Arama

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Crank: High Voltage (2009)

*** Ölüydü. Biraz iyileşti. ***


Konusu şöyle; Chelios'un (Jason Statham) müthiş dayanıklı kalbi Çin mafyası tarafından çalınır ve yerine elektrikle çalışan bir pompa takılır. Chelios kendi kalbini ararken bir yandan da statik, kinetik, kuru, sulu bulabildiği her yöntemle içindeki kalbi şarj etmek zorundadır.


Ne anladım; Neveldine / Taylor ikilisi ilk filmin devamını da yazıp yönetiyor. Crank'da Chelios'u kesin ölümle sonuçlanacak bir gökten düşüş sırasında bırakmıştık ki eleman zaten ölüyordu. İkinci film aynı noktadan başlıyor. Artık bir süper kahraman mertebesine yükselen Chelios karakteri için bu ikinci macerada kural değişiyor ve hikaye bu elektrikle hayatta kalma trüğünün her şeklini kullanarak gene hızlı bir aksiyon yaratmanın peşinde koşturuyor bizi. Pornografiden de çekinmeyen hikaye süper kahramanlı bir çizgi romanın sinemaya kare kare uyarlanmış hali gibi. İlkinde de fazla B - filmine kayan ve amatör havasını iyice hissettiren ama akla gelebilecek en fantastik durumları da gözler önünde canlandırabilmesiyle bence izlenmeyi hakeden bir deneyim. Tabi akıl,mantık ve terbiye aramamak koşuluyla.


Aklımda kaldı; şişko elemanın kıçına silahı soktuğu sahne. Grevdeki yıldızlar. Hipodrom.


Sonuç; gene çılgın


23 ağustos pazar günü izledim


http://www.imdb.com/title/tt1121931/

The Soloist (2009)

*** Gene Jamie Foxx müzisyen, Robert Downey Jr. gazeteci ***

Konusu şöyle; Los Angeles'lı gazeteci Steve Lopez (Robert Downey Jr.) hikaye ararken Juliard'da eğitim gördüğünü söyleyen iki teli kalmış bir kemanı çalmaya çalışan ve kontrolsüzce konuşan Nathaniel Ayers (Jamie Foxx) ile karşılaşır.

Ne anladım; iki sene önce Atonement ile ödüllere adaylıklar kazanan Joe Wright'ın sonraki bu filmi gerçekten yazar Steve Lopez'in kitabından uyarlanmış. Öncelikle Lopez'in geçirdiği bir kazayı görüyoruz, ağzı burnunun dağıldığı bu kazanın ardından gazetesine döndüğünde boşandığı karısının da aynı yerde çalıştığını hatta patronu olduğunu ve iş hayatının mekanik ve karanlık dünyasına tanık oluyoruz. Hikaye arayışında karşılaştığı evsiz ise müziği içten yaşadığı belli olan biri ve onun bu tutkusunu Steve'de hissediyor. Ona istediğine biraz olsun yaklaşmak konusunda yardımcı olmaya çalışıyor. Oyunculuklarla ilgili bir sorunu olmamasına rağmen ister istemez filmi Shine ile karşılaştırdım ve derinlik anlamında ona yaklaşamayan bir film bu. Yalnız Lamp isimli yardım kuruluşu ile arka sokaklar o kadar güçlü anlatılmış ki sırf bu kısım üzerine çok güçlü bir belgesel çıkabilirmiş. Simge kullanımında da görünenin daha fazlasını anlatıyor hissi vermesine rağmen filmin sonuna yaklaşıldıkça tatmin etmiyor. Düşmüş bir müzisyenin yeniden keşfi desem değil, evsizlere dikkat çekmeye çalışıyor desem o da değil, daha doğrusu ikisi de tek başına bu filmi tanımlamıyor. Küçük ve duygularla ilgili bir film desem müziği görselleştirmek gibi anlara giriyor, ya da karakterin geçmişinden sahneler göstermek için zamanda oynamalar yapıyor. En iyisi çok da kafa yormamak, en azından Beethoven dinliyoruz.

