Arama

**** etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
**** etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2010 Pazar

Saw VI (2009)

**** Remember, don't trust the one who saves you. ****

Konusu şöyle; Ajan Strahm bir önceki bölümde ölmüştür ve Dedektif Hoffman artık Jigsaw'un planının uygulayıcısıdır. Bu bölümde ise bir sigorta şirketinin tazminat ödemesini engellemek için müşterilerin davalarındaki açık noktaları bulmakla görevli William'ın hayatındaki insanlar onun kurtarabileceği tuzaklarda can vermeye başlar.

Ne anladım; bir önceki ara taksim ya da aslında yarım bırakılan bölümden sonra tüm seriyi tamamlayan bir final var önümüzde (ama serinin son bölümü değil). Bir serinin altıncı filmi için son derece başarılı, üstüne üstlük kendi içerisinde bile tüyler ürperten sürprizler barındıran bu adımda senaryonun sadece jigsaw gizemi üzerine değil, paralelde William'ın hikayesine de eşit ağırlık verilerek kurulması nihayetinde çok şaşırtıcı bir başarı getiriyor.

Aklımda kaldı; atlı karıncadaki çalışanların kendilerini kurtarmak için yalvarışları. William hikayesinin sonu

Sonuç; gayet iyi

http://www.imdb.com/title/tt1233227/

30 ocak cumartesi gecesi izledik

Up In The Air (2009)

**** We are not swans, we're sharks ****

Konusu şöyle; çalışanlarını işten atmak isteyen ancak bunu kendileri yerine başka bir insan kaynakları şirketine bırakan firmalara Ryan Bingham (George Clooney) ülke içerisinde uçakla seyahat ederek gider ve bu çalışanlarla görüşme yaparak kovar. Ancak artık zaman değişmiştir ve bu işi yapmanın daha teknolojik bir yöntemi denenmektedir. Uçmak dışında bir hayatı olmayan Ryan için bu ölmek gibidir.

Ne anladım; her sene bir izlenesi film çıkartan Jason Reitman'dan bu senenin mahsulü. Senaryolara da el atan yönetmen Clooney'i çok doğru bir rolde kullanıyor. Sahne aralarındaki o bölümün geçeceği şehrin havaalanının havadan görüntüleri Ryan'ın sürekli gözlerinin önündeki manzara. Şehirlerin yukarıdan bakınca o kadar birbirinden farkı da yok. Vera Farmiga'nın canlandırdığı Alex'te hayat arkadaşı olma potansiyeline sıkıca sarılan Ryan'ın sonrasında yaşadığı sürpriz bize de vuruyor aynı şaşırtıcılık ve acıyla. Natalie'nin ise terkediliş biçimi o gözyaşlarının karşısında kahkaha atmamıza neden oluyor.

Aklımda kaldı; J.K. Simmons'un işten atma görüşmesinde Natalie'nin söze karışması, adamın onu feci haşlaması sonrasında Ryan'ın "ama bu senin hep yapmak istediklerini yapman için bir fırsat olabilir" mealinde konuşmasıyla sakinleştirdiği sahne. Ryan ile Alex'in Natalie'ye kendi kuşaklarını anlattıkları sahne. Ryan'ın sunumda yaptığı "sahip olduklarımız arttıkça yavaşlar ve ölürüz" temalı konuşması.

Sonuç; izlenesi

31 ocak pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1193138/

Buddha Collapsed Out Of Shame (2007)

**** Küçük buda ****

Konusu şöyle; küçük Baktay okumayı öğrenmeyi çok ister ve komşusunun oğlu ile bir gün okula gitmek için evden çıkarlar. Okul eşyalarını almak için yumurta satmak, yoluna devam edebilmek için savaş oyunu oynayan erkek çocuklarını aşmak, okula ulaşabilirse de derse gitmek için önyargıları aşmak zorundadırlar.

Ne anladım; ünlü İran'lı yönetmen Muhsin Makmalbaf'ın kızı Hana'nın 19 yaşındayken ortadoğuda eğitim, yoksulluk, kadınların durumu gibi konuları çerçevelediği ve küçük amatör oyuncular üzerinden anlattığı acı filmi. Kamera, renk, görsellik, teknik gibi unsurlarıyla değerlendirildiğinde sınıfta kalabilecek film çevçeveleri, samimiyeti, hikayesinin basitliği ve aktardıklarıyla görevini layığıyla yapıyor. Taliban'ın dev Buda heykelini yok etmesinin görüntüleri ile açılan ve Buda Utancından Yıkıldı başlığı ile sunulan film bir müslüman İran'lı yönetmenin; aşırı dinci Afgan Taliban'ların yarattığı, yalnız erkek çocukların okula gitmelerine izin verilen, kadınların yalnız burka giyerek insan içine çıkmasına izin verilen, ruj sürdüğü için öldürülebildiği bir dünyayı küçük bir kız çocuğunun gözlerinden sorgulaması.

