Arama

biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2009 Cumartesi

Che : Part Two (2008)

**** Comandante ****

Konusu şöyle; Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) 1967 yılında Küba'lı küçük bir grup ile devrim yapmaya Bolivya'ya gelir. Bu kez devrimcilerin başında yer alacaktır ancak olaylar beklenen şekilde gelişmez.

Ne anladım; Soderbergh'in Che'yi anlattığı devasa filmin bu ikinci bölümü Bolivya'da başarıya ulaşamayan çabaları içeren yaşamının yaklaşık son bir yılını içeriyor. Başından sonuna bir yaşam hikayesi yerine Che'yi Che yapan iki efsanevi dönemi; Küba'da Castro ile tam bir devrim ve komünizmin uygulanmasına giden başarı ve Bolivya'da Amerikan destekli kontrgerilla tarafından katledilip efsaneye dönüşmesini derinlemesine ele alıyor. Küba'da halkla bütünleşen ve Fidel'in siyasal beyin olduğu hareketteki güçlerin olması gerektiği şekilde dağılması istenilen sonucu getirirken Ernesto'nun sonraki deneyiminde köylülerden gelmeyen bir isyanı dayatıyor konumuna gelen, bir yabancının başında olduğu bir harekete destek bulunamayan ve nihayetinde CIA'in gayet güçlü desteğiyle çılgın romantik derecesinde zayıf kalan hareket çözülmese de güçlenemeden eriyip gidiyor. Belki de önceki başarısı kendisine aşırı bir güven sağlıyor ve Guevara astım ilaçlarını yanına almayacak kadar zarar görmez biri olduğunu düşünüyor ve gene aynı sebeple imkansız bir savaşa balıklama dalıyor sonucu çıkarılabilir. Soderbergh gene sağlam görüntülerle izleyiciyi gerillalardan biriymişçesine olayların içerisine katıyor. Devrimcinin hayatının ve uzun dönüşümünün her önemli noktasını içermiyor senaryo (gençlik yılları, Castro ile tanışmadan önceki fikirleri, iki film arasındaki dönem gibi noktalara hiç değinilmiyor örneğin) ancak temiz bir çerçeve içerisinde önemli bir portre çiziyor.

Aklımda kaldı; atı bıçakladığı sahne. Son anlarındaki öznel çekim. Son sözler "Shoot. Do it. Shoot me, you coward! You are only killing a man. You will never kill my spirit, or the spirit of the revolution!"

Sonuç; iyi

14 kasım günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0374569/

16 Ekim 2009 Cuma

Che : Part One (2008)

**** Vatan yahut ölüm! ****


Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.


Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?


Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.


Sonuç; iyi


16 ekim sabahı izledim


http://www.imdb.com/title/tt0892255/

15 Temmuz 2009 Çarşamba

The Duchess (2008)

*** There were three people in her marriage ***


Konusu şöyle; 18. yüzyılda İngiltere'de yaşayan Georgiana (Keira Knightley) henüz onaltı yaşında annesi tarafından Devonshire Dükü (Ralph Fiennes) ile evlendirilir. Dük'ün tek beklentisi kızın soyunu devam ettirmek için kendisine bir erkek evlat doğurmasıdır. Zamanının politik olayları ile de yakında ilgilenen Düşes kız çocuk doğurdukça dükün ile zaten çok zayıf olan ilişkisi de bozulur, hatta dükün kendisine sırdaş olan Bess (Hayley Foster) ile birlikte yatmaya başlamasıyla en yakın arkadaşını da kaybeder.


