Arama

27 Nisan 2009 Pazartesi

Yes Man (2008)

*** Was I chewing gum before? ***

Konusu şöyle; Carl Allen (Jim Carrey) karısı tarafından terkedilmesinin ardından inzivaya çekilmiş, en yakın arkadaşlarıyla buluşmak da dahil her tür sosyal faaliyetten uzak duran, kredi onaylamada tahmin edilebileceği gibi sürekli olumsuz yanıt veren bir banka çalışanıdır. Eski dostlarından birinin vasıtasıyla "her şeye evet" diyerek yaşam kalitesini iyileştirme sözü verdiği bir seminere katılınca hayatı baştan aşağı değişir.

Ne anladım; Break-up'ını izlediğimiz Peyton Reed bir özyaşam öyküsü olan kitaptan serbest uyarlama olan bu filmin yönetmeni. Hikaye ve fragmanlar yalan söyleyemeyen bir avukatın hikayesi olan Liar Liar'ın kötü bir devamını izleyeceğimiz hissi veriyor. Evet mizah olarak o seviyeyi yakalayamıyor ancak çok komik anları var, ama bunun ötesinde en temel farkı; orada mistik bir gücün ailesi ile ilgilenmeyen bencil bir adama ilahi bir ders vermesi öğretisi varken burada kişisel irade ve yaşamın kontrolünün bireyin elinde olması temaları benim için daha sıcak bir altyapı oluşturuyor. Öncelikle altı dolu bir fikir; insanın kendisini içerisine hapsettiği toplumun doğasına ne kadar uygun olduğunu sorgulayan verimli bir alan yaratıyor. Bir noktadan sonra çok standart hikayeye, hep evet diyeceğini bildiğimiz bir adamın çok da gerilim yaratmayan çelişkilerine dalan senaryo güçlü bir komedi çıkmasına engel oluyor. Carrey'in de artık yaşını almaya başladığını görmek şaşırtıyor bir yandan da.

Aklımda kaldı; barda başlayan ve sokağa taşınan alkollü Carrey tiplemesi eski günlerini anımsatıyor. Suratını seloteyple şekilden şekilde sokması ile aynı fiziksel yeteneği taşıdığını da gösteriyor. Film bittikten sonra vücuduna rollerblade kıyafeti giymiş bir halde bir tepeden otoyola kendilerini bıraktıkları sahne. Harry Potter partisi.

Sonuç; izlenir

26 nisan pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1068680/

The Spirit (2008)

*** Toilets are always funny! ***

Konusu şöyle; Denny Bolt (Gabriel Macht) kaç kurşun yerse yesin bir şekilde ölemeyen bir süper kahraman polistir. Rüyalarında sürekli yanıbaşında olduğunu hatırlatan ölümden uzak dururken gençlik aşkı, mücevherat sevdalısı Sand Saref'in (Eva Mendes) Ahtapot (Samuel L. Jackson) ile giriştiği mücadelede taraf olmaya çalışır.

Ne anladım; Spirit, Will Eisner isimli önemsenen bir çizgi romancıdan Frank Miller tarafından sinemaya uyarlanan ünlü bir karaktermiş. Hem işin arkasındaki kişiler hem de görüntülerinden dolayı Sin City ve 300 filmleri ile yapılan kıyaslamalar ezici bir şekilde bu filmin aleyhinde işliyor. Okuduğum çok sayıda eleştiride izleyicilerin ilk yarının bitmesini bekleyemediklerini belirtmesi çok şaşırtıcı, çünkü her ne kadar çok ahım şahım bir hikayesi olmasa da çizgi roman uyarlaması fantastik bir filmden beklentileri bu derece ters köşeye yatıracak bir başarısızlık da göremedim. Bahsedilen filmlerden ayırıcı yönü klasik anlatıların aksine iyice "kitsch"leştirilmiş, yüzeysel karakterlerin ve çok derinlikli olmayan hikayesinin senaryoyu iyice boşlayıp göze hoş görünecek sahnelerle doldurulması olduğu söylenebilir. "Benim şehrim, ben onun ruhuyum" zırvalıklarıyla örülü dış ses, Ahtapotun yarattığı isimleri -os ile biten elemanların komiklikten ziyade zevzeklik gibi durması, Jackson'un abartılı, Johansson'un tutuk, Macht'ın pasif oyunculukları biraz kendisini ciddiye alan bir filmde çok negatif olarak görünebilirdi ama burada genel seviyenin üzerine çıkan hiç bir yanı olmayınca tutarlılığı bozan bir yan yok. Buradaki sıkıntı, öncesinde Sin City'i Lucky Number Slevin'i izlemiş birisi için bu filmde yeni bir şey yok, üstelik de kendisini tekrar eder gibi görünen süresi iyi ayarlanmamış sahnelerden oluşuyor. En yakın durduğu film Dick Tracy, onu anlamsız bulmuştum, ama bundan nefret etmedim.

Aklımda kaldı; çamurlardaki kafaya klozet geçirmeye varan kavga sahnesi.

