebileceklerini, hatta sırf dikkat çekmek için inanılmaz bir seri cinayeti planlayabilecek dehşet suçlular haline gelebileceklerini anlatan bir hikaye. Onun için arada sırada odasına dalıp bir duvarda asılı olan posterleri kontrol etmekte fayda var diyor. Çocuk maça bilet alıyor, baba da tamam diyor. Mutluluk had safhada, o tam evden çıkılacakken telefon çalıyor ve bir cinayet haberi daha geliyor. Baba işe gidiyor, çocuk da o sinirle birini daha hacamat ediyor herhalde. SPOILER Aşırı didaktik olmak tuzağına kapılmış bir vasat deneme, senaryo faciası olarak süresini tamamlıyor. Hikayenin kendince sürprizleri gerçek olmaması gereken derecede saçma olduklarından insanın inanası gelmiyor.

Aklımda kaldı; o mükemmel ciğer deliklerini bu zibidilerin hangisi açıyor.

Sonuç; olmamış

7 ağustos gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0892767/

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Public Enemies (2009)

**** Bye Bye Blackbird ****

Konusu şöyle; 1930'larda büyük buhran yıllarında hayatını banka soymak olarak tanımlayan John Dillinger (Johnny Depp) bir grup soyguncuya liderlik ederek, ve halkın parasına dokunmayarak bir çeşit görünmezlik zırhı altında hükümeti zorlar. FBI başkanı Hoover Ajan Purvis'i (Christian Bale) Dillinger'ı yakalamakla görevlendirir.

Ne anladım; stilize suç hikayelerinin usta yönetmeni Michael Mann sıkıntılı Miami Vice macerasından sonra başarılı bir filmle dönüyor. Bir biyografik çalışmadan uyarlama olması ve bilindik bir figürün bilinen hikayesi olması gibi kalıplarla sınırlayacak bir zorlama var bu kez üzerinde yönetmenin. Tabii ki en büyük koz bu kanunsuzu canlandıran Depp. O dönemdeki Hollywood gangster filmlerinden beslendiğini gördüğümüz karakterin gerçek hayatına o romantik etkilenimleri yansıtamayıp sonuçta çıkan asosyal, diktatör, tutkulu adamı özgün bir sunum. Dönemi titizlikle canlandıran Mann, hem suçun başarısını hem de hükümetin aldığı önlemler ve tavırları net bir şekilde gözler önüne seriyor. Hareketli sahnelerde kameranın de hızlandığı sinematografi bu anlarda Dogma filmine yaklaşıyor, bu da aynı zamanda sürekli Dillinger'ın yanında olaya katılıyormuşuz hissini sağlıyor. "Bebek yüz" ve diğer yan karakterlere de iyi süre verilen filmde Cotillard'ın kadın karakteri oynamasına fragmanda şaşırmıştım. Ancak bir femme fatale değil burada kadın karakter, aksine fakir bir yaşam süren ve Dillinger'ın kanat gerebileceği bir yavru kuş zayıflığında bir kadın ve filmlerdeki büyük gangsterlerin kızlarını anımsatan hüzünlü havası onlara öykünen adam için çok etkileyici. Ana karakterin psikolojik çözümlemesine, çocukluğuna falan girmeyen sadece olayı özetleyen ve tamamen olmasa da mümkün olduğunda klişelere yüz vermeyen eli yüzü düzgün bir yapım.

Aklımda kaldı; Dillinger'ın bir kez sinemada bir kez de polis binasında kendi adına kurulmuş ekibin odasını ziyaretinde kimse tarafından farkedilmediği sahneler.

Sonuç; sıkı film

11 temmuz ctesi günü sinemada izledik

http://www.imdb.com/title/tt1152836/

9 Haziran 2009 Salı

12 (2007)

**** The law comes before everything, but what's to be done if the mercy comes before the law? ****

Konusu şöyle; genç bir çeçen gencin kendisini evlat edinen babasını öldürmekle suçlandığı mahkemede karar aşaması için jüri bir spor salonuna kapatılır. Oniki kişiden sadece birinin aleyhte oy vermesi ile oybirliği sağlanana kadar sürecek uzun bir tartışma süreci başlar.