Aklımda kaldı; önce Taliban'cılık oynayan çocukların sonra da Amerikan'cılık oynamaları ama sonuçta gene şiddetin tarafında olmaları. Açık hava derslikleri.

Sonuç; izlenir.

30 ocak cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt1094627/

25 Ocak 2010 Pazartesi

Taking Woodstock (2009)

**** Woodstock ruhu ****

Konusu şöyle; iç mimarlık kariyerini bırakıp ailesinin Catskills'deki batmak üzere olan motellerinde onlara yardım için çalışan, yörenin ufak ticaret odasının başında yer alan ve her sene kendince kasaba halkına çayırda plak çalarak müzik festivali düzenleyen Jake Teichberg (Henry Goodman) büyük bir festivalin düzenleneceği Walkill kasabasının son anda şehirlerinin hippilerin basmasından çekindikleri için olayı iptal ettiklerini öğrenince finansal sorunlarını aşmak için festivali düzenleyenlere konserleri kendi kasabasında yapmalarını önerir.

Ne anladım; eşcinsel filmlerinin unutulmaz yönetmeni olma yolunda ilerleyen Ang Lee 1969 un en önemli olaylarından Woodstock'u anlatıyor. Konserin herhangi bir müzikal anını sunmayan, bu olayın kendisi kadar ilginç hazırlanış öyküsüne odaklanan hikaye olayların kahramanının kendi yazdığı otobiyografik kitaptan uyarlanmış zaten. Önemli bir milata ve bir neslin simgesine dönüşen Woodstock olayını bir adamın yaşadıkları paralelinde anlatan çalışma o zamanda oralarda takılıyor olmanın nasıl bir şey olduğu hissini başarıyla veriyor zaten amacı da o. Kim oraya gelmiş, sahneye çıkmış oyuncularla göstermekten ziyade onlar hakkında konuşan katılımcıları izlemek hakkında film zaten öbürü ile ilgili yapılmış bir sürü film ve kayıt var. Bir de filmi yeterince komik olmayan bir komedi olmakla suçlayan eleştiriler gördüm ki tamam tür olarak komedi sınıfında yer alabilir ama o amaçla değerlendirmek gereksiz. Goodman başrol için çok sıradan görünümlü ama bu hikaye için o görünüm tam uyuyor, fakirlikten ölüm gibi korkan anne rolünde Imelda Staunton çok iyi.

Aklımda kaldı; Vw deki çiftle yaşadığı asit deneyimi ve ardından konser alanını dalgalanarak gördüğü sahne bir belgeselin verebileceğinin ötesinde gerçekliğe sahip. Anne babanın sihirli kekleri.

Sonuç; hoşuma gitti

23 ocak pazartesi

22 Ocak 2010 Cuma

Zombieland (2009)

**** Rule #1 : Cardio ****

Konusu şöyle; insanlığın çoğunun beyinlerine nüfuz eden bir hastalıkla zombiye dönüştüğü ve Amerikanın Zombieland'e olduğu bir ortamda eline kız eli değmemiş takıntılı ve hayatta kalmak için upuzun bir kural listesi oluşturan Columbus (Jesse Eisenberg) hayattaki tek amacı yeniden twinkie yiyebilmek olan kovboy karizmasındaki zombi katili Tallahassee (Woody Harrelson) ile birlik olup zombisiz batıya doğru yola düşer.

Ne anladım; Ruben Fleischer isimli yönetmenin ilk büyük projesi, nedense film başlayana kadar Rob Zombie'nin sanıyordum filmi. Zombilerin tehditi altında hayatta kalmaya çalıştığı ve bunun için oluşturduğu kural setini aktardığı girişin ardından bir yol filmi olarak devam eden komedinin büyük ağırlığı oluşturduğu filmde zaten zombiler de tamamen değişik şekilde öldürülmeleri ile eğlence unsurunu oluşturuyor. Shaun Of The Dead sonrası ona öykünen filmlerin en başarılısı olan Zombieland film referanslarıyla yüklü senaryosu ve estetik zombi katli sahneleriyle öne çıkıyor.

Aklımda kaldı; komşu kızla olan sahnesi. Piyanoyla haftanın zombie katli. Tüm Bill Murray sahnesi. - Pişman olduğun bir şey var mı? - Garfield belki.

Sonuç; eğlenceli

http://www.imdb.com/title/tt1156398/

21 ocak günü izledim.