Ne anladım; Saul Dibb tarafından yönetilen bu kostümlü drama bilindik klasik tarzdan gerçekçi yapısıyla biraz ayrılıyor. Entrikalar üzerine kurulu, daha çok siyasi oyunların çekişmeleri tetiklediği bu dünyaya Dangerous Liasons ya da Tudors tarzı bir yaklaşım burada da gördüğümüz, tabi adı geçenlerden dolayı yepyeni bir tarz değil karşımızdaki ama klasik tonunda olarak nitelendirmemizi engelliyor bu durum. Romantik rollerin adamı olarak bildiğimiz Ralph Fiennes'ın hayvani bir tarz ile canlandırdığı Dük filmin tonunu belirleyen adam. Karısını sadece çocuk doğuran dişi konumuna indirgeyen, tek kelime bile etmeden adeta erkek çocuk takıntısını gerçekleştirmek için yaşayan adamı gayet sakin ve korkutucu bir performansla canlandırıyor. Kendi evinde ve yaşamında "mobbing" tarzı tacize uğrayan düşes gayet şatafatlı bir yaşamın içerisindeki duygusal zavallılığı ile acıtıyor. Aradığı sevgiyi bulmak için başkası ile yatan kocasından kaçmasına rağmen çocuklarını bir daha görememek ile tehdit edilip evine döndüğü ve boyun eğmek zorunda kaldığı bölüm en dramatik yoğunluğa sahip olan kısmı filmin, karakterin de Prenses Diana ile özdeşleştirilmesinin sebebi sanırım.


Aklımda kaldı; Dük'ün yemek masasındaki halleri.


Sonuç; iyi


12 temmuz pazar günü izledik


http://www.imdb.com/title/tt0864761/

14 Haziran 2009 Pazar

Devrim Arabaları (2008)

**** Türkiye'de hiç bir başarı cezasız kalmaz ****

Konusu şöyle; 1961 yılında Cemal Gürsel'in emriyle yerli üretim bir otomobil yapmak üzere Türk mühendis ve ustalardan bir grup çalışmaya başlar. Maddi imkansızlıkların yanında halkın destekten çok kaynakların harcanmaması için itirazları, siyasetçilerinde ayakoyunları işi iyice zorlaştırır.

Ne anladım; Tolga Örnek'in Türk yakın tarihinin önemli anlarından biri üzerine belgesel dışına ilk kez çıktığı dramatik çalışması. Öncelikle kalabalık oyuncu ekibinin mütevazılık dolu herkesin gereken yerde durduğu iyi takım oyunu temiz bir hikaye izlememizi sağlıyor. Yönetmen bu ilginç olayın en akla sığmaz sorusunu yanıtlamayı seçmiş. "Bir araba yapılmış, çalışıyor. Altı üstü benzini bitmiş, koyarsın gene çalışır. Başarısızlık bunun neresinde?" Bu büyük haksızlığı temizlemeye çalışan film ikna etmese de anlaşılır bir sonuca varmayı başarıyor ki bu da büyük ölçüde başlıktaki cümleye denk düşüyor. Zayıf olduğu nokta ise dramatizasyon çabalarının bazı sonuca ulaşmayan sahnelerle temposuz kalması. Karakterlere derinlik kazandırması gereken aile hikayeleri birkaç klişeye yaslanıp işlevsiz kalıyor. Yapmayı hedeflediği geniş kitleler tarafından izlenebilecek filmi başaran nitelikli bir sonuç çıkıyor ama acaba bu ülkede bunu alacak bir izleyici varmı, bundan emin değilim.

Aklımda kaldı; "Ben senin bildiğin kadarını unuttum" repliği. Finalde otomobil ile gerçeküstü bir uzağa gidiş gerçekleştiren karakter.

Sonuç; gayet iyi



13 haziran cumartesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1282139/

3 Mayıs 2009 Pazar

Der Baader Meinhof Komplex (2008)

*** RAF tarihçesi ***

Konusu şöyle; 1960'ların sonlarında Ulrike Meinhof'un (Martina Gedeck) yazılarıyla düşünsel zeminini, Andreas Baader'ın (Moritz Bleibtreu) aksiyon beynini oluşturduğu, Amerikan hegemonyası ve kapitalizmin sömürüsüne karşı bir terör örgütü olan RAF(Kızılordu Fraksiyonu)'un öyküsü.