Ne anladım; Nikita Mikhalkov, kendisinin de aralarından birini canlandırdığı bir filmde en baba klasiklerden birinin yeniden çevrimine soyunuyor. Kurosawa'nın uyarlamaları gibi batı dünyasının bilindik bir hikayesinin topraklarına uyarlarken yepyeni anlamlar da katması ile gereksiz bir yeniden çevrim suçlamasına kesinlikle hedef olamayacak bir başarı. Oyunculuklar hikayenin doğası gereği, ama orijinalinden biraz daha rahatsız edecek şekilde teatral. Mekan çok daha ferah, kamera öncelikle spor salonunun her köşesinden uçarak kaçarak başlıyor. Her katılımcının bir hikayesi var ve ana olay haricinde hiçbirinin canlandırması yapılmadığı halde anlatıcının görsel olarak izole edilmesi ile çoğunun ayrı bir etkileyiciliği var. Kendisi haricindeki neredeyse tüm karakterlerin abartılı oyunculukla karikatürize edilmesine izin vermesi ve kendi siyasi görüşlerini baskın olarak kurgulaması Mikhalkov'un eksikliği. Bu kadar uzun süre almasına rağmen karakterlerin dönüşümü konusunda da ikna edici sahneler sağlamakla uğraşmaması da bir eksiklik. Gene de konusunu ve nasıl biteceğini bildiğimiz, bol konuşmalı iki buçuk saatlik bir filmi yeniden izlemek için birden çok sebep veriyor.

Aklımda kaldı; çocuğun kucağındaki köpeğin vurulduğu sahne. Salonda bir kuşun kamerayla takip edildiği sahne.

Sonuç; gayet iyi

6 haziran cumartesi izledim


http://www.imdb.com/title/tt0488478/

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Taken (2008)

** I believe you. But that won't save you. **

Konusu şöyle; yeni emekli CIA ajanı Mills (Liam Neeson) pek hoşlanmamasına rağmen kızının kuzeni ile birlikte yaz için Paris'e gitmesine izin verir. Daha gittikleri gün ikili genç kızları kaçırıp fuhuş yaptıran ve sonra da öldüren bir çetenin eline düşer. Mills tüm yetenekleri ile kızını kurtarmak üzere harekete geçer.
Ne anladım; Pierre Morel tarafından yönetilen filmin yazar ve yapım kadrosunda Luc Besson var. Bu ne demek? İnandırıcılığı sıfıra yakın, zırva sahnelerde dolu ama iyi çekilmiş bir aksiyon izleyeceğiz demek. Başrolde Liam Neeson'un bulunması uzun bir süre filmin yönünün değişeceği beklentisini canlı tutuyor, sonra aslında bunun kocaman bir şaka olduğunu anlıyoruz. Steven Seagal oynasa hiç bir şey farketmeyecek bir karakterin hikayesi bu. Üstelik neredeyse süper güçleri var, koca Paris'te peşinde olduğu çeteyi eliyle koymuş gibi buluyor, yatağın altına girince geçmişte yaşananları içinde hissediyor vs. Death Wish zamanında ana karakter her şeyini kaybeder sonrasında intikam ile ortalığı yıkardı, artık senaryolar ölümlere, kayıplara izin vermiyor, zararın önlenmesi üzerinden katarsis daha kolay ama daha suni.
Aklımda kaldı; Jean Claude'un evini basıp karısını vurduğu sahne.
Sonuç; gereksiz.
3 mayıs pazar gecesi televizyondan izledik

3 Mayıs 2009 Pazar

Der Baader Meinhof Komplex (2008)

*** RAF tarihçesi ***

Konusu şöyle; 1960'ların sonlarında Ulrike Meinhof'un (Martina Gedeck) yazılarıyla düşünsel zeminini, Andreas Baader'ın (Moritz Bleibtreu) aksiyon beynini oluşturduğu, Amerikan hegemonyası ve kapitalizmin sömürüsüne karşı bir terör örgütü olan RAF(Kızılordu Fraksiyonu)'un öyküsü.

Ne anladım; Uli Edel'den yargılanması süreci örgütün varlığından daha uzun süren liderlerin yaşamlarına bir bakış. Janis Joplin'le başlayıp Bob Dylan ile biten, ülkeden ülkeye atlayan, son derece başarılı ve inandırıcı bir dönem portresi çizen film karakterleri ve dialogları yeterince işlemeyişiyle 150 dakikalık süresine yaraşır bir bilgilendirme yapamıyor. Baader hiç bir karşılıklı konuşmaya yanaşmayan, egomanyak, şımarık bir yeniyetme gibi resmedilirken Meinhof kendisini yazı ile ifade etmeye çalışan pasif, örgüt içerisinde bile fazla kabul görmeyen depresif bir kadın şeklinde canlandırılıyor. Nurgül Yeşilçay'ın ağzına yakışacak vasatlıkta kitabi monologların yapaylığı da sıkıntı verici. Ancak Almanya bağlamından çıkıp dünyada neler olup bittiğine dair fikir verici başarılı noktaları var. İlk yarım saatte bir dönem Amerikanın yayılması ve ezici politikalarının dünyada nasıl tepki topladığını ve insanların daha radikal protestoları yapabildikleri bir dönemin de yeryüzünde yaşandığını belgelemesi ile insanı yalancıktan da olsa umutlandırıyor. Bugün artık o direniş avrupa ülkelerinde toptan sindirilmiş durumda, bu devasa oyuna karşı çıkanlarsa ortadoğunun insan haklarından bihaber toplumlarında her yöne tahribat saçan meczuplardan ibaret. Masum insanlara kolay hedef oldukları için rahatça yönelen bu anlayışın ilginç bir prototipinin hikayesi olarak ilginç bir politik sinema filmi ancak süresi derinliğini kaldırmıyor.