12 Ocak 2010 Salı

Brüno (2009)

**** I gave him like a traditional African name : O.J. ****

Konusu şöyle; ünlü modacı Brüno (Sacha Baron Cohen) giydiği yenilikçi kıyafetle bir defilede rezalet çıkarınca memleketi Avusturya'da mesleğinden aforoz edilir. Amerika'ya gidip ünlü olmaya karar veren Brüno kendisine tapan yardımcısı Lutz ile burada değişik denemeler yapar.

Ne anladım; Larry Charles ile Cohen'in Borat'dan sonraki ikinci birlikteliği. Doğal olarak birinci ile karşılaştırılıyor ve mizah anlamında biraz daha zayıf ya da daha fazla rahatsız edici olduğu doğru. Borat filmin genelinde anlatıcı ya da olayların yanında yer alan kişi iken Brüno açık eşcinsel ve doğrudan bununla ilgili yarattığı sahnelerin içinde, her yeni sahnede yok artık dedirtebiliyor. Epilasyon, jakuzida çıplak erkekler, cinsel organlar ve oral seksle ilgili espriler ardarda. Bayağı mizah yaptığı söylenebilir ama bence yaptığı mizahı iyice ileri götürerek nihayetinde Borat'ta yaptığı muhafazakar bakış açısına doğrudan saldırırken yalandan özgürlükçü liberallerin de sinirlerini bozarak riyakarlığı ortaya çıkartıyor bu açıdan değerli. Karşılaştırmak gerekirse Recep İvedik de benzer noktalardan yola çıkıyor ancak onun amacı avam bir karakteri aşırı karikatürize ederek cehalete, magandalığa övgüler düzüp, elit olarak nitelenen zevklere kolaycı yoldan saldırmak bunu da para basan bir makinaya çevirmek. İzlerken o kadar gelmedi ama sonradan sahnelere baktığımda hakikaten kopuk skeçler var. Bana rahatsız edici gelen tek yeri; bazı sahnelerin doğal sıradan insan tepkileri yerine aktörler tarafından oynanmış hissiyatını taşımasıydı. Birden çok kamerayla çekilen sahneler ya da Brüno'nun bulunmadığı çekimler bunu düşündürdü.

Aklımda kaldı; Harrison Ford'un tepkisi. Richard Bey Show'da zenci kadınlarla dolu bir salonda zenci çocuğu nasıl evlatlık aldığı, adını O.J. koyduğu ve beraber çekilen "sevgi" dolu resimleri gösterdiği sekans. Deneme çekimini izleme sahnesi ve bağıran çük. Maço güreşçilerden oynaşan gaylare dönüştükleri sahne. Finalde Bono, Chris Martin, Snoop Dogg, Elton John falan Brüno'nun şarkısını söylüyor.

Sonuç; uyarayım çok acaip
9 ocak pazar günü izledim

5 Aralık 2009 Cumartesi

Marley & Me (2008)

**** Kelepir köpek ****

Konusu şöyle; muhabir olmayı isteyen John Grogan (Owen Wilson) artık bir çocuk isteyen karısı Jennifer'ı (Aniston) bir süre idare etmek için bir köpek alır. Raggae üstadından esinlenerek Marley adını verdikleri köpek evdeki herşeyi kemiren, bacaklara sürtünen, dünyanın en kötü köpeğidir ama yaşamı boyunca ailenin vazgeçilmez bir birey olur.

Ne anladım; aynı isimli gazetecinin otobiyografik öyküsünden uyarlanan bu hikaye kesinlikle yeni bir Beethoven değil. Filmin adında ve afişinde geçmesine rağmen burada özne ismin ikinci yarısı yani John. Bir çiftin çok yaramaz bir köpekle komik maceralarını vaat eden köpük bir komedi olarak başlayan hikaye ikinci yarısında John'un olmak istedikleri ile yapmak zorunda oldukları arasındaki gerilime, Jennifer'in işkadınlığı ile annelik arasındaki seçimine, bu ailenin on yıla yayılan epik öyküsüne odaklanarak izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Yeni bir konuşan köpek hikayesi izleme korkusuyla başlanan filmi de salya sümük bitiriyoruz. Bu arada filmin en büyük sürprizi izlerken tanıyamadığım köpek eğiticisi rolündeki Kathleen Turner.

Aklımda kaldı; gerçi kötü bitiyor ama köpek sahilinde özgürlük anları. Veda sahnesi.

Sonuç; iyiymiş.

4 aralık cuma günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0822832/

14 Kasım 2009 Cumartesi

Che : Part Two (2008)

**** Comandante ****

Konusu şöyle; Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) 1967 yılında Küba'lı küçük bir grup ile devrim yapmaya Bolivya'ya gelir. Bu kez devrimcilerin başında yer alacaktır ancak olaylar beklenen şekilde gelişmez.