Ne anladım; Uli Edel'den yargılanması süreci örgütün varlığından daha uzun süren liderlerin yaşamlarına bir bakış. Janis Joplin'le başlayıp Bob Dylan ile biten, ülkeden ülkeye atlayan, son derece başarılı ve inandırıcı bir dönem portresi çizen film karakterleri ve dialogları yeterince işlemeyişiyle 150 dakikalık süresine yaraşır bir bilgilendirme yapamıyor. Baader hiç bir karşılıklı konuşmaya yanaşmayan, egomanyak, şımarık bir yeniyetme gibi resmedilirken Meinhof kendisini yazı ile ifade etmeye çalışan pasif, örgüt içerisinde bile fazla kabul görmeyen depresif bir kadın şeklinde canlandırılıyor. Nurgül Yeşilçay'ın ağzına yakışacak vasatlıkta kitabi monologların yapaylığı da sıkıntı verici. Ancak Almanya bağlamından çıkıp dünyada neler olup bittiğine dair fikir verici başarılı noktaları var. İlk yarım saatte bir dönem Amerikanın yayılması ve ezici politikalarının dünyada nasıl tepki topladığını ve insanların daha radikal protestoları yapabildikleri bir dönemin de yeryüzünde yaşandığını belgelemesi ile insanı yalancıktan da olsa umutlandırıyor. Bugün artık o direniş avrupa ülkelerinde toptan sindirilmiş durumda, bu devasa oyuna karşı çıkanlarsa ortadoğunun insan haklarından bihaber toplumlarında her yöne tahribat saçan meczuplardan ibaret. Masum insanlara kolay hedef oldukları için rahatça yönelen bu anlayışın ilginç bir prototipinin hikayesi olarak ilginç bir politik sinema filmi ancak süresi derinliğini kaldırmıyor.

Aklımda kaldı; İran şahının ülkeyi ziyaretindeki protesto gösterileri sonrasında çıkan olayların canlandırması başarılı. Sokak arasında Baader'ın panzerle kıstırıldığı sahne. Sokakta suikast sahnesi.

Sonuç; idare eder.

3 mayıs günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0765432/

12 Mart 2009 Perşembe

Milk (2008)

***** I'm Harvey Milk and i want to recruit you *****

Konusu şöyle; 1970'lerde kırk yaşından sonra içinde bulunduğu eşcinsel toplumunun haklarını koruyabilmenin tek yolu olarak gördüğü politikada güç kazanmak amacıyla ilk seçilmiş açık eşcinsel olmaya çalışan Harvey Milk'in politik serüveni.

Ne anladım; hayatını uzun bir süre eşcinselliğini gizleyerek devam ettiren, sonra o ana kadar gurur duyabileceği birşey yapmamış olduğunu farkedip hayıflanan, aynı yaşam biçimini seçtiği insanlar ve kendisi için fark yaratabileceğine karar verip bu yolda inatla ilerleyen Harvey Milk'in hikayesi Gus Van Sant'ın uzun yıllardır üzerinde uğraştığı bir projeymiş. Senaryo bu yolculuğun biraz öncesinden alıyor ve gelişimiyle, ilişkileriyle bir adamın başarı hikayesini anlatıyor. Ancak daha önce izlediğimiz aşırı dramatize edilmiş süperkahraman hikayesine dönüştürülmüş benzerlerine kıyasla ana karakterini idealize etmeyerek bir mesafe koymayı başarıyor. Sean Penn'in tüm kırılganlığını, hayalciliğini ve hoppalığını metot oyunculuğunun nimetlerinden faydalanarak yansıttığı adam, çok sevdiğimiz doğru olduğuna inandığı yolda ilerleyen ve kişisel zafere ulaşan birinin hikayesini netlikle temsil ediyor. Nefret ve yansıtılan şiddet yaşamın her alanında mücadele edilmesi gereken alanlar yaratıyor. Zenciler, kadınlar, eşcinseller, azınlıklar, her biri kendi varlıklarını korumak ve mantıksız gerekçelerini dine, inanca, güce dayandıran güçlü sınıflara karşı savaş vermek zorunda kalmış ve kalacak. Ancak bunlardan birinin çözümlenmesi genel bir toplumsal barışı sağlamıyor ne yazık ki. Her grubun kendi kahramanlarını ve yöntemlerini kendi durumlarının özeline göre yaratması gerekiyor. Oliver Stone'un Talk Radio'su ile çatı olarak benzerlikler gösteren, onu sevene bunu, bunu sevene onu tavsiye edebileceğim bir güzellik.