Aklımda kaldı; çellonun alışveriş sepetinde Steve Lopez'e seyahati.

Sonuç; biraz dağınık

23 ağustos pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0821642/

I Love You, Man (2009)

**** Slapping the bass! Slappa da bass! Slappa da bass mon! Slappa de bass mon! ****

Konusu şöyle; Zooey (Rashida Jones) ile evlenmek üzere olan emlakçı Peter Klaven (Paul Rudd) hiç erkek kankası olmayan, kadınlarla iyi anlaşan biridir. Düğününde bir sağdıcı olabilmesi için kalan kısa sürede kendisine bir erkek bulmaya çalışır. Sonunda Sydney Fife'ı (Jason Segel) bulan Peter ile aralarındaki ilişki öyle bir hale gelir ki Zooey ile ilişkisi bozulur.

Ne anladım; daha önce Along Came Polly'sini izlediğimiz, Meet The Parents serisinin de yazarlarından John Hamburg'un bu komedisi türü tersyüz eden bir hikayeden çıkıyor. Beraber kankaların yaptığı şeyleri yapabileceği "hayatının erkeği"ni arayan erkek, Turk'ünü arayan J.D. teması üzerine kurulan hikayenin ilk bölümünde internetten ve tanıdıklarının vasıtasıyla ruh eşini arayan bir yalnızın ters açıdan hikayesini izliyoruz. İkinci bölümde ise Sydney isimli hayal kahramanı gibi bir adamla ilişkilerinin gelişmesi ve Peter'in kendisini bu duruma kaptırmasının sonuçlarını izliyoruz. Peter'in evliliğe giden ilişkisini bir kenarda tutmayı başarıp erkeğin bambaşka bir ihtiyacı üzerine tutarlı analizlerle sürüyor film. Jason Segel da Paul Rudd'da sağlam bir ikili oluşturuyor. Eşcinsel kardeş, en iyi arkadaşı baba, spor salonundaki tipler derken bir düğündeki en acaip sağdıç adayları listesinin karizmatik yürüyüşü de cabası.

Aklımda kaldı; Rush konseri, finalde beraber limelight'ı çaldıkları sahne. Sydney'in "Man Cave"i

Sonuç; gayet iyi

21 ağustos cuma gecesi

http://www.imdb.com/title/tt1155056/

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Choke (2008)

*** Boğulma ***


Konusu şöyle; seks bağımlıları terapi gruplarına katılan Victor (Sam Rockwell) gündüzleri Amerikan koloni günlerini canlandıran bir gösteride çalışır. Artık kendisini tanımayan annesi Ida'nın (Anjelica Huston) hastane masraflarını karşılamak için lokantalarda boğazına yemek tıkanmış numarası ile kendisini kurtartır ve varlıklı kurtarıcısının duygusal sebeplerle sorumluluk hissederek kendisine gönderdiği çekleri kullanır.


Ne anladım; Chuck Palahniuk'un büyük bomba Fight Club'undan uzun zaman sonra sinemaya uyarlanan bir başka romanı. Senaryoyu yazan ve yöneten, oyunculuk kariyerinden sonra ilk kez yönetmenlik yapan Clark Gregg. Annesi tarafından hiçbir zaman parka gitmesine bile izin verilmeyen Victor'u Sam Rockwell, çılgın anneyi Anjelica Huston'un oynaması filmi taşıyan en önemli seçimler, çünkü başka herhangi iki oyuncunun elinde bu karakterler çok yapay, itici gelebilir (çoğu kişiye bu haliyle de gelebilir ya neyse) Kitap senaryolaştırılırken doğal olarak ciddi seçimler ve elemeler yapılması gerekmiş ve kitapta daha ağırlıklı işlenen ve adını veren boğulma hikayeleri biraz ikinci planda kalırken anne ile oğulun ilişkisi geçmiş ve mevcut durumları ile eksene oturtulmuş. Bence bu sınırların çizilmesi derli toplu bir film olmasını da sağlamış, konu dağılmamış. Tamamen farklı bir anlatı olmasına rağmen dış ses ve geri dönüşlerle uyarlamanın tonu olarak daha önce yapılan Fight Club'dan esinlenmiş ve bambaşka bir tarz yaratmamış olması bir zayıflık, ayrıca anlatı da biraz hafif kalıyor. Kitabın ne hakkında olabileceğine dair fikir veriyor ama aslında oldukça farklı.