Ne anladım; Soderbergh'in Che'yi anlattığı devasa filmin bu ikinci bölümü Bolivya'da başarıya ulaşamayan çabaları içeren yaşamının yaklaşık son bir yılını içeriyor. Başından sonuna bir yaşam hikayesi yerine Che'yi Che yapan iki efsanevi dönemi; Küba'da Castro ile tam bir devrim ve komünizmin uygulanmasına giden başarı ve Bolivya'da Amerikan destekli kontrgerilla tarafından katledilip efsaneye dönüşmesini derinlemesine ele alıyor. Küba'da halkla bütünleşen ve Fidel'in siyasal beyin olduğu hareketteki güçlerin olması gerektiği şekilde dağılması istenilen sonucu getirirken Ernesto'nun sonraki deneyiminde köylülerden gelmeyen bir isyanı dayatıyor konumuna gelen, bir yabancının başında olduğu bir harekete destek bulunamayan ve nihayetinde CIA'in gayet güçlü desteğiyle çılgın romantik derecesinde zayıf kalan hareket çözülmese de güçlenemeden eriyip gidiyor. Belki de önceki başarısı kendisine aşırı bir güven sağlıyor ve Guevara astım ilaçlarını yanına almayacak kadar zarar görmez biri olduğunu düşünüyor ve gene aynı sebeple imkansız bir savaşa balıklama dalıyor sonucu çıkarılabilir. Soderbergh gene sağlam görüntülerle izleyiciyi gerillalardan biriymişçesine olayların içerisine katıyor. Devrimcinin hayatının ve uzun dönüşümünün her önemli noktasını içermiyor senaryo (gençlik yılları, Castro ile tanışmadan önceki fikirleri, iki film arasındaki dönem gibi noktalara hiç değinilmiyor örneğin) ancak temiz bir çerçeve içerisinde önemli bir portre çiziyor.

Aklımda kaldı; atı bıçakladığı sahne. Son anlarındaki öznel çekim. Son sözler "Shoot. Do it. Shoot me, you coward! You are only killing a man. You will never kill my spirit, or the spirit of the revolution!"

Sonuç; iyi

14 kasım günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0374569/

9 Kasım 2009 Pazartesi

State Of Play (2009)

**** List of who eats free at Ben's - Bill Cosby - No one else ****

Konusu şöyle; yolsuzluklarla mücadele eden kongre üyesi Stephen Collins'in (Ben Affleck) yanında çalışan bir kız ölü bulunur. Olayın araştırmasında polisin yanında Stephen'ın okuldan arkadaşı Cal (Russell Crowe) da yer alır. Araştırmada Stephen'ın kızla ilişkisi ortaya çıkar ve karısı ile de arası bozulur.

Ne anladım; Tony Gilroy'un elinden çıkan senaryoyu sinemaya uyarlayan Last King Of Scotland ile bildiğimiz Kevin Macdonald. Aynı senaristten çıkan Michael Clayton gibi sağlam bir politik gerilim çıkmış gene ortaya, Robert Redford'lu Sydney Pollack'lı dönemin tadını hissettiriyor. Rachel McAdams'ın karakteri hırslı yeni gazeteci eski blog yazarı, sert patron Helen Mirren, aldatılan eş Robin Wright Penn ile kadın karakter ve oyuncular kontenjandan değil sağlam altyapılarla katılıyorlar gösteriye. Kara filmlerin en gözde işyeri olan gazete binası
dijital devrimin baskısı altında belki de son heybetli duruşunu sergiliyor. Russell Crowe'un tombul yanaklı, hırpani, ağlanacak omuz Cal karakteri de özdeşleşilebilecek bir havalı adam.
Aklımda kaldı; gazete mekanı.

Sonuç; iyi

8 kasım günü izledik

8 Kasım 2009 Pazar

Kıskanmak (2009)

**** Tatlılardan ne yicez? ****

Konusu şöyle; Cumhuriyet'in ilk yıllarında Zonguldak'ta göreve gelen mühendis Halit (Serhat Tutumluer) güzel karısı Mükerrem (Berrak Tüzünağaç) ve evde kalmış kız kardeşi Seniha (Nergis Öztürk) ile birlikte yaşarlar. Mükerrem kentin zengin ailelerinden birinin oğlu Nüshet ile ilişkiye girer ve bu durumu kocasından gizlemek için Seniha'dan yardım bekler.

