Arama

30 Haziran 2008 Pazartesi

Tropa De Elite (2007)

**** Yozlaşmış polisler BOPE'ye giremez Bay 02 ****

Konusu şöyle; Brezilya'nın mahallelerinde kanun eli silahlı çetelerin elindedir. Polis teşkilatı yozlaşmanın merkezidir. İdealist iki çocukluk arkadaşın teşkilatın içine girmesi ile gerçeklerle yüzleşmesi bir olur. Polisin pisliğini temizleyen ve hiç olmazsa yaşamın devam etmesini sağlayan BOPE (Özel tim) seçilmiş polislerin girebildiği kurukafa simgeli bir başka teşkilattır. Bebeği olacağı için kendisini emekliye ayırmaya ve yerine birini bulmaya çalışan sert yüzbaşı Nascimento bir olayda bu ikili ile karşılaşır.

Ne anladım; filmde konu edilen BOPE örgütünde bizzat bulunmuş iki eski polisin derledikleri kitaptan uyarlanan film gelmiş geçmiş en gerçekçi polis filmi ünvanını hakediyor. Portresi çizilen ülke ve ortam o kadar başıbozuk ve çivisi çıkmış Mad Max'deki gibi "postapokaliptik" sıfatını hakediyor. Filmin yarıdan fazla bir süresinde polisi, BOPE'yi ve karakterleri tanıyoruz. Ardından zorlu eğitim süreci, son olarak da kimin yeni yüzbaşı olacağı düğümünün çözülmeye çalışıldı bir perde var. Bu olayların hiç birini olduğundan önemli göstermeyip merkeze karakterleri alan senaryo övgüyü hakediyor. Aynı topraklarda geçen Tanrıkent akla gelse de burada karşımızda daha soluk renklerde anlatılan bir hikaye var, aynı zamanda hem daha çiğ hem de daha olgun. Belki o kadar kurşun ve kan görmüyoruz ama şiddet perdeden taşıp tüylerimizi ürpertiyor. Özellikle Nascimento rolündeki Wagner Moura gerçekten iyi taşıyor karakteri. Gerçek kurumlarını acımasızca eleştirebilen ülke ve sanatçılara hayranlıkla bakmamak mümkün değil. Böyle filmleri izlerken her zaman acaba bir gün Türkiye'de bu filmin yüzde biri dobralığında bir film yapılabilir mi diye düşünüyorum ve yapanlara saygı duyuyorum. Papa gelecek diye geçeceği bölgede göstermelik bir temizlik yapmak da aslında tam bizden çıkabilecek bir hareket.

Aklımda kaldı; eğitim sahneleri (o yemek 10 saniyede bitecek!) Uyuklayan öğrencinin eline el bombası. Baskında Nascimento'nun gözcüyü konuşturduğu sahne. "Palaskanı niye takmadın?" sahnesi.

Sonuç; çok iyi

30 haziran ptesi gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0861739/

29 Haziran 2008 Pazar

Kunsten å tenke negativt - Art Of Negative Thinking (2006)

*** Zorla güzellik olmaz ***

Konusu şöyle; bir trafik kazası sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan Geirr iyice içine kapanmıştır. Karısı Ingvild son çare olarak benzer sorunlara sahip gönüllülerden oluşan bir pozitif düşünce grubunu evlerine davet eder. Herşeye olumlu yanından bakmaya çalışan, hatta kendilerini bunun için zorlayan ekip bu aşırı olumsuz adamı etkilemeye çalışırken kendi bütünlüğünü kaybeder.

Ne anladım; Norveç'ten bir kara komedi. Dogma filmlerini, özellikle Festen'i anımsatan bir görsellik. Polyannacılık denebilecek bir oyun oynayan grup ile karamsar Geirr aynı halatı iki ucundan çekiştiriyor ve çekişme bir yerden sonra kavgaya da dönüşüyor. Çözümleme olarak yapay psikolojik destekler yerine damdan düşen birinin daha faydalı olacağı ve körü körüne iyimserlikten ziyade gerçekçi bir yaklaşımın katkısını kutsayan hikaye samimi hissettiriyor. Bazı noktalarda olayların hızlı gelişmesi, karakterlerin ani patlamaları ve irrasyonel davranışları sıkıntı yarattı bende. Gerçi film karakterleri mantıklı davranmak zorunda değil tabi, kaldı ki buradakilerin hepsi ruhsal problemi olan kişilikler, grubun lideri konumundaki yazar dahil.