Aklımda kaldı; sabun kutusu. Megafonla çıkıp kalabalığı yatıştırmak için "You're angry! I'm angry too!" şeklinde hitab ettiği sahne. Finaldeki onbinlerin mumlu yürüyüşü.

Sonuç; gayet iyi

11 mart çarşamba gecesi izledik.

http://www.imdb.com/title/tt1013753/

9 Şubat 2009 Pazartesi

Modigliani (2004)

** Modi **

Konusu şöyle; Amedeo Modigliani (Andy Garcia)'nin kısa süren yaşamının Picasso (Omid Djalili) ile atıştıkları ve Jeanne Hebuterne (Elsa Zylberstein) ile tutkulu bir aşk yaşadıkları son dönemi.

Ne anladım; Mick Davis tarafından yazılıp yönetilmiş, ünlü ressamın portresini çıkartma iddiasında bir film. Uydurulmuş resimler, olaylar ve ilişkiler üzerine olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradım. Hikaye gayet dramatik olaylara yer veriyor ve bir sanatçının hayatını anlatırken birtakım duyguların kurmaca yöntemlerle anlatılmasında bir sorun yok, ancak burada tüm bu dramatizasyona rağmen Modigliani'nin kendisini yok etmeye çalışan davranışlarını da, Jeanne'in çılgın tutkusunu da anlamlandırabileceğimiz bir taban sağlamaktan kaçınan senaryo derinliği olmayan tipler çıkartıyor karşımıza. Andy Garcia'nın laylaylom yorumu bu kadar karanlık bir sona giden yolda karakterin depresif yanlarını bizlere hiç tanıtmıyor. Salieri - Amadeus ilişkisi gibi verilmeye çalışılan Modigliani - Picasso durumu ise fazla laubali kaçıyor. Sonuçta film bitince Modigliani'nin nasıl bir kişi olduğu ya da nasıl eserler verdiğini öğrenemiyoruz, bari yaşamından bir parçayı öğrendik diyoruz o da kurmaca çıkıyor, e dramatik bir derinlik de yok.

Aklımda kaldı; akıl hastanesinde Utrillo'nun zincirleri. Ressamların büyük yarışmaya katılacakları eserlerini çizdikleri sahne.

Sonuç; olmamış

7 şubat cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0367188/

11 Kasım 2008 Salı

Mustafa (2008)

**** Mustafa hakkında çok şey ****

Konusu şöyle; doğumundan ölümüne düşünceleri ve özel yaşamıyla Atatürk.