Ne anladım; Zeki Demirkubuz'un ilk dönem filmi çalışması. Kostümlü, balo sahneli bir giriş insanı güzel bir şaşırtıyor. Sonrasında film bir Demirkubuz filminden beklenecek şekilde üç karakterin durumlarına odaklanıyor. Romana ne kadar bağlı kalıyor bilemiyorum ama filmin ikinci yarısında yönetmenin ağırlığı iyiden iyiye hissediliyor. Tüzünağaç'ın başarılı diyemem ama durumu idare eden oyunculuğu Nergis Öztürk'e biraz yapay çirkinleştirilmiş hissi verse de unutulmaz bir Seniha performansında yardımcı oluyor. Her üç karakter de pasif varoluşçu karakterler olarak başlarken sırayla her birinden beklenmeyecek dönüşler izlediğimiz hikayede görsel olarak da değişik denemeler var.
Aklımda kaldı; "Ya niye böyle şeyler yaptı ki şimdi bu?" sorusuna değişik bir yanıt veren Seniha'nın son monoloğu. Nüshet ile Halit'in karşılaştığı sahne. Zifiri karanlık içerisinde Halit'in gaz lambasını yaktığı sahne.

Sonuç; iyi.

7 kasım cumartesi günü izledik

My Sister's Keeper

**** Engineered baby ****


Konusu şöyle; Kate (Cameron Diaz) ve Brian Fitzgerald'ın (Jason Patric) kızları Anna, büyük kızkardeşi lösemi hastası Kate'in tedavisi için ailesi tarafından
sürekli tıbbi müdahalelere zorlandığı ve bunun sona erdirilmesi isteğiyle bir avukata başvurur.

Ne anladım; usturuplu dramaların yönetmeni Nick Cassavetes, Jeremy Leven ile yazdığı senaryodan çekmiş filmi. Abigail Breslin ve Cameron Diaz'ın hastası değilim, afişe bakınca da duygusal bir kanser draması çıkacakmış gibi görünüyor. Ama yönetmenin hatrına bir şans tanıdık ve değdi kanımca. Evet ağlamaklı bir drama ama özgünlüğünü de sağlayabilmiş bir senaryo var ortada. Anne baba verdikleri zor karar sayesinde hayatlarını bir şekilde devam ettirebilmiş ancak küçük kızın artık büyüyüp kendine ait kararları olabileceği gerçeği ile diğer kızlarını kaybetme gerçeği ile karşı karşıya kalıyor. Baba Anna'yı birey olarak kabul etmeye çalışırken anne kendi otoritesine bir saldırı olarak algılıyor. Kate'in de mesleği avukatlık olduğundan mahkeme salonundaki dava merkeze yerleşirken finalde bambaşka bir yöne dönerek asıl meseleyi basit bir haklılık mücadelesinin dışına da başarıyla taşıyor.


Aklımda kaldı; Taylor ile Kate'in hastane aşkı.


Sonuç; başarılı



8 kasım pazar izledik


http://www.imdb.com/title/tt1078588/

30 Ekim 2009 Cuma

Wit (2001)

**** I trust this will have a soporific effect ****


Konusu şöyle; kanser teşhisi konulan Profesör Bearing (Emma Thompson) hayatını yeniden gözden geçirmeye başlar.


Ne anladım; Mike Nichols'dan Emma Thompson'un senaryosuna da katkıda bulunduğu televizyon draması. Ana karaktere ölümcül kanser teşhisinin konulması ile başlayan ve onun hastanedeki tedavi süreci süresince orada yatan başka bir hastamışız gibi kamerayla konuşarak kariyerine karar verişinden duygusal duvarlarını kuruşuna bir özet geçilen hikayesini usta ekip melodrama hiç yüz vermeden aktarıyor. Thompson'ın oyunu müthiş. Şiir gibi duygusal olduğu düşünülen bir konunun soğuk uzmanı sağlık gibi özünde insani olması gereken bir sorunla karşılaştığında kendi yarattığı hayatın benzeri bir ayna ile karşılaşıyor. Özellikle dialogları ve monologları çok başarılı.

Aklımda kaldı; buz yalama sahnesi (akla kötü birşey gelmesin). Öğretmeninin geldiği sahne.


Sonuç; çok iyi


30 ekim günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0243664/

20 Ekim 2009 Salı

Hunger (2008)

**** Ölüm orucu ****

Konusu şöyle; 1980'lerin başında hücre hapsinde tutulan ama siyasi tutuklu değil adi suçlu olarak kabul edilen IRA mensupları bu durumu mahkum elbiselerini giymeyi reddederek protesto ederler. Şartlar kötüleşince Bobby Sands'in (Michael Fassbender) de aralarında olduğu bir grup ölüm orucunu başlatır.