Aklımda kaldı; kırmızı bandanalı rus ruleti sahnesi. Johnny Cash sevmeleri. "I love your mom" şapkası.

Sonuç; idare eder.

29 haziran pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0945356/

Hoodwinked! (2005)

*** What the Schnitzel? ***

Konusu şöyle; ormandaki tüm yemek tarifleri çalınmaya başlar ve esnaf teker teker topu atmaktadır. Bir olaydan ötürü sorguya alınan kırmızı başlıklı kız, ninesi, kurt ve oduncudan biri olayların sorumlusu gibidir ama tecrübeli detektif Nicky Flippers aksini düşünmektedir.

Ne anladım; son derece ileri düzeyde bir senaryo. Filmin büyük kısmı aynı olayların dört farklı kişinin bakış açısından anlatılması üzerine kurulu ki bu yanıyla doğrudan sinema tarihinden çok önemli örneklere göndermeleri bariz. Bu açıdan sinemaseverlere ciddi keyif verecek bir malzeme var. Çizimler konusunda ise pek karşılaşmadığımız bir manzara var; ne klasik çizgi filmler gibi elle çizilmişler ne de günümüzün standardı inanılmaz cgi harikaları var. Evet bilgisayarda yapılmış bir animasyon ama ilkel bir uygulama ile kotarılmış. Aslında bu da çok sorun değil, çünkü bu haliyle küçük izleyicileri daha çok çekebilir, aynı zamanda da dialoglarıyla büyük izleyiciler için zeki bir eğlencelik olabilir. Seslendirme kadrosu da çok sağlam (Anne Hathaway, Glenn Close, James Belushi..) Klasik bir masalı artık alıştığımız gibi bir bambaşka bir temele oturtarak da görevini yapıyor ama tam olmamışlık, yeterince ilgi çekici olmama gibi bir dertten kurtulamıyor.

Aklımda kaldı; "Dolph, tie up the brat; Liesel, hold the book; Vincent, get the truck; and Keith, darnit change your name, please, that's not scary and I'm embarrassed to say it. Boris, try that. Keith, ya know, OOOO Watch out for Keith!" Rezervuar Köpeklerinin Wolf karakteri gibi konuşan sakin ve zeki detektif karakteri Nicky Flippers.

Sonuç; idare eder

29 haziran pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0443536/

Be Kind Rewind (2008)

**** Siz isteyin biz çekelim ****

Konusu şöyle; VHS devrinde kalmış bir video kiralama dükkanında çalışan Mike'ı (Mos Def) patronu Elroy (Danny Glover) bir geziye giderken dükkandan sorumlu olarak bırakır. Yakın arkadaşı Jerry (Jack Black) elektrik santralini sabote etmeye çalışırken kaza geçirir ve manyetik elektrik yüklenir. Dükkandaki tüm kasetler bu yüzden silinince müşterilerin istediği filmleri kendileri çekip kiralamaya başlarlar.

Ne anladım; Michel Gondry'den sinema sevgisi ile dolu bir komedi. Bir kamera ile bütün dükkandaki talep olan filmleri yeniden çeken ikili, Gondry'nin delice set tasarımları ile gene gönlümde yer etti. Sahneleri çekmek için buldukları çözümler karton arabalar, animasyonları bile kullanmaktan çekinmemeleri ile mükemmel bir oyun oynanıyor orada. Jack Black her rolünde olduğu gibi büyük bir enerji yayıyor ekrandan. Senaryo gereğinden fazla çıtkırıldım kalıyor, dünyanın değişimi, kasetten dvd'ye geçiş, eskiye özlem gibi temaları biraz zayıf şekilde ele alıyor ama zaten Gondry'nin tarzına uygun olarak beklentimiz de sevimli bir rüya görmek olmalı.

