Arama

16 Mart 2022 Çarşamba

I Love You To Death (1990)


*** When somebody shoot you in the head it make you think ***

Konusu şöyle; Çapkın pizzacı Joey Boca (Kevin Kline) hergün başka bir güzelle birlikte olmakta, karısını (Tracey Ullman) da ihmal etmektedir. Sonunda bir gün karısı toz kondurmak istemediği Joey'in kendisini aldattığını gözleriyle görür ve onu öldürmek için yardım almaya karar verir. Araba tamircisi annesi (Joan Plowright), yanlarında çalışan kendisine aşık Devo (River Phoenix) ve kendisi yapamayınca bulduğu keşler Harlan (William Hurt) ve Marlon (Keanu Reeves) yardımına başvurduğu kişiler olur.
Ne anladım; filmin yönetmeni Lawrance Kasdan; yazar olarak Star Wars ve Indiana Jones serilerine katkı yapmış, Amerikan sinemasının arka plandaki güçlerinden. Bu  kişisel filminde devasa bir kadro var. Tanınmaz durumdaki keşler William Hurt ve Keanu Reeves, River Phoenix, Phoebe Cates (Kline'ın gerçek hayattaki karısı Drop Dead Fred ile aynı senede bu filmde kocasına iyilik için rol almış ve saçı aynı) güzel sürprizlerden birkaçı. Gerçek bir olaydan uyarlanmış hikaye bir fransız vodvili havasında.
Aklımda kaldı; Rasputin gibi zehirlense de vurulsa da ölmek bilmeyen Kevin Kline filmi sürüklüyor ama yan oyunculukların hepsi de keyifli. 
-Rosalie Boca: Keşe benziyorlar. 
-Devo : Evet, uyuşturucu bağımlısı onlar. 
-Rosalie : Aman tanrım! Uyuşturucu bağımlılarını mı tuttun? 
-Devo: Kimi tutacaktım? Kızılhaçı mı? 
-Nadja: Kibar çocuklara benziyorlar. 
-Rosalie : Evimde uyuşturucu bağımlısı istemiyorum. 
-Nadja: Hayır Rosalie. Onları uyuşturucu bağımlısı olarak düşünme. Katil olduklarını düşün.
Sonuç; eğlencelik ama hatıra tazelemek için inanılmaz 14 mart evde

Altered States (1980)

*** Gerçeğin Ötesinde ***

Konusu şöyle; Psiko-fizyolog Eddie Jessup (William Hurt) uyarıcı ilaçlar ile yalıtılmış tanklarda saatlerce kalarak yaptığı deneylerle bilincin sınırlarını çözmeye çalışmaktadır, bu sırada da ateist olmasına rağmen birçok dinsel halüsinasyon görür. Son derece asosyal neredeyse akıl hastası bir kişilik olmasına rağmen kendisi gibi sıradışı Emily'i bulur ve evlenir, kariyerine devam eder. Yıllar sonra Meksika'da yerlilerden bulduğu bir mantarlarla aynı deneyleri tekrarladığında farklı bir fiziksel ve zihinsel varlığa dönüştüğünü ve ulaştığı yerin insanlığın tarihi atalarının yaşamları olduğunu düşünür.
Ne anladım; Ken Russell'ı roman uyarlaması bu psikolojik bilimkurgusu William Hurt için birkaç televizyon dizisi sonrası ilk sinema deneyimi, cesur ve etkileyici bir başlangıç. Romanın yazarı Paddy Chayefsky yönetmenle hiç anlaşamamış ve filme de senarist olarak adını vermemiş. Film  Jacob's Ladder ya da ilham kaynağı olduğu Cronenberg'in The Fly tonunda.
Aklımda kaldı; 80 yapımı bir film için derinin kabarması gibi efektlerini başarılı buldum. Drew Barrymore'un ilk filmi.
Sonuç; Bob Balaban varsa film kötü olmaz.
14 mart günü izledim

Yeniden

İzlediğim filmler üzerinde biraz düşünüp araştırıp kısa bir şeyler yazıp sonradan baktığımda nesini sevdiğimi hatırlatacak notlar tuttuğum bu bloga en son 2010 aralık'ta yazmışım. Sonrasında hem izlediğim film sayısı hem izlediklerimden aldığım zevk iyice azaldı. Eskiden filmleri vcd, dvd ya da divx formatlarında arşivlerdim, o da anlamsız gelmeye başlayınca izle sil formatına geçtim iyice.