Aklımda kaldı; İran şahının ülkeyi ziyaretindeki protesto gösterileri sonrasında çıkan olayların canlandırması başarılı. Sokak arasında Baader'ın panzerle kıstırıldığı sahne. Sokakta suikast sahnesi.

Sonuç; idare eder.

3 mayıs günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0765432/

24 Mart 2009 Salı

RocknRolla (2008)

*** Monsteroustickalotis ***

Konusu şöyle; Lenny Cole (Tom Wilkinson) Londra'da gayrimenkul piyasasında yasadışı işler yapan eski moda bir mafya patronudur. Rusya'nın zenginlerinden Uri için bir arsanın imar işini belediyedeki bir üst düzey memura şantaj yaparak halletmeye çalışır. Karşılıklı anlaşmalarında güven telkini için değerli bir resim geçici bir süreliğine el değiştirir. Para transferinde kullanılan One Two (Gerard Butler) Uri'nin muhasebecisi Stella (Thandie Newton) tarafından ayartılır ve para çalınır. Bu arada resim Lenny'nin uyuşturucu bağımlısı rock yıldızı üvey oğlu Johnny Quid'in (Toby Kebbell) eline geçer.

Ne anladım; Guy Ritchie iki filmlik aradan sonra asıl ününü sağlayan ilk filmlerindeki Londra'nın suç dünyasına geri dönüyor. Gene çok karakterli, bol yan hikayeli, tam maço mafyozo tiplerle dolu bir hikaye var burada. Ritchie'ye Londra'nın Scorcese'i diyenler var, bence hiç hakedilmeyen bir ünvan. İlk filminde müthiş bir keşif olarak görünen anlatım tarzı aradan geçen sürede iyice bayatlamış, zaten sığ karakterler üzerine kurulan çatı skeçler haline geliyor ki filmde de birçok hikaye sadece imalar yoluyla öksüz bırakılıyor. Evet herşeyi göstermek zorunda değil ama zaten burada herşeyin üzerinde ilerleyen bir derlitoplu öykü de olmayınca gereğinden de uzun, sıkıntı verici bir toplama haline gelen hikaye birkaç sahnesi dışında ilgiyi de pek toplayamıyor. Yönetmen için ciddi bir gerilemenin ardından hafif bir toparlama olarak nitelenebilecek bu deneme gösteriyor ki ya bu anlatım tarzını gene etkin olarak kullanabileceği başka bir tema bulmalı ya da artık erken emekli olmalı. Bir gangsterin hayran olduğu arkadaşının eşcinsel olduğunu öğrenmesi üzerine iyi bir espriymiş gibi yüklenmesi homofobinin pençesinde bir liseli olgunluğunu! gösteriyor. Kurgusu ve eğlencesi ile izlenebilir ama bekleneni pek veremiyor.

Aklımda kaldı; One Two'nun iki Rus gangster tarafından tren rayları üzerinde takip edildiği sahne. Heavymetal müzik grubunun paralel kurguda kullanıldığı sahne.

Sonuç; zorlama

21 mart ctesi günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1032755/

10 Mart 2009 Salı

Gran Torino (2008)

**** Get off my lawn! ****

Konusu şöyle; Kore gazisi aksi ihtiyar Walt Kowalski (Clint Eastwood) karısını kaybeder ve yalnız yaşamaya başlar. Oğullarıyla hiç bir zaman yakınlaşamamış olan yaşlı adamın içinde bulunduğu mahalle de azınlıkların yerleştiği bir yer halini almıştır ve Meksikalı ve uzakdoğulu bu nüfus içerisinde artık Walt bir yabancı gibi kalmıştır. Dünyanın aldığı bu hale karşı da öfke dolu olan adamın komşuları bir kavga sırasında bahçesine dalınca tüfeğini kapıp komşusunun oğluna saldıran serserileri kovalar.