Aklımda kaldı; ilk çektikleri film olan Hayalet Avcıları ile iyice zıvanadan çıkıyor film. Jerry'nin gündüz vakti gece sahnesi çekeceğim diye tutturduğu, kameranın negatif tuşunu kullandıkları ve yüzlerinin düzgün görünmesi için fotokopi makinasında suratlarını çekip yüzlerin yapıştırdıkları sahne.

Sonuç; bayıldım

29 haziran pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0799934/

Superhero Movie (2008)

** Once a month, you'll bleed from your vagina. **

Konusu şöyle; hala ve amcası ile birlikte yaşayan Rick Riker (Drake Bell) bir okul gezisinde bir yusufçuk tarafından ısırılınca süper güçler kazanır.

Ne anladım; son Scary Movie'lere bulaşmış olan Craig Mazin, bu süper kahraman filmleri komedisinde yönetmenlik/senaristlik yapıyor. Merkezde örümcek adam olmak üzere x-men, batman ve diğerlerine de bulaşıyor tabii ki. Pek iyi bir girişi yok ama yarım saatten sonra biraz toparlıyor. Yapımcılar arasında Zaz ekibinden David Zucker da var. Ayrıca filmde Leslie Nielsen'ın olması kurtarıcı bir güç. Kısa bir sahnede uçak filmlerinin yıldızı Robert Hays bile var. Çok akılda kalıcı sahnesi olmasa da bir iki sahnede güldürüyor, tabi son dönemlerdeki tüm bu seri filmlerinde olduğu gibi bir sürü osuruk esprisi de var.

Aklımda kaldı; Tom Cruise sahnesi. Çatıda şehre düşünceli bakış atmak için diğer süperkahramanla aynı heykeli paylaştıkları sahne ve ardından gelen battaniye ile yangın söndürme sahnesi "yangın söndürücü bul" Hawking sahneleri beni rahatsız etti. Anne babası ile tiyatrodan çıktıkları ve hırsızın saldırdığı sahne. Doktorun dialogları.

Sonuç; eh işte

29 haziran pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0426592/

28 Haziran 2008 Cumartesi

Definitely, Maybe (2008)

*** - I like penguins. -Me too. - Me three. ***

Konusu şöyle; politik danışman Will Hayes (Ryan Reynolds) boşanmak üzeredir. Kızı Maya (Abigail Breslin) annesi ile nasıl tanıştıklarını ve hikayeleri anlatmasını ister. Adamın hayatında önemli üç kadın olmuştur. İsimleri değiştirerek ve gerçek annenin hangisi olduğunu sonda açıklayacak şekilde hikayeyi anlatmaya başlar Maya da hangi karakterin annesi olduğunu anlamaya çalışır.

Ne anladım; Bridget Jones, Wimbledon, French Kiss gibi bilindik romantik komedilerde yazar olarak çalışmış olan Adam Brooks bu kez kendi geçmiş kameranın ardına (gerçi ilk değil ama şimdiye kadarki en büyük dağıtım şansı olan çalışması) Ana karakter Bill Clinton'ın başkanlık seçimine katıldığı yıllarda idealist ve heyecanlı bir genç olarak kampanyasına katılıyor. Hikaye ilerledikçe nasıl Amerikan halkı Clinton'ın saçmasapan hareketleriyle allak bullak olup güvenlerini bir kez daha yitiriyorsa bu darbeler adamımızı hayat karşısında biraz daha yontuyor. Cumhuriyetçi propagandası olabilir düşünceleri var ama bana kalırsa bu olanlardan üzülmüş kalbi kırık bir demokrat var senaryonun arkasında. Filmin komedi kısmı çok zayıf, oyunculuklar genelde iyi olsa da özellikle Maya rolünde Breslin çok itici geldi, belki de kızın yaşı farklı olmalıydı, ama ilginç bir şekilde karakter akılda kalıyor. Gene de gerçek dönemlere atıfta bulunan sahnelerle ortam ve karakterlerin ruh hali başarılı şekilde veriliyor ve finalde de gelenekçi olmayan bir sonuca ulaşarak tatmin ediyor.

Aklımda kaldı; penguenli sahne. Kampanya danışmanlığı kariyeri.