Aklımda kaldı; duvardaki resmin karşısında bile kendinden geçen mastürbasyon hastası. Uçaktaki tuvalet.


Sonuç; beni idare etti.

9 ağustos da izledim


http://www.imdb.com/title/tt1024715/

Horsemen (2009)

** Celalettin Cerrah alsın bu davayı da çözmeden bıraksın **

Konusu şöyle; yakın zamanda karısını kaybeden ve iki oğluyla yaşayan detektif Breslin (Dennis Quaid) kancalarla asılı bulunan ve çok usta bir doktorun açabileceği yaralarla kanından boğularak öldürülen bir seri cinayeti araştırır. Olaylar incilden alıntılanan mahşerin dört atlısını andırmaktadır.

Ne anladım; klip yönetmeni Jonas Akerlund'un filme başlamadan önce artıları: Dennis Quaid var. Ziyi Zhang oynuyor. Yani kadro iyi. Dinsel motifleri kullanarak işlenen cinayetlerin anlatıldığı bir seri katil filmi. Yani "se7en" etkilenimi var. Minimum bir keyif vaat ediyor. Sonra film başlıyor. Kötü haber; yapımcı Michael Bay. SPOILER Karşımıza çıkan; ailelerin, özellikle tek başına çocuk yetiştiren babaların işlerini herşeyin önüne alıp çocuklarını başıboş bırakmaları durumunda kızların babalarını yatağa atan fahişeler, eşcinsel çocukların kendi kalbini canlı canlı çıkarabilecek operatörler haline gelebileceklerini, hatta sırf dikkat çekmek için inanılmaz bir seri cinayeti planlayabilecek dehşet suçlular haline gelebileceklerini anlatan bir hikaye. Onun için arada sırada odasına dalıp bir duvarda asılı olan posterleri kontrol etmekte fayda var diyor. Çocuk maça bilet alıyor, baba da tamam diyor. Mutluluk had safhada, o tam evden çıkılacakken telefon çalıyor ve bir cinayet haberi daha geliyor. Baba işe gidiyor, çocuk da o sinirle birini daha hacamat ediyor herhalde. SPOILER Aşırı didaktik olmak tuzağına kapılmış bir vasat deneme, senaryo faciası olarak süresini tamamlıyor. Hikayenin kendince sürprizleri gerçek olmaması gereken derecede saçma olduklarından insanın inanası gelmiyor.

Aklımda kaldı; o mükemmel ciğer deliklerini bu zibidilerin hangisi açıyor.

Sonuç; olmamış

7 ağustos gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0892767/

2 Ağustos 2009 Pazar

The Fall (2006)

***** Googly googly begone *****

Konusu şöyle; meyve toplarken kolunu kıran ve bir süre hastanede bakım altında tutulan beş yaşındaki Alexandria (Catinca Untaru) alt katta bir çekim sırasında kız arkadaşını etkilemek için tehlikeli bir sahne deneyen dublör Roy Walker (Lee Pace) ile tanışır. Roy küçük kıza 6 adamın bir kötü adama karşı mücadelesini konu alan fantastik bir hikaye anlatmaya başlar.