Ne anladım; Clint babanın kendisini de belki son kez yönettiği vasiyet gibi bir film. Henry Fonda'nın son filmi On Golden Pond ile ilişkisini hissettiren bir yakınlık var burada. Gençliğinde yaşadığı bazı travmalarında etkisiyle kendisiyle ve yaşamla bir türlü barışamamış bir adamın son günlerinde farklılıklara ve değişime de ikna olmasının ve bir iç huzur sağlamasının hikayesi. Yan oyuncuların büyük bir filme pek yakışmayan zayıflıkları zaten perdede sürekli Clint babayı izlemek istediğimiz için gözardı edilebilir. Bir kriminal olay oluyor, bu seneki diğer filmi Changeling'de zaten bu durumda güvenlik güçlerine başvuran insanın ne yaşadığını göstermişti Eastwood. Onun için bu gereksiz formaliteyi pas geçen adamımız kendi güvenliğini kendi sağlamayı tercih ediyor. Komşularının hiç Amerikan olmayan bambaşka kültürlerine şüphe ile baksa da içlerine girmekten ve denemekten çekinmeyen bir karakter olması ise en azından o noktada klişelere saplanmaması ile filme gereksiz gerilimler katmıyor. Bu sefer kendi küçük hikayesini anlatırken birden fazla ana temaya girişmeyip derli toplu bir şekilde hallediyor, son jenerikte de kendi seslendirdiği tema şarkısıyla veda eden film zihnimizde tekrar oynamaya başlıyor.

Aklımda kaldı; Thao'nun berberde eğitildiği sahne.

Sonuç; çok iyi.

7 mart 2009 ctesi günü izledik.

http://www.imdb.com/title/tt1205489/

9 Şubat 2009 Pazartesi

Changeling (2008)

**** Never start a fight, but always finish it ****

Konusu şöyle; 9 yaşındaki oğlu ile beraber yaşayan ve bir telefon şirketinde vardiya şefliği yapan Christina Collins (Angelina Jolie) oğlunun kaybolması üzerine polise başvurur. Bir kaç ay sonrasında kendisine Los Angeles polisi tarafından bir çocuk getirilir ancak gelen çocuk kendi oğlu değildir. Ancak polis kötü imajını düzeltecek bir başarı olarak gördüğü bu hatayı düzeltmek yerine anneyi ikna etmekte ısrar eder.

Ne anladım; Clint baba bir sene aradan sonra gene iki filmle vizyona giriyor. Bunların ilki birinci dünya savaşının hemen ardından Amerika'da yaşanmış bir çocuk kaybolması vakasını konu alıyor. Dönem polis teşkilatının kendisinin tamamen pisliğe gömüldüğü, en büyük suç örgütü haline geldiği bir dönem. Toplum içerisinde bu durumu afişe eden din adamları, sosyal liderler var, halk da sokak gösterileriyle protestolarını yapıyor. Dolayısıyla polis teşkilatındaki yöneticiler de gerginlik içerisinde, buldukları en küçük olumlu olayı kamuoyunda başarı hikayesi olarak sunmaya çalışıyor. Öte yandan yalnız başına bir kadının kendisine dayatılan "gerçeklere" itiraz etmesi itaatsizlik ve akıl hastalığı belirtisi olarak gösterilip engizisyonun cadı yakması gibi bir sessiz sedasız cezalandırma yöntemini tetikleyebiliyor. Karamsar bir hikayeyi annenin yanında kalarak, gizemli bir polisiye yolu yerine toplumsal analiz ve direniş hikayesi şeklinde anlatmayı tercih eden Eastwood hava olarak "Mystic River"ını anımsatan bir çalışma çıkartıyor. Jolie çıkışını sağlayan, benim pek beğenmediğim "Girl, Interrupted"dan sonra gene bir tımarhane bağlantılı hikayede yer alıyor, ancak yıllar oyunculuğunda ölçülülüğü kazandırmış, tipi saçları döneme çok uyuyor ve çok başarılı bu sefer. Northcott'ı oynayan Jason Butler Herner, M deki Peter Lorre'u anımsatan tipi ve oyunuyla akılda kalıcı.

Aklımda kaldı; Collins'in düzgün davranırım hastaneden çıkartırlar düşüncesiyle doktorun karşına çıktığı ve sorularla darmadağın olduğu ilk görüşmeleri. Northcott'ın baltayla daldığı kümesteki flashback.

Sonuç; gayet iyi

7 şubat cumartesi gecesi Capitol'de izledik

http://www.imdb.com/title/tt0824747/

11 Ocak 2009 Pazar

Slumdog Millionaire (2008)

**** Shut up! The man with the Colt 45 says shut up! ****

Konusu şöyle; Hindistan'ın Mumbai şehrinde, çok fakir bir hayat geçirmiş ve doğru dürüst bir eğitim almamış olan genç Jamal Malik (Dev Patel) "kim beşyüz milyar ister?" yarışmasında onun gibi biri için çok büyük ödüllere ulaşabilmiştir. İsmini bile nasıl yazacağını bilmiyor olması gereken bu adamın yarışmada bir şekilde hile yapıyor olduğunu düşünen güvenlik görevlileri onu sorguya alır ve biz de geriye dönüşlerle bu zor hayat hikayesinden köşebaşlarını izleriz.