Ne anladım; Can Dündar büyük bir devlet adamının yaşamını anlatmaya girişmiş ve 2 saatlik bir sürede tüm yaşamını anlatacak şekilde vizyonunu geniş tutmuş, anlatmayı hedeflediği de bu akılalmaz dönüşümün ve zaferin mimarı nasıl bir ortamdan gelmiştir, nasıl bir hayat yaşamıştır, aşk ve özel hayatı nasıldır soruları ile ruhsal profilini çizmek olmuş. Tabularla çerçevelenmiş, üzerinde düşünülmesi ve sorgulanması kanunlarla yasaklanmış bir ulu simge olarak dayatılan bir askeri ve siyasal lideri izleyicinin daha içselleştirmesini ve kendiliğinden de sevebilmesine yardımcı olabilecek bir çalışma. Sorunlu noktaları ise anlatımın Can Dündar'ın etkileyici olmaktan uzak ve monoton ses tonu ile dış sese mahkum olması ve çoğu kısmında birer cümleyle hızla geçilen olaylar, çoğu konunun nedenlerinin fazla açıklanmaması da kafada çok soru işareti oluşturmuş, bu noktalarda yorum yapmadan durumu aktarmış. Bir belgesel için doğrusu belki de bu ama konu hassas olunca tepkilerin de sebebi oluyor. Örneğin Ata'nın son yıllarında her tür devlet işlerinden el çektirilmiş pasif bir emekli haline geldiği gösterilmiş, Atatürk yaşasaydı böyle olmazdı diyenler için ne hayal kırıklığı. Bir belgesel ya da sinema filmi olarak büyük bir başarı olmasa da ele aldığı konuya bir bakış koyabilmesi olumlu. Her söylediğine katılmaya gerek yok, daha çok okuyup araştırmak ve kişisel fikrini oluşturmak lazım.

Aklımda kaldı; İnönü ile mecliste küsüp kağıtla haberleştikleri sahnede bu nedir dedim. Girişteki kardeşinin başına üşüşen leş yiyiciler gibi animasyona yaklaşan fantastik canlandırmaları da beğendim.

Sonuç; izlenir üzerine düşünülür.

9 kasım pazar günü Rexx de izledik. Sineplex olmuş koca sinema, yazıktır.

http://beyazperde.mynet.com/film/4389

15 Eylül 2008 Pazartesi

Mongol (2007)

*** Mongol kral ***

Konusu şöyle; kargaşanın hakim olduğu Moğol topraklarında bir lidere dönüşen ve zamanla dünyanın yarısını fetheden Cengiz Han'ın kölelikle geçen ilk gençlik yılları ve karakterini oluşturan dramatik olayları gösteren bir biyografi.

Ne anladım; Sergei Bodrov'un çektiği, sanırım sonuçta bir üçleme olacak bir başlangıç filmi. Yabancı film dalında Kazakistan'ın Oscar adayı olması ile ilgiyi çeken çalışma tarihe güçlü ve zalim bir lider olarak geçen bir figürün doğuşunu anlatıyor. Uzun yıllar köle yaşamı süren Cengiz Han'ın o dönemde dağınık küçük birlikler halinde bulunan Moğol güçlerini birleştirip tek ve büyük bir orduya dönüştürmenin çözüm olduğunu görmesi ve bunu karizması ile uygulaması hikayenin çatısı (ve aslında tamamı) Görsel olarak güzel bir gri tonları çalışması ve çekilen bölgeyi güzel kullanımı ile izleyici etkilemesine rağmen senaryo çok varyasyon içermiyor. En dramatik olayın birinin kaçırılması sonra kurtarılması olması ve bu olay dizisinin birden fazla kez kullanılması zamanı doldurmak için doldurma yapılmış hissi veriyor. Sonraki filmler çekilirse gene aynı olayı izlemek zorunda kalacağımdan endişe ederim.

Aklımda kaldı; elemanın karısını seçme töreni ve kriterleri. Camoka tiplemesi Han'dan daha iyi işlenmiş.

Sonuç; idare eder.

13 eylül cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0416044/

26 Mayıs 2008 Pazartesi

I'm Not There (2007)

**** Orada olmak istemeyen adam ****

Konusu şöyle; Bob Dylan'ın farklı profilleri.