Sonuç; eh işte

27 haziran cuma gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0832266/

22 Haziran 2008 Pazar

Walk Hard: The Dewey Cox Story (2007)

**** Wrong kid died ****

Konusu şöyle; şarkıcı Dewey Cox (John C. Reilly) konserine çıkmadan önce bir duvara yaslanır ve hayatının film şeridi gibi gözünün önünden geçmesini izler. Biz de neredeyse tüm müzik efsanelerine uğrayan bu hikayeyi izleriz.

Ne anladım; Judd Apatow'un da işin içinde olduğu büyük hedefli bir komedi. Jack Kasdan yazar kadrosunda ve yönetiyor. Dewey'in absürd komedi sınırlarını da aşan hikayesi ünlü isimleri kullandığı yerlerde ve klişelerle geçtiği dalgalarla bence çok komik oluyor. Johnny Cash'in hikayesini (Walk The Line) başta olmak üzere birçok ismi kullanıyor taşlamak için film. Ciddi rollerin ve yardımcı karakterlerin adamı Reilly başrolünde Elvisvari bir karakter çiziyor ve kılıktan kılığa giriyor. Pıtırak gibi çocuk doğuran karısı ile, sürekli yeni bir alemde yakalanan ve "bu işlere bulaşmak istemezsin" diyen zenci davulcusuyla, "yanlış çocuk öldü" gibi sürekli tekrarlanan esprileriyle, "daha fazla battaniye ve daha az battaniye lazım" gibi kopuk laflarıyla tüm biyografi ve bildik klişelerle uğraşıyor senaryo. Herkesin hoşuna gidecek bir teması yok hatta unrated sürümde gene bol bol penis görünüyor. Patrick Duffy ve Morgan Fairchild bile geçiyor filmin içinden. Bir de töreni sunan Eddie Vedder Dewey için çok iyi laflar ediyor :) En büyük artısı bazı filmleri tiye almak için çekilmiş olsa da kendi senaryosunu oluşturmak için çaba harcaması ve hikaye çizgisi için kolaya kaçıp bunlardan birini model almaması.

Aklımda kaldı; Bob Dylan şarkısı ve Beatles ile Hindistan'da Maharishi önündeki dialoglar kopartıyor.

Sonuç; komik

22 haziran günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0841046/

Before the Devil Knows You're Dead (2007)

***** Kral bir kara film *****

Konusu şöyle; maddi sıkıntıya düşen iki kardeş (Philip Seymour ve Ethan Hawke) bir kuyumcuyu soymak için plan yaparlar. Soygun günü işler karışır.

Ne anladım; büyükusta Sidney Lumet 84 yaşında belki de son kez bir başyapıt çıkartıyor. Bir suç filmi olarak Woody Allen'ın şimdilik son filmi Cassandra'nın Rüyası ile aynı çıkış noktasındayız. Hikaye daha karanlık, Coen biraderlerin Blood Simple, Fargo ya da No Country'sinin tadında. Anlatımda ise değişik bir yapı kurmuş üstad. Bir karakterle bir kesit izliyoruz, sonra geri sarıyor ve başka bir karakterle aynı noktaya gelip devam ediyoruz, ardından başka bir yerde durup başka bir bakış açısına geçiş. Biraz Tarantino'nun Jackie Brown'unu anımsatıyor ama bu hikayeye çok uygun biçimde biçilmiş bir şekil almış halini. Oyunculuklar desen Hoffman ve Hawke fiziksel olarak kafada uymasa da oyunlarıyla kardeşlik ve filmin temalarını fazlasıyla taşıyor. Başlarda baba rolünde neden Albert Finney var ki diye düşünen olursa sonlara doğru cevabı geliyor. Son derece grafik bir seks sahnesi ile başlayan filmde sonradan bu Rio tatilinin ancak Hoffman'ın rüyası olabileceğini düşündürecek kadar acıklı (!) olaylar izliyoruz. 84 yaşında böyle bir film yapacak değil izleyecek durumda olmak bile mükemmel olurdu.