Ne anladım; Steve McQueen'in yazıp yönettiği film bir hikaye örgüsünden ziyade durum tanıklığı bakış açısından hapishanelerde şiddet olgusunu ele alıyor. Önce bir gardiyanın ellerindeki kan ve yaralardan işkence yaptırılanların tarafından bir kesit alıyor. Sonra kıyafet direnişi ve bunun sonucunda hücrelerde dışkılarından kurtulmak için duvara sıvamak zorunda kalan ve sürekli dayak yiyen mahkumların durumunu izliyoruz. Bu koşulların sonucunda ise ellerinde direniş için kendi vücutlarından başka bir silahı olmayan mahkumların sözcüsü konumundaki Sands'in rahiple yaptığı eylem üzerine uzun bir tartışma ve ölüm orucunu izliyoruz başından sonuna. Sands neden bu eylemi tercih ettiğini anlatırken rahip de bu eylemin daha az zarar verici ve verimli bir başka yolunu aramaya ikna etmeye çalışıyor. Eylemin IRA temsilcileri tarafından yapılması filmin anlatısı içerisinde önemli bir nokta değil. Dünyanın büyük bölümünde devletlerin yasadışı kontrgerilla faaliyetlerinin yanında sistematik olarak hapishaneleri işkencehane olarak kullanmaya başladığı ezici dönemin başlangıcı olan bu tarihlerin
anlatısı bu. Yanında okuma parçası olaran 12 eylül ve sonrasında buradaki hapishaneleri anlatan Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler kitabına bakınca yöntemlerdeki inanılmaz aynılık dünya çapında yayılan amaçlı ve sistematik bir vahşetin de varlığını üzerek gösteriyor. Fassbender birkaç sene önce Christian Bale'in Makinistte yaptığına benzer şekilde anormal zayıflayarak fiziksel bir performans sergileyerek insanın nasıl açlıktan öleceğini alenen gösteriyor.

Aklımda kaldı; onbeş dakikalık Sands rahip diyaloğu. Geyik hikayesi.

Sonuç; etkileyici.

20 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0986233/

16 Ekim 2009 Cuma

Che : Part One (2008)

**** Vatan yahut ölüm! ****


Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.


Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?


Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.


Sonuç; iyi


16 ekim sabahı izledim


http://www.imdb.com/title/tt0892255/

12 Ekim 2009 Pazartesi

Star Trek (2009)

**** Once you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth ****

Konusu şöyle; doğduğu gün babasını Nero'nun (Eric Bana) başını çektiği bir saldırıda kaybeden James Tiberius Kirk (Chris Pine) babasının arkadaşı yüzbaşı Pike tarafından serseriliği bırakıp pilotluk eğitimi almaya ikna edilir. Sonunda gene Nero'nun ortaya çıktığı gün Kirk, Spock'un (Zachary Quinto) komuta ettiği Enterprise'da kaçak yolcudur.

Ne anladım; TV dünyasının efsanesi J.J. Abrams sinemada da popüler kültürü beslemeye devam ediyor. Standart yapım ve senaryo ekibiyle MI den sonra bu kez de uzay yoluna el atıyor, ve bu sefer yola ilk giren olduğu için temayı alıp yepyeni bir şey yaratmaya soyunuyor. Her bir karakterin gemideki pozisyonlarına nasıl geçtiklerini teker teker görüyoruz, bunun yanında dizi ve film dünyasında pek bir derinliği olmayan bu karton tiplemelerin her birine değişik karakter özellikleri verilerek daha canlı bir mürettebat yaratılmaya çalışılmış. McCoy'un sinirli ama harbi dostluğu, Scotty'nin teknolojik dehası, Chekov'un aksanlı ingilizcesi ile çözümler üretmesi, hepsinin tıfıl hallerinde onlarla özdeşleştirdiğimiz hareketleri ilk kez yapışlarına tanık oluyoruz. Bence çok zekice bir senaryo çözümü olan zamanda yolculuğu da çok iyi kullanan senaryo ve hikayenin en başa gitmesi Star Trek dünyası ile hiç ilgisi olmayan genç izleyicileri de tanıştırma açısından ticari anlamda da başarılı. Casting de iyi, ana karakterlerin yanında özellikle Eric Bana Nero rolünde çok etkili bir ruh hastası.

Aklımda kaldı; Sabotage eşliğinde uçuruma araba süren küçük Kirk. Leonard Nimoy'un çıkması süper. Kirk'ün motorsikletle gemiye geldiği sahne Top Gun'u, buzul gezegene atıldığı sahne Empire Strikes Back'i hatırlattı, acaba bugünün klasik sahnelerini farketmeden izliyor muyuz yoksa artık yok mu öyle şeyler diye de düşündürdü.

Sonuç; iyi.