Ne anladım; modern İngiliz sinemasının köşebaşı Trainspotting'in ekibindeki filmin yönetmeni görevinden bildiğimiz Danny Boyle sonrasında türler arasında sıçrayan bir filmografiye sahip. Bu sefer fakir insanların melodramı temalı hikayesini hint sinemasından ve ülkesinden ödünç alınan öğelerle bezeyerek anlatıyor. Aşırı fakirlik ve sınıf farklılıklarının arka planda yoğun olarak hissedilmesi gereken bir anlatı için mekan olarak Hindistan seçilmesi ve yerli simalarla çalışılması son derece yerinde. Umudu ve erişilemezi temsil eden yarışmanın bilgiye dayalı çözümlenmesi gereken sorularının içine doğduğu hayat şartlarından dolayı aslında normalde asla bilemeyeceği halde çok acayip tesadüflerle biliyor olmasına dayalı hikaye çok keyifli bir çıkış noktası. Sonuçta gencin temel dürtüsünün para değil de aşk olması, şansın ve inadın yardımları senaryoya güzel yedirilmiş noktalar. Şaşırtan kısmı ise abinin aniden nedensiz bir karakter değişikliği yaşaması. Final sorusunun basitliği de içime sinmedi pek. Gerçi burada anlatılmak istenilen neredeyse tüm dünyanın ezberden söyleyebileceği bir bilginin bile bu coğrafyada doğal olarak edinilmediği ve bazen kafadan sallanan ilk şıkkın da tutabileceği ama yine de daha şık bir çözüm olabilirdi. Masalsı bir anlatı olarak sevimli, izleyiciyi kavrayan, Charles Dickens etkisi yoğun başarılı bir film.

Aklımda kaldı; ünlü yıldızı görebilmek için keneften diğer yoldan çıktığı sahne.

Sonuç; güzel

11 ocak günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1010048/

5 Ocak 2009 Pazartesi

Righteous Kill (2008)

** Most people respect the badge. Everybody respects the gun **

Konusu şöyle; Turk (De Niro) ve Rooster (Pacino) NYPD'de emekliliklerine gün sayan iki polistir. Çevrelerinde insanlar öldürülmeye başlar. Maktullerin yanına küçük kağıtlarda şiirler bırakan bu seri katili bulmakla görevlendirilirler.

Ne anladım; ortalama işlerin yönetmeni Jon Avnet tüm zamanların en karizmatik iki oyuncusu ile bir seri katil / polis draması karışımı çekmiş. Artık yetmişlerine yaklaşan bu baba oyuncuları artık Henry Fonda ya da Spencer Tracy'nin son dönem işlerine benzeyen dramatik ve etkileyici rollerde izlemek umudumuz ama elemanlar benzerlerinden milyonlarca bulunan piyasa filmlerinin setlerinde ölmeye kararlı. Öncelikle film aşırı testosteron yüklü; "bizim" ortaklar, diğer ortaklarla hırlaşıyor, zenci klüp patronu ile çatışıyor, filmin tek kadın karakterini yakalayan oracıkta çökertiyor, silahlar konuşuyor, öküz bir rusun taklidini yaparak gülüşüyor elemanlarımız vs. vs. Zamanında Serpico karakterini yaratmış olan Pacino'nun bu kez canlandırdığı Rooster'ın ne düşündüğünü neden bu hikayede yer aldığını neden bu rolün bu adam tarafından canlandırıldığını anlayamıyoruz. Hikayenin yarım saati geçtiğinde herşey henüz çok karışık olmasına rağmen kameraya konuşan adamın itiraflarının izleyiciye atılan bir yem olduğunu çok açık bir şekilde anlıyoruz ve aklımıza birşeyler geliyor. Yok canım öyle basit ve saçma bir çözümleme değildir, hem yan rollerde bile böyle boş olmayan adamlar varsa kesin onlardan biri çıkar suçlu diyip başka bit yenikleri arıyoruz ama aklımıza gelen başımıza geliyor. Daha önce Inside Man'i yazan senarist gene aynı numarayı çekmeye çalışmış ama bir rapçinin rol kestiği hangi film vasatı aşabilmiş ki bu aşsın.

Aklımda kaldı; elemanın De Niro'nun kafayı tabanca ile yardığı sahne. Güvenlik kamerasındaki itiraflar.