Bu hafta William Hurt'ün ölüm haberi geldi. Çok sevdiğim oyuncu, yönetmen gidiyor bu aralar ama galiba en tepeye koyabileceğim birisiydi Hurt. 80 ve 90 lar sinemanın olgunlaşması ile 2000 sonrası tamamen endüstrileşip ruhunu kaybetmesi arasındaki bir dönem ve tabii ki yaş itibarıyla beraber büyüdüğüm yıllar. Bizim yaşadığımız yıllar iyi bir izleyicinin hem klasiklere hem güncele bir şekilde yetişebileceği bir dönemdi, şimdi doğan bir çocuğun çok iyi bir yönlendirme olmaz ise film izleme serüveninin çer çöp izleyerek geçeceğinden korkuyorum. Neyse ki sinema izleyip öğrenmek için iyi bir zamanda dünyaya gelmişim.

William Hurt filmografisine bakınca da çok önce izlediklerim, izlemeyip kaçırdıklarım çok etkileyici bir liste gördüm. Öncelikle o filmlerden başlayıp notları yeniden yazmaya başlıyorum bakalım ne zaman sıkılacağım...

28 Aralık 2010 Salı

The Tourist (2010)

*** Ameliyata iki milyon euro verdin ve bu suratı mı seçtin ***

Konusu şöyle; Rus mafyasından İnterpol'e neredeyse tüm dünyanın peşinde olduğu hırsız/dolandırıcı Alexander Pearce'in sevgilisi Elise (Angelina Jolie) peşindekileri atlatmak için trende fiziksel olarak Alexander'ı andıran bir adamın yanına oturup konuşur. Karısını kaybetmiş, casus romanı seven bir matematik öğretmeni olan Frank Tupelo (Johnny Depp) kendisini bu çekici kadına kaptırır.

Ne anladım; Başkalarının Hayatı ile tanıdığımız Donnersmarck'ın iki yıldız oyuncu ile kotardığı bir yeniden çevrim. Orijinal filmdeki Sophie Marceau bence Jolie'den daha çok uygun bu role. Paris'ten Venedik'e görsel albenisi olan mekanlarda geçen film klasik tadını izleyiciye verebiliyor. İki karakter arasındaki çekimi izah etmekte zorlanması ise senaryonun eksisi bence.

Aklımda kaldı; son jenerikte çalan Starlight (Muse) filmin tonuna mükemmel uyan bir parça. Çatılarda pijamalarla kaçan Frank. Frank'in İtalya'da ispanyolca konuşmaya çalışması ve elektronik sigara da senaryoda çok güzel detaylar.

Sonuç; eğlencelik

25 aralık ctesi günü sinemada izledik

Av Mevsimi (2010)

*** Bakış açısını değiştir ***

Konusu şöyle; ormanlık bir alanda kesik bir kol bulunur. Cinayet masasından tecrübeli detektif Ferman (Şener Şen) ve deli laz İdris (Cem Yılmaz) konuyu araştırmakla görevlendirilir. Eleman eksikliğinden yanlarına çömez Hasan(Okan Yalabık)'ı da alırlar. Araştırma zengin holding patronu Battal'a (Çetin Tekindor) kadar uzandığında bakanların da devreye girdiği ve çözümü zorlaşan bir savaşa dönüşür.

Ne anladım; Yavuz Turgul'un senaryo ve yönetimi ile sinemamızda pek görmediğimiz bir tür filmi denemesi. Öncelikle görüntü yönetiminin tonu ve başarısını kabul etmek lazım. Bir polisiye çekmek de bu kadro için güzel bir deneme olmuş. En ciddi sıkıntı karakterlerin fazla derin olmaması, nihai çözümün filmin adında bile iddia edilen av/avcı/zekaların savaşı gibi sözlerin ağırlığı altında kalması ve dialoglardaki etkileyicilikten uzaklık bana göre. Beni rahatsız eden birkaç kısmını sıralayayım; İdris'in sıkı araba takibine başlar başlamaz Hasan'a antropoloji konusunda laf sokmaya çalışması, gene İdris'in eski karısıyla yakınlaştığı gece, gene İdris'in barda duyduğu şarkı karşısında gösterdiği çocukça heyecan tepkisi vs. vs.