10 ekim günü projeksiyonla izledim

http://www.imdb.com/title/tt0796366/

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duellists (1977)

**** Nothing cures a duellist ****

Konusu şöyle; Napolyon'un Fransa'nın başına geçtiği yılda subay D'Hubert (Keith Carradine) Feraud'u (Harvey Keitel) çağırmakla görevlendirilir. Bu sırada D'Hubert'in davranışını kendisine hakaret olarak algılayan Feraud subayı düelloya davet eder ve uzun yıllar boyunca sürecek bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Ridley Scott'un Alien'den önce çektiği ve ilk uzun metraj filmi olan bu kostümlü dönem filmi klasik bir drama değil. Düelloya ve meydan okumaya doyamayan, filmin büyük kısmında pek konuştuğuna tanık olmadığımız Feraud'un acaip hırsı ve tutkusu hayatını ölüm ve onur kavramlarıyla içiçe geçirmeye alışmış ve buna bağımlı bir canki görünümü çiziyor. Yanında bulunduğumuz D'Hubert ise bu düşmanı kendine edinen, arkasını dönüp kaçamayan ve sakınmak için elinden geleni yapan ama nihayetinde sürekli bu kötülükle karşı karşı gelmeye mecbur kalan bir adam. Bir Rus cephesinde karlar içinde, bir Fransa kırsalında çimler üzerinde çeşitli silahlarla birbirini öldürmeye çalışan ama oyunun kurallarını bozmayan bu iki adamın hikayesi hem senaryo hem de müthiş sinematografisi ile çok üst düzey bir ilk film. Tarzı ile bir Peter Greenaway filmini anımsatıyor.

Aklımda kaldı; en son kadrajda Feraud bir tepeden aşağıya bakar, inanılmaz bir görüntü.

Sonuç; izlemek lazım.

23 eylül günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0075968/

Duplicity (2009)

**** Tony Gilroy yeni David Mamet mi? ****

Konusu şöyle; MI6 ajanı Ray Koval (Clive Owen) Dubai'deki bir görev sırasında Claire Stenwick (Julia Roberts) ile birlikte olur. Claire'de CIA adına çalışan bir ajandır ve önemli belgelerini çalıp ortadan kaybolur. Yıllarını kızı bulmaya adayan Ray bu arada özel sektöre geçer ve büyük bir şampuan firmasının rakiplerine karşı teknoloji casusluğu faaliyetlerinde çalışmaya başlar.

Ne anladım; sağlam politik gerilim "Michael Clayton"un yönetmeni Tony Gilroy gene yazıp yönetiyor. Geçen filmde Clooney karizmatikti burada bu yük Owen'da, üstelik Clive Owen International başta olmak üzere genelde canlandırdığı rollere gene yakın bir rolde. Kapağına bakınca çok bir şey vaad etmiyor paket, ama içindeki gerçekten lezzetli bir sürpriz. Öncelikle bir casus hikayesine yakışır şekilde, olabildiğince karışık anlatılmış bir hikaye, buna çok uyumlu bir tarz var. Tüm bu soğuk savaş tarzı espiyonajın kozmetik firmaları arasında olması Coen'lerin bu dünyayı tiye alan filmine paralel keyifler sunuyor. Paul Giamatti ve Tom Wilkinson asıl çiftten daha ateşli perdede ama olsun Owen/Roberts'da gayet ikna ediciler. Zaten artık biliyoruz ki ekranda Clive Owen varsa gördüklerimizin biraz sonra yalan çıkacağını varsayabiliriz. Sonuçta biraz uzun süresine rağmen finale kadar güzel sahnelerle bezeli kalburüstü bir kara komedi diyebiliriz, karşılaştırmak gerekirse "Mr. And Mrs. Smith"'den daha ilgi çekici. Başlıktaki soruya gelince, cevap vermek için bir kaç film daha yapmasını bekleyelim.

Aklımda kaldı; girişte iki patronun slow motion birbirine giriştikleri sahne. Yeniden karşılaşma replikleri.

Sonuç; beklentilerimi aştı

19 eylül günü izledik

24 Ağustos 2009 Pazartesi

I Love You, Man (2009)

**** Slapping the bass! Slappa da bass! Slappa da bass mon! Slappa de bass mon! ****

Konusu şöyle; Zooey (Rashida Jones) ile evlenmek üzere olan emlakçı Peter Klaven (Paul Rudd) hiç erkek kankası olmayan, kadınlarla iyi anlaşan biridir. Düğününde bir sağdıcı olabilmesi için kalan kısa sürede kendisine bir erkek bulmaya çalışır. Sonunda Sydney Fife'ı (Jason Segel) bulan Peter ile aralarındaki ilişki öyle bir hale gelir ki Zooey ile ilişkisi bozulur.