Sonuç; bu nedir

http://www.imdb.com/title/tt1034331/

12 Aralık 2008 Cuma

Transsiberian (2008)

**** Kill off all my demons, Roy, and my angels might die, too ****

Konusu şöyle; Çin'de kilise grupları için çocuk resimleri çekmekten dönen tren meraklısı Roy (Woody Harrelson) ve amatör fotoğrafçı karısı Jessie (Emily Mortimer) macera ve meraktan Pekin Moskova arası sefer yapan Sibirya Ekspresine biner. Kompartıman arkadaşları olan çift ile iyi anlaşırlar ancak bir istasyonda Roy trene dönmez. Öte yandan polis uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için sürekli aramalar yapmaktadır.

Ne anladım; Makinist ve Session 9 gibi sağlam filmlerin yönetmeni Brad Anderson'dan sürükleyici bir gerilim. Öncelikle bir tren yolculuğuna çıkan karakterlerine bol zaman ayıran hikaye kocanın kayboluşuyla doğal olarak Hitchcock'u ve Kaybolan Kadın'ı getiriyor akla. Sonrasında hikaye başka şaşırtıcı dönemeçlerden geçiyor ve Coen'lerin Fargo ya da A Simple Plan'inden de tatlar barındırıyor. Aksiyonu hiç bir noktada belirli bir temponun üzerine çıkarmayan senaryo karakterlerin üzerine eğilecek bol vakit bırakıyor. Özellikle ilgi çekici ve zengin bir kadın karaktere hayat veren Mortimer başarılı. Trenlerde geçen ve modern bir hikaye anlatmak için çok güzel bir yer seçmiş yönetmen ve başta ne güzel mekanmış derken Hostel hikayesine dönecek gerginliği kısa sürede bastırıyor, neyse ki öyle birşey olmuyor.

Aklımda kaldı; trenin kaybolan vagonları. Çin ile Rusya'nın güvenlik için tren raylarını farklı genişliklerde yapması. Tekinsiz matruşkalar.

Sonuç; çok iyi

11 aralık perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0800241/

Burn After Reading (2008)

**** Çok gizli CIA zımbırtılarını kaybeden var mı? ****

Konusu şöyle; alkolik olduğu için CIA'deki işi elinden alınan Osbourne Cox (John Malkovich) intikam için anılarını yazmaya başlar. Ancak yazdıklarını kaydettiği cd spor salonundaki çalışanların eline düşer. Bu belgeleri önemli uluslararası sırlar zanneden ağzından sakız düşmeyen antrenör Chad (Brad Pitt) ve kendisine estetik ameliyat için kaynak arayan Linda (Frances McDormand) şantajla elindekileri paraya çevirmeye çalışırlar.

Ne anladım; canımız ciğerimiz Coen kardeşler ihmal etmemeye çalıştıkları ama genelde pek iyi çıkmayan komedi kanadından bir film yapmışlar. Suç filmlerinin hepsi birbirinden leziz olmasına rağmen bu kulvarda Big Lebowski, Hudsucker Proxy gibi klasikler yaratırken Ladykillers, Intolerable Cruelty gibi facialar da üretebiliyorlar. Bu sefer ilk gruptakilerin en altına yerleştirilebilecek ayarda bir izle unut komedisi çıkartmışlar. Bir hikaye var karmakarışık ama burada amaç komik ve eğlenceli anlar ve karakterler yaratıp izleyiciyi bol bol kopartmak. Hikaye kötü haberi alan Osbourne'un birden ana avrat küfretmeye başlaması ile başlıyor, sonra Clooney'in acaip takıntılara sahip neredeyse manyak karakteri ile tanışıyoruz. Brad Pitt'in Chad isimli dünyanın en büyük sırrını ele geçirmiş gerzeği en akılda kalıcı tiplemesi. Her karakterin ince detaylarla bezendiği harika bir senaryo (Harry'nin yiyecek ve döşeme takıntısı, Linda'nın aşkı arayışı, patronunun ona olan gizli aşkı, Chad'in bisikleti..) Biraderlerin elinde gene başka bir sağlam hikaye vardır kesin ve oscar'a dönerken bu sefer gösterge puanını alıyorlar.

Aklımda kaldı; Chad'in telefonda sürekli "Osbourne Cox?" deyişi ve o şantaj telefonu sahnesi. Harry'nin bodrumda yaptığı alet. Olayların CIA'in büyük patronuna anlatıldığı sahne ve onun tepkileri, "Report back to me when it makes sense. " Baltayla adamın kafasını parçaladığı sahne. Silah çekme refleksi.

Sonuç; gayet komik

10 aralık günü Nautilus'de. Ne gerizekalı bir sinema izleyici kitlesi var bu şehirde yahu

http://www.imdb.com/title/tt0887883/

11 Aralık 2008 Perşembe

Redacted (2007)

**** Savaş karşıtı olmak bir filmi iyi yapmaya tek başına yeter mi? ****

Konusu şöyle; Irak'ta bir kontrol noktasında görevli askerlerin açtığı ateş sonucu hamile bir kadın ve bebeği ölürler. Bunu takip eden başka bir çatışmada da bir asker öldürülür. İpini koparmış askerlerden ikisinin önderliğindeki bir grup sürekli gördükleri bir kızın evini basar, kıza tecavüz eder ailesini öldürür ve evi ateşe verir.