Aklımda kaldı; bir "aslan kral" yüzünden olanlara bak. Hoffman'ın uyuşturucu için gittiği yer Once Upon In America'daki afyonhaneye mi gönderme. Finney - Hoffman konuşması, ilk oğul olmanın ezilmek demek olduğu üzerine. Filmin ismi şu İrlanda iyi dileğinden geliyormuş: "May you have food and raiment, a soft pillow for your head; may you be 40 years in heaven, before the devil knows you're dead."

Sonuç; kapkara bir başyapıt.

22 haziran pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0292963/

Romulus, My Father (2007)

**** Avustralyadan bir aile draması ****

Konusu şöyle; Romulus (Eric Bana) sürekli kendisinden kaçan, aldatan, geri gelen ve sonra yeni baştan başlayan dengesiz karısı Christine'e (Franka Potente) umutsuzca tutkun ve oğlu Raimond ile birlikte çalışarak yaşamını sürdürmeye çalışan bir işçidir. Oğlunu iyi bir okulda okutmak için para kazanmaya çalışırken bir yandan da karısının sebep olduğu duygusal gelgitlerle boğuşur.

Ne anladım; sonradan tanınmış bir filozof/yazar olan Raimond Gaita'nın çocukluk anılarından derlenip toparlanan senaryo, şimdiye kadar tüm kariyeri oyunculuk üzerine kurulu olan Richard Roxburgh tarafından yönetilmiş. Avustralya'dan bir festival filmi tadındaki hikaye müzmin post-partum hissiyatındaki bir anne, onu bir şekilde unutup hayatını başka bir yola sokamayan bir baba ve yavaş yavaş büyüyen oğullarının erkenden olgunlaşması ve onları bağlı oldukları pamuk ipliklerinden sımsıkı yakalamasını anlatıyor. Akıl hastası bir akrabanın kulaktan kulağa fısıltılarla anlatılan hikayesini dinlemek gibi. Angela'nın Küllerini anımsatan acı bir tat. Bana, Potente ve küçük Raimondu oynayan Kodi Smit-McPhee sakin ve çok iyi oynuyorlar. Film de ağır hikayesine rağmen duygularla oynamak yerine aklıbaşında bir anlatıcı gibi görevini yapıyor.

Aklımda kaldı; sidikte yumurta pişirmek mümkünmüş. Annesini uyanık tutmak için heyecanla anlattığı hiç bir olay olmayan masal. Soğuktan uyuyan arıları ısı ve ışıkla uyandırmaları.

Sonuç; ağır bir dram.

22 haziran pazar izledik

http://www.imdb.com/title/tt0462023/

Rogue (2007)

*** Avustralya ne panoramik memleketmiş ***

Konusu şöyle; Amerikalı gazeteci Pete (Michael Vartan) Avustralya'da cevval rehber Kate (Radha Mitchell) liderliğindeki turistik nehir turuna katılır. Gezinin sonuna doğru gördükleri işaret fişeklerinin kaynağını araştırırken devasa bir timsahın bölgesine girerler ve timsah çok sinirlenir.

Ne anladım; Wolfcreek ile çıkış yapan yönetmen Greg Mclean gene Avustralya'da geçen bir korku filmi yapmış. Bu sefer bir manyak katil yok ortada, hatta canavar hayvan filmi olmasına rağmen doğaüstü bir güç tarafından yoldan çıkarılmış bir yaratık da değil kötü karakter. Sadece bölgesine girildiğinde çileden çıkan cüsseli bir timsahı bir grup kibirli turist ve maganda yerlinin karşısına koyup kullanmış McLean. Hikaye önceliği karakter gelişimine veriyor ve ağırdan alıyor, timsahı da çok göstermemeye özen göstererek efektlerini de ekonomik kullanıyor. Neticede çok fazla kan göstermeden sinir bozmaya öncelik vererek geçiyor filmin süresi. Senaryo karakter gelişimine öncelik veriyor dedik ama çok da iyi yapmıyor işini. Vartan'ın karakteri merkezde olmasına rağmen Alias'daki sıkıntılı yüz ifadesini aynen taşıyan varyasyonsuz oyunu sığ kalıyor, neredeyse kamera beni çekmesin de ne yaparsa yapsın demiş. Bu arada o teknenin oraya gitmesine sebep olan fişeklerin hikayesi belki daha ilginç olabilirdi. Doğa görüntüleri en sevilesi yanı filmin.