Sonuç; beklenmedik bir şeyle karşılaşmadım

http://www.imdb.com/title/tt0831887/

18 Nisan 2009 Cumartesi

Wrestler (2008)

***** Then that Cobain pussy had to come around & ruin it all. *****

Konusu şöyle; Randy 'The Ram' Robinson (Mickey Rourke) yaşlanmaya başlayan bir profesyonel güreşçidir. Yalnız bir yaşam süren Randy hayattaki tek yakını olan kızından bile ömrü boyunca uzak durmuştur. Bir gösterinin sonunda kalp krizi geçirince artık kendisini tanımlayan işini yapamayacağını kabullenmek zorunda kalır, kızı ile arasını düzeltmeye ve yakınlaşmaya çalıştığı striptizci Cassidy (Marisa Tomei) ile bir ilişki kurmaya çalışır.

Ne anladım; konuya bakınca 80lerin şampiyonu gibi bir spor filmi izleyeceğiz diye düşünmek mümkün, ama hiç bir kelimesi gerçeğe yaklaşmayan bir varsayım olarak kalır bu ifade. Öncelikle profesyonel güreş denilen aktivite iki kişinin diğer dövüş sporlarındaki gibi birbirine üstünlük sağlamaya çalıştıkları bir güç karşılaştırma değil, en ince detaylarına, hangi araçların kullanılacağına, kimin ne kadar yaralanacağına, sonunda kimin kazanmış görüneceğine kadar öncesinde oyuncuların aralarında anlaştıkları bir gösteri. Ancak bu durum sonuçta kafalarında masa parçalanan, ringde başaşağı çakılıp duran, sürekli bir tarafları patlayan kanayan adamların maruz kaldıkları fiziksel zorlamayı daha kolay hale getirmiyor. Bazen Rocky Balboa'yı anımsatan Randy 'The Ram' Robinson rolündeki Mickey Rourke "gerçek" yaşamda bir uyumsuz olarak kalan, bir ilişkiye başlamak ya da çocuğu ile konuşmak için bile hayattan uzak bir adam, ama bu sanal dünyaya girip ışıklar altında oyununu sergilerken mutlu bir adam ki oyuncunun da buna çok yakın bir yaşamı olduğunu zaten biliyoruz, üstüne üstlük fiziksel olarak da çok çarpıcı bir performans Rourke'un ki. Aronofsky birbirine benzeyen iki film çekmemek prensibinde bir yönetmen olacak gibi görünüyor ki bu da her filminden bambaşka bir başyapıt çıkması gibi leziz bir beklentiyi doğuruyor.

Aklımda kaldı; Ayetullah ile dövüşündeki cam masa ve zımba numarası. Sweet Child O'mine'la dövüşe çıkma ve finaldeki uçma sahnesi. Cassidy ile 80ler ve 90'lar ve film muhabbeti. Kasaplıktan istifa sahnesi.

Sonuç; bomba

16 nisan günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1125849/

15 Nisan 2009 Çarşamba

The Reader (2008)

*** Kitap kurdu ***

Konusu şöyle; onbeş yaşındaki genç lise öğrencisi Michael Berg (David Kross) okul dönüşünde hastalanıp sığındığı bir apartmanın girişinde kendisine yardım eden otuzlarındaki Hanna Schmitz (Kate Winslet) ile tanışır. Bir yaz boyunca biraz kitap okuma ardından seks tarifeli tutkulu bir ilişki yaşadığı kadının kaybolmasının ardından yıllar sonra bir hukuk öğrencisi sıfatıyla izleyici olarak katıldığı Nazi savaş suçlularının yargılandığı mahkemede Hanna'yı sanık sandalyesinde görür.

Ne anladım; bir Nazi soykırımı ile hesaplaşma etiketi bu hikaye için çok dar bir kalıp. Ergenliğin kapısındaki Michael için heyecanlı, tutkulu ve yepyeni bir deneyim olan cinsellik Hanna'nın öğretmenliğinde gelince hem hayatının ilk aşkını buluyor hem de ailesinin de bir kısmına sebep olan çekinik, kapalı ve soğuk karakterinin kalıbını döken kalp kırıklığını yaşıyor. Mahkeme sırasında kadının başka gençleri de benzer şekilde kullandığını öğrenmesinin etkisini yadsımak mümkün değil. Terazinin özdeşleşebilecek tarafını temsil eden Michael'ın aksine Hanna karakteri alabildiğine karışık. Önce bu münzevi hayatının bir "çocuk" için bozulması, hoyrat cinselliği, ardından mahkemede diğer sanıkların inkar ettiği faaliyetleri anlamsız bir şekilde savunmaya çalışması, üstüne üstlük bu ısrarını sonuna kadar götürmesi bir gerizekalı ya da akıl hastası olduğunu düşündürüyor. Okuma bilmediğini itiraf edememenin utançla izah edilemeyecek bir cezanın kabullenmesine yol açması ancak kadının hem yaptıklarının ahlaki boyutlarını tartamayan hem de etrafında yaşananları değerlendiremeyen bir hasta olduğundan başka bir sonucunu bulamadım ama hikayede bu da bir çıkış veya sonuç getirmiyor. O tarafı aksak olsa da Michael'ın altüst olan dünyasını gayet iyi anlatmasıyla ve her üç oyuncunun da çok iyi oyunları ile durumu kurtaran bir drama.