Ne anladım; Brian DePalma daha önce Casualities Of War ile geçtiği yoldan bir daha yürüyor ama aynı yerlere farklı ayakkabılarla basıyor. Bu sefer konusu Irak'ın işgali ve bu sebeple orada bulunan birlikler. Buradaki tecavüz gerçek bir olay, gerisi DePalma'nın bütün bu olayı değişik medyalarla kurgulayarak yarı belgesel gibi anlatımı. Önce sinema okuluna gitmeyi hedefleyen (vietnam'da bulunmuş olan Oliver Stone'a bir gönderme mi) bir askerin kamerasından karakterlerini ve sıkıcı işlerini yanaklarından süzülen ter damlalarına kadar tanıyoruz. Sonra bu el kamerasından bir televizyon ekibinin dramatik belgesellerinden görüntüler giriyor. Arada arap youtube'undan, güvenlik kameralarına kadar türlü parçalarla bütüne varıyoruz. İyi arap karakterler yerleştirip yapmacık iyimserlik gösterilerine girmeyen gayet sinirli bir anlatı var ortada. Hollywood filmlerinden alıştığımız tek taraflılık bu sefer Amerika'lı askerler için geçerli, neredeyse tek bir iyi insan yok aralarında. Aralarından en iyisi çaresizce başını ellerinin arasına alıp ağlayıp sızlıyor ama pasif kalmanın dünyayı iyi bir yere çevirmeye faydası yok. Başlıktaki soru en büyük ikilem. Bir yanım "ya bu film tam olmamış" diyor, diğer yandan agresifliğini ve gerçekçiliğini de beğendim. Ama izlenmesi gereken bir film yapan yanı yönetmenin anlatım yöntemi konusunda kendisine koyduğu kısıtlamalar çerçevesinde ulaştığı başarı olabilir.

Aklımda kaldı; askerlerin nöbetlerindeki durağan görüntüleri. Akrebi götüren kırmızı karıncalar. Görüntülü telefonla konuşan askerin kaçırılması. En önemli mesajı daha büyük cezayı konuya daha uzak görünen karakterlerin çekmesi.

Sonuç; sıkı film

10 aralık gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0937237/

8 Aralık 2008 Pazartesi

Vidocq (2001)

*** Dijitalle çekilmiş dönem filmi kılığında fantastik polisiye ***

Konusu şöyle; 1830 yılında, Parisin göbeğinde bir cam üretim yerinde detektif Vidocq (Gerard Depardieu) kimliği belirsiz, yüzünün yerinde ayna ve fantastik güçlere sahip olan bir hayalet tarafından öldürülür. Onun hayat hikayesini yazmakta olan Boisset (Guillaume Canet) kitabını bitirmek için onun araştırdığı son suç dizisinin peşine düşer.

Ne anladım; Pitof isim ya da lakaplı yönetmenin Jean Christophe Grange'nin yazdığı hikayeyi görselleştirdiği bir devrim sonrası Fransa hikayesi ve yazarın ününe uygun olarak gerçeküstü öğelerle bezeli bir polisiye. Romanlarından birine benzetmek gerekirse zaman olarak olmasa da öğelerden dolayı Taş Meclisi'ni seçebilirim. HD ile çekilen ilk uzun metraj ya da uzun metrajlardan biri olan hikayenin 1800 lerde geçmesi yadırgatıcı geliyor çünkü genelde o dönemin insanlarını arasında dolaşan kameraların gözüyle izlemeye alışık değiliz. Nihayetinde oluşan bir suçun ardından bir konudışı karakterin değişik insanlarla konuşarak adım adım gerçek hikayeye ulaşması şablonuyla anlatılmış ilgi çekici ve meraklı bir hikaye var ortada. Benzer çabalarla yapılan bir çok fransız ve hollywood aksiyonundan daha iyi.

Aklımda kaldı; Batman'e benzeyen ve pelerinin içinde bir değişik dövüşen simyacı ile Vidocq'un birbirine girdikleri sahneler. Yıldırımla cinayetler. Simyacının maskesi.

Sonuç; gayet iyi

8 aralık pazartesi günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0164961/

27 Ekim 2008 Pazartesi

Oxford Murders (2008)

*** Oxford manyak dolu ***

Konusu şöyle; Oxford'a okumaya gelen Martin (Elijah Wood) hayranı olduğu profesör Seldom'un (John Hurt) tanıdığı bir anne kızın yanına yerleşir. Profesörü danışmanı olmaya ikna etmeye çalışırken cinayetler işlenmeye başlar. Bir matematik bilmecesine benzeyen notlar da gelmeye başlayınca beraber cinayetleri araştırmaya başlarlar.