Aklımda kaldı; gölde ilerleyen ve kesik ele ulaşan giriş jeneriği. Ferman'ın ikisini aşağıda haşladığı sahne.

Sonuç; iyi niyetli bir deneme

6 Mart 2010 Cumartesi

$9.99 (2008)

*** Swim like a dolphin ***

Konusu şöyle; Sydney'de bir apartmanda yaşayan bir grup insanın yaşamda anlam arayışı. Küçük bir çocuk oyuncak almak için babasının verdiği bozuk paraları domuzcuk kumbarasında biriktirir, genç bir adam kendisini terk eden sevgilisinin ardında uyuşturucularla hayali arkadaşlarıyla parti yapar, bir başkası yeni süpermodel sevgilisi için vücudundaki kılları traş eder ve bir diğeri hayatın anlamını 9.99'a sunan kişisel gelişim kitapları sipariş eder.

Ne anladım; İsrail asıllı yönetmen Tatia Rosenthal'ın Avustralya ortak yapımı çok kaliteli bir stop motion. Kendi başlarına çok etkileyici kısa hikayeler ve anlarla kurulu hikaye bir bütün olarak içine girilmesi biraz zor bir yumak oluşturuyor. Aynı döneme ait Vals With Bashir'i anımsatan tarzı diğeri farklı bir animasyon olmasına rağmen bir İsrail animasyonundan bundan sonraki beklentileri pekiştiriyor. Ne boyutta model kullanılmış bilmiyorum ama ekrana yansıyan görüntü sinemanın bir çok kadrajı yeniden hamurlarla yaratabilecek bir teknoloji olduğu hissini uyandırdı. Açık zihinle izlenebilecek bir felsefik deneme.

Aklımda kaldı; girişteki kahve için borç isteyen silahlı adamlı sahne. Çocuğun sınıfa gülen kumbarasını anlatışı. Modelin koltukları.

Sonuç; ilginç

5 mart günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0790799/

28 Şubat 2010 Pazar

Man On Wire

***** If I die, what a beautiful death! *****

Konusu şöyle; 1974'de açılmasından kısa bir süre sonra, o dönemin en yüksek binası olan New York'daki ikiz kulelerde, uzun zamandır bunu takıntı haline getirmiş olan Philippe Petit, bir grup arkadaşının yardımıyla gizlice binalara girerek iki kule arasına gerilen bir tel üzerinde akrobasi yapar.

Ne anladım; James Marsh tarafından Petit'in kendini anlattığı kitaptan uyarlanan bir belgesel. Özünde bir tutkunun hikayesi. Küçüklüğünden itibaren yüksek yerlere tırmanmayı takıntı ve yaşamın kendisi haline getiren Petit için bir gün gazetede gördüğü çok yüksek binalar yapıldığı haberi zihninde bir hedef yaratmasını sağlıyor ve bunu başarmak için bir ekip oluşturup bu çılgınlığı yapıyor. Kendisinin de çok sevdiğinin belirtildiği eski soygun filmleri tarzında bir kurgusal anlatım olay gününü canlandırırken o dönemdeki karısı ve ekibin değişik üyeleri farklı noktaları anlatıyor. Adamlar daha önce Notre Dame ve Sydney de buna benzer faaliyetler yapıyorlar ve bu olayların anlatımı hikaye gelişiminin kademeli olmasını sağlıyor. Amaç politik bir eylem değil, bir adamın dünyanın tepesinde korumasız meydan okuması. Bir kez o ipin üzerine çıkıp aşağıdan görülünce kendisi inene kadar kimsenin müdahale etmesi mümkün değil, inanılmaz bir konstantrasyon gerektiren ve milimlik hatanın ölüm demek olduğu acaip bir deneyim. Yaşamı risk almak olarak niteleyen bir adamın psikolojisini incelemek var, bir aksiyon filmi kalitesinde gerilim var, yaşamı sorgulama da var ve her kesit gayet derli toplu anlatılıyor. Sirklerde hergün bunu yapan cambazlar bu adamı izlerken ne düşünür merak ettim.

Aklımda kaldı; ekipten bir üyenin diğerleri hakkında "ilk gördüğümde bunlar loser dedim" dediği sahne. Çayırda okçuluk ve bilimum denemeleri.

Sonuç; çok iyi

28 şubat günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1155592/