Aklımda kaldı; the man the legend tişörtü. Timsahın en etkileyici görüntüsü kayaya dayanmış Vartan'a kafayı yan çevirerek hoplamasıydı.

Sonuç; eh işte.

21 haziran ctesi gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0479528/

19 Haziran 2008 Perşembe

The Great Debaters (2007)

**** Who is the judge? ****

Konusu şöyle; Teksas'ta zencilerin okuduğu Wiley Üniversitesinin profesörlerinden Melvin Tolson (Denzel Washington) okulun ilk münazara ekibini kurar ve ülkenin son şampiyonunu yenmeyi hedefe koyar.

Ne anladım; Denzel baba 2002'deki psikolojik drama Antwone Fisher'dan sonraki ikinci yönetmenlik denemesi ile karşımızda. Adından ve gerçek bir hikayeden uyarlanmış olmasından sebep, nihayetinde zaten başarıya mahkum bir hikayeyi izlediğimiz belli. Tipik spor filmi şablonunu kullanan hikayenin meselesi buradaki başarı değil yan hikayeler. 1935 yılında belki artık kuzey güney ayrımı ve kölelik yoktur ama Teksas gibi eyaletlerde gizli zenci yakan gruplar, toplumda yaygın önyargılar hala hem derisi farklı renkte olanların hem de kadınların hayatlarını zorlaştırmaya devam ediyordur. Bu noktada mücadele için kaba kuvvet ve güç kullanımının karşısına tartışma ve düşünmeyi koyan sağduyulu bir bakış açısına sahip olan film bu yaklaşımı duygusal bir merdiven olarak kullanıyor. Washington'ın doğal olarak yardımcı bir rolde bulunduğu filmde yönetmen olarak ilginç denemeler yapıyor, kamerasını genel çekimden yakın plana oynatıyor, münazara salonunda konuşmacıya odaklanmadan içeride şöyle bir dolanıyor, giden trenin ardından vinci yükseltiyor. Yenilikçi olmasa da klostrofobik bir etki oluşmaması için elinden geleni yapıyor. Senaryo filmin konuşmaya boğulmasına izin vermeyerek doğru dengeyi yakalamış. Oyunculuklar gereğinden fazla heyecanlı ve gençlik filmi düzeyinde kalmış.

Aklımda kaldı; yolda gecenin bir vakti linç çetesi ile karşılaştıkları sahne hem yanık ceset ile bir dramatik kırılım noktası hem de adeta vampirler gibi saldırmalarıyla izleyiciyi geren bir sahne. Her filmde olması gereken gaz konuşması, zorlama olmuş ve beğenmedim ama akılda kalıcı -Who is the judge? -The judge is God. -Why is he God? -Because he decides who wins or loses. Not my opponeent. -Who is your opponent? -He does not exist. -Why does he not exist? -Because he is a mere dissenting voice of the truth I speak!

Sonuç; izlenir

18 haziran çarşamba gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0427309/

16 Haziran 2008 Pazartesi

30 Days Of Night (2007)

*** 28 günden sonra ne var, 30 gün ***

Konusu şöyle; 30 gün sürecek olan Alaska gecesine girmek üzere olan kasabada bir uydu telefonu parçalanmış ve köpekler öldürülmüş olarak bulunur. Olayları araştıran Şerif Eben (Josh Hartnett) kasabanın sağlam bir vampir çetesi tarafından ele geçirilmek üzere olduğunu anlar.

Ne anladım; daha önce Hard Candy'sini izlediğimiz David Slade tanınmış bir çizgi romanı sinemaya aktarıyor. Filmin çıkış noktası çok şık. Her ne kadar kanun adamı olmak için fazla temiz yüzlü olsa da Hartnett'in ve diğer insan karakterlerin hikayeleri ilgi çekiyor. Yaratıkların görünmesini de mümkün olduğunca erteliyor Slade. Ancak ilk görünmeleriyle neden bu kadar geciktiklerini anlıyoruz. Elemanlar korkunç evet, ama korkunç salak görünüyorlar. Güneş doğana kadar hayatta kalma mücadelesi veren kasaba halkı filmin gore öğeleri sayesinde ilgiyi ayakta tutabiliyor. Bol bol kafa kesmece izliyoruz hatta bir yerde küçük bir vampir bile (karamürsel sepeti değil, en iyi rol yapanı o) parçalanıyor. Ben Foster vampirler tarafından görevlendirilen insan ajan rolünde gene aşırı abartılı bir oyun oynuyor.