Ne anladım; Tarsem Singh The Cell ile çok parlak bir çıkış yapmıştı. Orada bir seri katil hikayesinin inanılmaz renkli sahnelerle bir masal gibi anlatan yönetmenin tarzını çok daha iyi kullanan, bu sefer alttaki hikayenin de çok iyi olduğu bir film var burada. Guillermo Del Toro (Pan's Labyrinth) ya da Tim Burton'ı (Big Fish) anımsatan tarzı bir yanıyla da Monty Python hissi veriyor. Kız oyuncunun çok doğal oyunu normal zamanda geçen hikayeyi masaldan daha fazla merak etmemize sebep oluyor. SPOILER Önce bu masalın anlatılması motivasyonunun adamın kızı kendisine intihar edebilmesi için gereken ilacı getirtmek için bir numara olduğunu öğreniyoruz. Zamanla kızın hikayeyi sahiplenmesi finalde hikayeyi kötü bitirmesi gereken adamın "Bu benim hikayem" kızgınlığı karşısında gözyaşları içerisinde "Ama benim de" demesine kadar geliyor. Afişinin esinlendiği Dali resimlerinin havasında sahnelerle dolu olmasına rağmen tüm çekimlerin yerinde yapıldığı ve bilgisayar özel efektlerinin kullanılmadığı söylenmiş ki inanılmaz.

Aklımda kaldı; ameliyatın temsil edildiği mükemmel stop motion sahne. Girişte yedinci semfoni eşliğinde sonradan kaza olduğunu öğrendiğimiz tren köprüsü sahnesi. M-O-R-P-H-I-N-3. Kelebek adası

Sonuç; çok iyi

2 ağustos pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0460791/

The Guitar (2008)

** Yoksa ben iki ayda gitarı öğrenmesine mi kızdım **

Konusu şöyle; ameliyat edilemez bir tümör ve iki aylık ömür teşhisi konulan Mel (Saffron Burrows) işten atılıp erkek arkadaşı tarafından terk edilmesinden sonra tüm birikimini bozdurup New York'un kaliteli bir semtine taşınır, tüm özenilesi tüketim malzemelerini kredi kartlarının limitine kadar satın alır ve yaşamında içinde kalan herşeyi bu iki aya sığdırmaya çalışır.

Ne anladım; Amos Poe'nun yazdığı hikaye Robert Redford'un kızı Amy tarafından çekilmiş. Teşhisin konulması şoku ile başlıyor hikaye. Sonraki sahnede tesadüfen patronu işten kovuyor kızı, bir sonraki sahnede erkek arkadaşı mızmız konuşup biraz ayrı yaşayalım diyor. Tamam diyoruz demek derdimiz başka, belki de bu kısmı kısa kesmek için fazla uğraşılmamış. Ardından uzunca bir süre tüketim toplumu ile ilişkili gibi gidiyor hikaye, her kataloğun telefonla sipariş edildiği, kızın evde anadan doğma takılıp bambaşka bir sanal yaşam kurduğu bir bölüm bu. Hatta gelen pizzacı kızı ve hamalı da ayartıp cinsel açıdan da heves ettiği sulara giriyor. Bu arada çocukluk hayalinin bir kırmızı gitar olduğunu da rüya çözümlemelerinden öğreniyor, bir tane sipariş edip iki ay içerisinde onu da bir grupta çalacak kadar kotarıyor abla. Sonuçta hayatın değerini bilmeliyiz diye bir sunum hazırlasa beş dakikada daha etkileyici olurdu.

Aklımda kaldı; o boş evin sipariş edilen eşyalarla yavaş yavaş döşenmesi sıfırdan yeniden oluşturulan bir hayatı düşündürmesi ile güzel. Girişte hastalığını öğrendikten sonra asansörde yabancı bir dilde konuşup gülüşen kadınlarla karşılaştığı sahneyi de etkileyici buldum. İçinde bulunduğu dünyaya bir anda yabancılaşmasını simgelediğini düşündüm.

Sonuç; birşeyler eksik

1 ağustos gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0942891/