Ne anladım; İspanyol yönetmen Alex De La Iglesias'ın tanınmış İngiliz ve Amerikalı oyuncularla ilk filmi. Geçen sene izlediğimiz Fermat'ın Odası'na benzeyen hikayesi; akademik çevrelerde gerçekleşen ama hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı seri cinayetleri anlatıyor. Hikayenin görsellikten çok konuşarak anlatılması takibi zor bir film çıkartıyor ortaya ama dialoglar takip edilebilirse fena olmayan söylemler filmi biraz sürüklüyor. Koca Oxford'da bir tane akıllı adam yok neredeyse. Çekimindeki kusurlara rağmen işlenen cinayetleri ulvi bir sonuca bağlama konusunda zayıf kalan benzerlerine kıyasla senaryo açısından ayakta kalabilen bir film izlenimi bıraktı bende.

Aklımda kaldı; profesörün bilinemezci söylemleri. Elemanın "ben gördüğüme inanırım" diyip parke taşlarına düştüğü sahne çok acemice çekilmiş gibi geldi. Finaldeki önce profesörü sonra Martin'i odağa alan çözümlemeler.

Sonuç; tv filmi tadında.

25 ekim cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0488604/

10 Ekim 2008 Cuma

The Package (1989)

*** Soğuk komplolar ***

Konusu şöyle; Nükleer silahlanma yarışını sona erdirmek için iki süper güç soğuk savaşın son günlerinde anlaşma sağlamak üzeredir. Her iki ülkenin askeriyesinde de bu durumdan rahatsız olan komutanlar vardır. Johnny Gallagher (Gene Hackman) toplantının ardından bir komutana yapılan saldırıda gereken korumayı sağlayamaz, paket olarak tanımlanan bir adamı (Tommy Lee Jones) Amerika'ya götürmek gibi içi boş bir göreve verilir.

Ne anladım; Norris ve Seagal'ın etkafa aksiyonlarının yönetmeni Andrew Davis'ten iki baba oyunculu politik gerilim filmi. Çok sıkı bir başlangıcı var, Midnight Run gibi bir yöne giden hikaye Washington havaalanındaki sahnede tamamen farklı bir yola sapıyor, karmaşıklaşıyor. Hikayede Gallagher'ın yakınında durmamıza rağmen izleyiciyi karakterinden daha farklı bilgilendirerek hikayeye daha çok dahil ediyor. Çekildiği tarihlerde Berlin duvarının yıkılması bir dönemin sona ermesi çekimler bitmeden içerdiği olayların güncelliğini yitirmesine yol açmış. Sonlara doğru günümüzden bakınca benzerlerini çok gördüğümüz finallerden birine girmesi ilginçliğini yitirmesine yol açıyor ama artık giderek daha seyrek çekilen bir tür olarak sevenleri tatmin edecek nitelikte.

Aklımda kaldı; finalde arabanın arka koltuğuna dönen şoförün iki kurşunu bütün bu komplonun daha devasa bir olayın küçük bir parçası olduğunu hissettirmesiyle çarpıcı. Artık çekilen bu tür filmlerde mesela kadın mutfağında öldürülürken gösterilmiyor, bu sebepten de numunelik sahneler var.

Sonuç; gayet ilginç

9 ekim perşembe izledim

http://www.imdb.com/title/tt0098051/

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Felon (2008)

** Close 13! **

Konusu şöyle; karısı ve çocuğuyla geçinip giden sıradan vatandaş Wade Porter (Stephen Dorff) bir gece evine giren hırsızı takip eder ve istemeden öldürür. 3 yıllık cezasını azılı katillerin arasında çekecektir.

Ne anladım; Ric Roman Waugh'un bu hapishane dramasında ağırlık Wade karakterinin durup dururken nasıl hapise düştüğünde ve orada nasıl bambaşka bir dünya olduğunda. "İçerideki yaşam"ı olabildiğinde gerçekçi yansıtma gayesindeki hikayede Val Kilmer'de ailesini kaybetmiş, çok acımasız ve güçlü bir yan karakteri canlandırıyor, ciddi irileşmiş adam bu rol için. Filmin gerçekçilik hedefinde olmasına rağmen ilginç bir şekilde aşırı yapaylık kötü bir tat bırakıyor. "Yaa. bak neler oluyor hayatta" demekten hoşlananlar için.

Aklımda kaldı; Val Kilmer'ın gözlüğü ve sakalı. Avludaki dövüşler.

Sonuç; olmamış

30 ağustos ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1117385/