Aklımda kaldı; finalde güneş ışınlarıyla küle dönüşen adam.

Sonuç; eh işte.

14 haziran ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0389722/

8 Haziran 2008 Pazar

In The Valley Of Elah (2007)

***** Davud ile Golyat'ın savaştıkları vadi *****

Konusu şöyle; asker emeklisi Hank Deerfield (Tommy Lee Jones) oğlunun bağlı olduğu birliğin Irak'tan döndüğü ancak oğlunun kaçak göründüğü haberini alır. Hank kaybolan oğlunun nerede olduğunu araştırmaya önce ordudaki yakın arkadaşlarından başlar. Polis ve askerlerin çok da doğru yöntemler kullanmadığı bu araştırma sırasında bazen onun da katılması ve iteklemesi gerekecektir.

Ne anladım; Paul Haggis şu ana kadar Crash, Million Dollar Baby ve Flags Of Our Fathers filmlerinde yönetmen veya senarist olarak ismini duyduğumuz bir sinemacı. Bu sefer Irak savaşını fonda kullanan bir hikayeye el atmış ve Courage Under Fire gibi yavaş yavaş çözümlenen bir askerin kaybolması öyküsünü anlatıyor. Ortadoğu'daki Amerikan varlığı ya da genel olarak savaşın insan üzerindeki yıkıcı tahribatı konularını ele alan bir filmde merkez üs olarak cephe yerine Amerika'yı almak çok kritik ve olgun bir karar. Jones ülkesine gönülden bağlı ve ordu yandaşı bir vatandaşın gözü olarak hikayenin ana karakterini çok inandırıcı bir şekilde canlandırıyor. Ülkelerinden uzağa giden genç askerlerin nasıl bir çılgınlığa atıldığı bu sefer Vietnam'dan daha farklı olduğu gibi etkilerin giderek nasıl kötüleştiğini göz önüne sermeye çalışıyor Haggis. Yan karakterleri de çok olgun çizilmiş hikayede özellikler Theron parlıyor.

Aklımda kaldı; ters bayrak. Sarandon'un oğlunun cesedinin camın arkasından gösterildiği sahnedeki oyunu (her ne kadar sahne çok gereksiz olsa da) şıktı (zaten başka pek bir sahnesi yoktu) Hank'in oğlana sapan hikayesini anlattığı sahne.

Sonuç; çok beğendim

7 haziran ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0478134/

5 Haziran 2008 Perşembe

Vantage Point (2008)

*** Bu filmi Rashomon'la kıyaslayan diller tutulsun ***

Konusu şöyle; Salamanca'da düzenlenen bir barış mitinginde Amerikan Başkanına suikast düzenlenir ve ardından meydanda bir bomba patlar. Olay sırasında orada bulunan 8 kişinin gözünden aynı hikayeyi farklı açılardan izleriz.

Ne anladım; Barry Levy'nin senaryosu ilk yönetmenlik denemesinde Pete Travis'in elinde. Filmde yaklaşık on dakikalık olayı önce bir televizyon ekibinin çalışma mekanında monitörlerden takip ediyoruz. Herşey olup bittikten sonra kaset geri sarıyor ve bu kez başkanın korumasının yanında aynı olayları yaşıyoruz ve bildiklerimize yenileri ekleniyor. Bu şekilde olayın tamamını öğrenip iyi ve kötü adamlar belirlendikten sonra da sondaki büyük kovalamaca sahnesine bağlanıyoruz. Filmin genel havası tv dizisi 24'ü anımsatıyor. Rashomon'un adının bu filmle anılması ancak anlatımın fikir olarak benzemesinden kaynaklanabilir, yoksa burada gerçekliğin farklı algılanması üzerinden felsefik bir yaklaşımdan ziyade gayet zayıf yazılmış karakterler üzerinden basit bir aksiyona ulaşma hevesi var. Akla getirdiği diğer bir film de Palma'nın Snake Eyes'ı. İlgi çekici bir fikir kısa sürede sıkıntı vermeye başlıyor, senaryonun ve yönetimin zayıflığı iç bayıyor.