Ne anladım; Todd Haynes daha önce Glam rock dünyasına bakan Velvet Goldmine ile ciddi bir ilgi görmüş, müzik dünyasına uzak olmayan bir sinemacı. Bu filmde tarif edilmesi güç bir kişilik olan Bob Dylan'a bir profil çıkarıyor. Bu kadar değişken bir sanatçının altı yedi farklı izdüşümünü de o kadar sayıda oyuncuya bırakıyor. Yeniyetme bir zenci bluescudan, karizmatik folk şarkıcısına, oradan basın toplantısında gazetecileri sorguya çeken bir rockçuya dönüşen bu adam hakkında bilgi sahibi olmadan filmden pek birşey anlamak mümkün değil ki benim de çok takip etmişliğim yoktur Dylan'ı. Ancak Haynes'in yapmaya çalıştığını takdir etmeye engel değil bu. Her biri farklı isimlerde ve birbirleriyle bir bağlantı kurulmayan karakterlerden bölük pörçük hikayeler, ancak sonuçta bir fikir oluşturuyor. Dylan müzikleri ile dolu film tabi ki ve çok da iyi kullanılmışlar. Konuya özellikle ilgili duyan ve sıradışı bir biyografi izlemek isteyenlere.

Aklımda kaldı; filmin adını "Beni orada arama" şeklinde çevirmişler ki bence güzel bir çeviri. Blanchett'in bölüm en akılda kalıcı, ancak kadına bakmaktan ne olduğunu takip edemiyoruz.

Sonuç; izlemek için zorlanmak lazım

24 mayıs ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0368794/

4 Mayıs 2008 Pazar

Music Within (2007)

** Müzik nerede **

Konusu şöyle; üniversiteye gidecek bursu kazanmak için Vietnam savaşına katılan ve burada yaralanan ve işitme yetisini büyük ölçüde yitiren Richard Pimentel (Ron Livingston) ülke çapında engellilerin kabul edilmesini sağlayan hareketin mimarı olur.

Ne anladım; Türkiye'de göstermelik olsa da dünyanın gelişmiş yörelerinde engellilerin de temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, yolda rahat hareket edebilmesi, toplu ulaşım araçlarını kullanabilmesi için yapılan düzenlemeler ve bunlar konusunda itici güç olan kuruluşlar var. Bu kuruluşların hayata geçmesi ve engellilere iş bulma gibi konularda önemli rol oynamış bir kişiliğin neden bu işlere girdiğinin öyküsünü izliyoruz. Film bir iki sahne ile nasıl engellilere kötü davranıldığını gösteriyor, ardından Pimentel'in birşeyler başardığını öğreniyoruz, artık engellilere iyi davranılıyor ve bitiyor. Hedef belirleyememiş bir anlatım biraz karakterin annesiyle dramatik ilişkisinden, biraz azimden ve hayattaki amacını bulmaktan dem vurup iyi niyetli bir çaba olarak başlayıp bitiyor. Michael Sheen'in CB hastası rolündeki oyununu da pek başarılı bulmadım. Tüm bütçe müziklere yatırılmış en azından o iyi olmuş, o dönemin parçalarını dinliyoruz.

Aklımda kaldı; krep lokantasındaki sahneler.

Sonuç; film değilde belgesel olsaymış.

3 mayıs ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0422783/

13 Nisan 2008 Pazar

Into The Wild (2007)

***** Happiness only real when shared *****

Konusu şöyle; üniversiteden mezun olduğu dönemde içinde yaşadığı toplumun tüm gereklerinden uzaklaşmaya karar veren, çok başarılı bir öğrenci ve atlet olan Christopher McCandless (Emile Hirsh) , tüm birikimini hayır kurumuna bağışlar, birkaç parça eşyası ile kendini yollara vurur. Hedefi önce batıya, sonra kuzeye gitmek ve Alaska'da doğada bir süre yaşamaktır. Bu yolculuk sırasında hayatını etkileyen ve etkilediği insanlarla tanışacaktır.