Aklımda kaldı; Michael tek başına iskeleye gider, soyunur ve suya girer. Karşıdan güneşin ters ışığında tepeden çekimde Michael'ın çıplak vücudu parlak ışık içinde görünmez sadece kafası belli olur. O karlı günde görüşmeye gitmekten vazgeçtiği sahne.

Sonuç; idare eder

14 nisan gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0976051/

14 Nisan 2009 Salı

Knowing (2009)

**** Bilmek ya da bilmemek ****

Konusu şöyle; MIT'de astrofizik profesörü John Koestler (Nicholas Cage) karısını bir felakette kaybetmiştir ve oğlu Caleb'i yetiştirmeye çalışmaktadır. Caleb'in okulunda elli yıl öncesindeki öğrencilerin gelecek vizyonlarını döktükleri kağıtları içeren bir zaman kapsülü açılır ve Caleb'in şansına kendini kaybetmiş gibi görünen Lucinda'nın tıkabasa rakamlarla doldurduğu kağıt çıkar.

Ne anladım; Dark City ile bildiğimiz ve beğendiğimiz Alex Proyas'ın ona yakın değerde bir bilimkurgusu. Merak ve gerilim unsurlarını sürekli tavanda tutan, bu gizemli hikayesini sonuçta tatmin edici bir finale de taşıyabilen hikayede sıkıntı verici noktalar anne veya baba karakterinin "Çocuğuma bir şey olmasına izin vermem" tarzındaki kendini aşırı önemseyen uyumsuz hareketleri ya da Koestler'in kendisini içkiye boğmuş karakterinin bir an sonra oğluyla çok ilgilenen babaya dönüşebildiği zorlayıcı dönüşler. Buralar daha sakin bir oyuncu yönetimiyle ele alınsa bir başyapıt hissiyatına ulaşabilecek olan film gene de yabana atılacak gibi değil. Giderek felsefik noktalara ulaşan, sonuçta tesadüflerin oluşturduğu bir dünyayı mı yaşıyoruz yoksa herşey önceden yazılı mı ikilemine yer veren, X-files ile Spielberg'in "üçüncü türden.. "lerini akla getiren anlarıyla iyi bir bilimkurgu.

Aklımda kaldı; uçaklı ve metrolu felaket sahneleri mükemmel. Fısır fısır duyulan sesler, ki çocuğun duyma problemini görünce finalin buna bağlanacağını falan sandım ki yanılmışım.

Sonuç; izlenir

11 nisan ctesi günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0448011/

10 Nisan 2009 Cuma

Quantum Of Solace (2008)

** Tosca isn't for everyone **

Konusu şöyle; öldürülen sevgilisinin intikamının peşine düşen Bond (Daniel Craig) ailesinin intikamını almanın peşindeki Camille (Olga Kurylenko) ile birlikte Bolivya'nın su kaynaklarını ele geçirerek

Ne anladım; yılların serisinin bir önceki filmde yenilenen haline bir devam çekmek Marc Forster'a düşmüş. O filmde büyük övgü alan yenilikler devamını iyi getiremiyor ve yüzlerin buruşmasına sebep oluyor. Yönetmende, Bond'da, M'de, görüntüde bir sıkıntı yok. Başarısızlık senaryo ve karaktere yaklaşımda. Bond'un sık sık fantastiğe kayan hikayelerindeki hayal gücünün bir filmliğine yeni nesil ajanlığın sıkı aksiyonuna öykünmesi bir değişiklik ve yeni bir soluk kazandırmıştı. Ancak kaldığı yerden devam eden bu hikayede her ihtilafa düştüğünü önce öldürüp sorgulayan bu adamın üçüncü hikayeyi ilgi çekici hale getirmek için gene ciddi değişiklikler yapması lazım. Örneğin filmin açılışının bir araba takibinin ortasından başlaması çok yavan geldi bana. Sonra Siena'daki sahne; dünyanın ilginç bir mekanında yılda bir yapılan bir etkinliğin bir Bond filmindeki kovalamacaya denk gelmesi alışkanlığı da sıkıntılı. İlginç alet edevatların terkedilmiş olması da bu bölümde eksikliği hissedilen bir ayrıntı.

Aklımda kaldı; iplerden sarkarak bir yukarı bir aşağı yoyo gibi kavga sahnesi en orijinal aksiyonuydu. Operadaki kulaklıkla babaların toplantısına maydanoz olma sahnesi hareketli olmasa bile hoş sahnelerden.

Sonuç; beğenmedim

http://www.imdb.com/title/tt0830515/