Aklımda kaldı; Forest Whitaker'ın canlandırdığı sıradan vatandaşın neredeyse yürüyerek depar halindeki ajan ve teröristlerin bulunduğu yere aynı anda gelmesi, aynı şekilde kız çocuğunun da gelmesini geçtim kurt ajanın ambulansın kapısını açıp kıçı dönük yüzü görünmeyen adama "Başkan" diye hitap etmesi tüy dikti.

Sonuç; eh işte.

4 haziran çarşamba gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0443274/

2 Haziran 2008 Pazartesi

Meet The Spartans (2008)

*** 300 Spartalıdan daha iyi bence ***

Konusu şöyle; Sparta Pers kralının boyun eğme talebini reddedince dünyanın en büyük ordusuna karşı 13 Sparta'lı gönüllü orantısızlığında bir savaş başlar.

Ne anladım; zamanında ZAZ filmleri vardı, sonrasında Wayans biraderler, son senelerde Date Movie, Scary Movie, Epic Movie gibi filmlerle o gelenek devam ediyor. O senenin en çok seyirci toplamış filmlerinden birini seçip o konu etrafında diğer filmlerden espriler serpiştirilerek bir komedi üretiliyor. Benim açımdan o senenin filmi diğerleri hatırlamanın bir yolu. Bu film çok komik olmasa da hangi filmden bahsettiğini ve ne ile dalga geçtiğini bulmak bile bir eğlence. Sadece filmle dalga geçmiyor aynı zamanda popüler tv ve müzik kültüründen de birçok parça var. Eskiden bunları pek tanımazdık ama şimdi Tamam mı devam mı, zartsıtar gibi yarışmaları biliyoruz örneğin. Orijinal filmdeki aşırı testosteron yüküne karşın askerlere gay muamelesi yapması sayesinde kanım ısındı bu filme.

Aklımda kaldı; Grand Theft Auto: Hot Gates. Gerard Butler'ın abartılı aksanını çok güzel kullanmış, artı Spartalıların bembeyaz dişleri süper. Her ölüm çukuruna atılana güldüm, gayet güzel seçimler (Tom Cruise, yarışma jürileri..)

Sonuç; her zevke göre değil

1 haziran gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt1073498/

1 Haziran 2008 Pazar

Awake (2007)

*** Am I supposed to still hear you? ***

Konusu şöyle; babasını genç yaşta kaybeden ve kendisine aşırı bağlı annesi (Lean Olin) ile yaşayan aşırı zengin Clay Beresford (Hayden Christensen) yanlarında çalışan Sam Lockwood (Jessica Alba) ile evlenmeye karar verir. Ertesi gün uygun verici bulunur ve uzun zamandır beklediği kalp nakil ameliyatına alınır.

Ne anladım; her 14000 ameliyattan birinde anestezi alan hasta ameliyat esnasında kendine geliyor ve herşeyi hissediyormuş. Joby Harold ilk uzun metraj denemesinde bu tıbbi bilgi üzerine kurulmuş bir gerilim yazıp yönetmiş. Öncelikle hikaye giriş için iyi bir vakit harcıyor, doğrudan tıbbi bir gerilim beklentisi içinde bu durum acayip geliyor çünkü başlangıçta karşımızdaki basbayağı bir baskıcı anneye karşı aşkını ve özgürlüğünü korumaya çalışan tıfıl genç filmi gibi, ama neyseki giderek olaylar ilginçleşiyor ve açıkçası ben gelişimi hiç öngöremediğimden bayağı zevk aldım filmden.

Aklımda kaldı; testereyle göğüs kafesinin açıldığı ameliyat sahneleri insanın içini hüpletiyor.

Sonuç; ilginç

1 haziran pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0211933/