Ne anladım; 1990 - 1992 arasında ortadan kaybolan ve kendisine Alexander Supertramp ismini takan Chris'in hikayesi Jon Krakauer tarafından izi sürülerek, tanıştığı kişilere ulaşılarak bir roman haline getirilmiş. Sean Penn bu kitabın film uyarlamasında döktürüyor. Ruhunda kendisini özdeşleştirdiği belli olan bu çocuğun hikayesinde nihayetinde tarafsız davranmayı da başarmış Penn. Üç zaman ve mekanda geçiyor hikaye; önce mezun olduğu dönem, yolculuğun başlangıcı ve sonrasında ailesini anlatan bir iz var. Sihirli Otobüste Alaska'da geçen zaman var, bir de yolculuk sırasında karşılaşılan kişiler; hippi çift, buğdağ biçmeyi öğreten çılgın çiftçi, hayattan atölyesinde saklanan yaşlı asker emeklisi. Alpha Dog'daki sinirli abi Emile Hirsh mükemmel oynuyor Chris'i. Eddie Vedder'in vokal ve müzikleri filmin her yanına yayılmış ve mükemmel temalar yaratıyor. Anlatım olarak bana anımsattığı film Thin Red Line oldu. Nasıl bir çıkışsızlık içinde olduğumuzu ağır bir şekilde gösteren dehşet bir film.

Aklımda kaldı; California'da şehre girdiği, kalacak yer bulduğu ama bir lokantanın penceresinden gördüğü olmak istemediği tiplerden midesinin bulandığı ve koşarak uzaklaştığı sahne. Yaşlı amcayı tepeyi çıkmaya ikna ettiği sahne. Finalde otobüsten yükselen ve doğayı alabildiğine gözler önüne seren kamera.

Sonuç; çok etkileyici.

13 nisan pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0758758/

24 Şubat 2008 Pazar

Le Scaphandre Et Le Papillon (2007)

***** E - S - A - R - I ... *****

Konusu şöyle; Elle dergisinin başarılı editörü Jean-Domique Bauby günün birinde bir kriz geçirir ve tek gözü hariç tüm vücudu felçli kalır. Kaldığı hastanedeki terapistin yardımıyla bu gözü kullanarak iletişim sağlamayı başarır ve içinde yaşadığı bu dünyayı anlattığı romanını yazmaya başlar.

Ne anladım; Basquiat ve Before Night Falls'un yönetmeni Julian Schnabel ilk duyuşta Mar Adentro'yu anımsatan bir yatalak hasta portresini getiriyor. Gene bir gerçek yaşam öyküsü var karşımızda. Hikaye hastanede bu durumda ilk uyanışından başlıyor, Bauby'nin sağlam tek gözünün içerisindeymiş gibi alıyor izleyiciyi. Zaman geçtikçe ve durumu kabullenip dalgıçlıktan kelebekler yaratmaya geçiş süreciyle arada sırada kahramanın dışına çıkıyoruz ancak temelde bu adamın ne hissettiğine ve düşündüğüne odaklanan anlatım üst düzeyde bir özdeşleşme imkanı sağlıyor. Baba rolünde yazarla aynı durumu paylaştığını düşünen (ama onun sebebi yaşlılık) Max Von Sydow nihayet son dönemde oynadığı birbirinden boktan filmlerden bambaşka ve şahane bir performans sergiliyor da içimizi rahatlatıyor. Bir hikaye ya da kahraman bir kişilik tanıtmak değil bu filmin derdi, bir durum karşısında hayalgücü ve anılarından başka herşeyini kaybeden bir adamın bu ikisini birleştirerek yaşadığı bir deneyimi mümkün olduğunca güçlü bir şekilde izleyici ile paylaşmak ve bunu da başarıyor.

Aklımda kaldı; girişte röntgenlerden ve finalde tersten gösterilen buzulların erimesi görüntülerinden oluşan jenerikleri. Alfabeyi sayan kişiye göz kırparak kurduğu iletişim. Girişte La Mer çalarken bunun sebebini kriz anını gösterdiği filmin sonunda görüyoruz. "Hepimiz çocuğuz, hepimiz onaylanmak isteriz"

Sonuç; mükemmel.

24 şubat pazar sabahı izledim

http://www.imdb.com/title/tt0401383/

3 Şubat 2008 Pazar

Elizabeth : The Golden Age (2007)

*** Altın çağa doğru ***

Konusu şöyle; protestan kraliçe Elizabeth'in İngiltere'si Katolik İspanyollar tarafından tehdit edilmektedir. Kraliyete bir varis de sağlayabilecek olan ve hapiste tutulan kuzen Mary Stuart'da bir darbe ile tahta gelmenin hesapları içerisindedir. Bu arada Elizabeth bir kaşif olan Sir Walter Raleigh'e ilgi duyar.

Ne anladım; 10 yıl önce kraliçenin tahta çıkışı konu alan ilk film ile ciddi bir başarı kazanan Shekhar Kapur gene Cate Blanchett'i ikna etmiş ve ikinci filmi yapmış. Bu sefer kraliçenin yaşadığı en ciddi darboğazı konu alıyor, aynı zamanda da özel hayatı için de çok ciddi bir dönemeçten geçiyor. Ancak senaryo zayıflığından dolayı pek tempoyu tutturamıyor film. Mary Stuart'ın idam edilmesine kadar gayet iyi devam eden hikaye filmin bu sahne ile ortasına ulaşmasından sonra sapıtıyor. Hem çok anlamlandıramadığımız bir aldatma hikayesi geliyor hem de su altında bir atın yüzüşünü yavaş çekim izlediğimiz birkaç gemi savaşı sahnesi ile temsil edilen geniş planlı, sözsüz ve maalesef anlamsız sahneler silsilesine dönüyor film. Evet kostümler ve dönem çok şık ama dış mekana çıkılan sahneler çok zayıf kalıyor ve izleyiciyi kopartıyor filmden.

Aklımda kaldı; mesela orduyu gaza getirmek için konuştuğu sahne çok zayıf. İngilizlerin o savaştan kurtulması ve İspanyolların başına gelen de tamamen tesadüf (yoksa tanrı var ve İngilizlerin yanında anlamını mı çıkarmalıyız) Beyaz renklerin hakim olduğu suikast sahnesi hiç fena değildi. Girişte katolikleri "sadece düşüncelerinden dolayı suçlamam, gerçekten suç işlerlerse tepelerine binerim" söylemi.

Sonuç; fena değil

3 şubat pazar günü evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0414055/

7 Ocak 2008 Pazartesi

Becoming Jane (2007)

*** Affection is desirable. Money is absolutely indispensable! ***

Konusu şöyle; hepi topu altı roman yazmış olmasına rağmen 18 yüzyıl film uyarlamalarında adını sıkça duyduğumuz yazar Jane Austen'in henüz meşhur olmadan önce bir aşk ve mantık evliliği arasında yaşadığı çelişkiler.

Ne anladım; kadınların, tek başına bir değer taşımadıkları, ailelerine yük olmaktan kurtulmak için evlenmekten başka çıkış yolları olmayan zamanlarda, bir kadının para kazanıp tek başına ayakta kalması hele bunu kalemiyle yapması imkansız. Tıpkı daha sonra yazacağı romanlardaki kahramanların yaşayacağı gibi ikilemler ve özlemlerle gelişen kişiliğinin geçirdiği önemli bir dönüm noktası ve düş kırıklığını izliyoruz burada. Gayet sade ilerleyen kurgu ve görsellik Lefroy'un karar anına yaklaştıkça kaydırmalarla ve ekranın kaplayan at arabası penceresinin hızla uzaklaşması gibi sahnelerle göze çarpan bir iki hareket yapıyor. Bu sene içerisinde gene tarihi bir dramada (Atonement) izlediğimiz James McAvoy hınzır, tutkulu ve değişken bir karakteri başarılı canlandırmış. Anne Hathaway de başarılı. Yazarın, Pride And Prejudice ve Emma gibi filmlerde canlanan Austen karakterlerinden biri gibi kurgulandığı iyi bir dönem draması.

Aklımda kaldı; dans sahneleri. Ulaşım için kullanılan at arabası hatları, mekanları ile inandırıcı bir dönem kurulmuş.

Sonuç; beklentileri karşılıyor

6 ocak 2008 pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0416508/