Ne anladım; daha önce Along Came Polly'sini izlediğimiz, Meet The Parents serisinin de yazarlarından John Hamburg'un bu komedisi türü tersyüz eden bir hikayeden çıkıyor. Beraber kankaların yaptığı şeyleri yapabileceği "hayatının erkeği"ni arayan erkek, Turk'ünü arayan J.D. teması üzerine kurulan hikayenin ilk bölümünde internetten ve tanıdıklarının vasıtasıyla ruh eşini arayan bir yalnızın ters açıdan hikayesini izliyoruz. İkinci bölümde ise Sydney isimli hayal kahramanı gibi bir adamla ilişkilerinin gelişmesi ve Peter'in kendisini bu duruma kaptırmasının sonuçlarını izliyoruz. Peter'in evliliğe giden ilişkisini bir kenarda tutmayı başarıp erkeğin bambaşka bir ihtiyacı üzerine tutarlı analizlerle sürüyor film. Jason Segel da Paul Rudd'da sağlam bir ikili oluşturuyor. Eşcinsel kardeş, en iyi arkadaşı baba, spor salonundaki tipler derken bir düğündeki en acaip sağdıç adayları listesinin karizmatik yürüyüşü de cabası.

Aklımda kaldı; Rush konseri, finalde beraber limelight'ı çaldıkları sahne. Sydney'in "Man Cave"i

Sonuç; gayet iyi

21 ağustos cuma gecesi

http://www.imdb.com/title/tt1155056/

23 Temmuz 2009 Perşembe

Fuck (2005)

**** There is no English equivalent for 'fuck off,' because... it *is* English ****

Konusu şöyle; her yönüyle fuck kelimesi üzerine bir belgesel.

Ne anladım; Steve Anderson bu çok kullanılan, bazı kesimler tarafından aforoz sebebi sayılan, yerine göre kendini ifade aracı, bazen saldırı silahı olabilen kelime üzerinden küfürün sosyal yaşamda yerinden tutun cinselliğin tabularına her yönüyle ekrana getiriyor. Kelime anlamıyla incelemek üzere porno yıldızları, sosyal yönler için psikologlar, sanatla ilişkisi için rapçisi oyuncusu müzisyeninden muhafazakarına çok sayıda isim var röportaj yapılan. Kelime ile ilgili konu başlıkları altında bilindik filmlerden (tabii ki Scarface) dizilerden (Seinfeld'in bir çocuğun yanında ağzından kaçırıp başını derde soktuğu bölüm de var) şarkı sözlerine, politik olaylarla ilgisine bence çok hızlı ve tempolu bir film. Tabi hayli rahatsız edebilecek kısımları da var, adı üstünde. Ama özellikle Billy Connolly'nin değişik tonlaması ve klasik İngiliz aksanıyla tatlı tatlı kelimenin fonetiğine övgüler düzdüğü sahneler başta olmak üzere güzel kısımları çok fazla. Kelimenin kökeni tam olarak bilinmediği halde "fornication under consent of king" ifadesinin kısaltması olduğu şeklinde genel bir kanı olması ilginç geldi. Lenny Bruce ya da George Carlin'e verilen önem sadece insanların sahnede küfür edildiğini duymaktan hoşlanması ile açıklanamaz. İfade özgürlüğü tarafından bakıldığında çığır açan adamlar bunlar. Steril ikiyüzlü bir ahlak anlayışı ile dayatılan toplumsal baskılarla mücadelenin bir bakıma simgesi. Özellikle Bush yönetimi ile birlikte para basmaya başlayan sözde toplumu koruyucu oradaki kurumların buradaki karşılığı rtük de bunlardan ekmek yiyor. Üstelik sigaraları kapatarak, içkileri mozaikleyerek tvde rastgelinecek herhangi bir filmin de zevkle izlenmesini imkansız kılarak buradaki öğrenilmiş çaresizliği daha büyük boyutlarda uygulayarak. Sonuçta toplumsal değerler kılıfından güç alarak tüm akılcı ağaçları budamaya kararlı bir zihniyet egemen zamanımızda.

Aklımda kaldı; Pat Boone'un kendi soyadını küfür yerine kullanması.

Sonuç; herkese göre değil

23 temmuzda izledim

http://www.imdb.com/title/tt0486585/

17 Temmuz 2009 Cuma

Zeitgeist : Addendum (2008)

**** Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz ****

Konusu şöyle; belgesel dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; paranın nasıl oluştuğunu, ekonomik sistemin ana bileşenlerini ve kapitalizmin işleyişini anlatıyor. İkinci bölümde; bu sistemin dünyadaki politik yansımaları bir Ekonomik Tetikçi olan John Perkins tarafından anlatılıyor. Üçüncü bölüm; bu para bazlı sistemin yerine bir alternatif olarak kaynak bazlı bir sistemin olarak tasarlanan Venüs projesinin ilgili toplum mühendisleri tarafından anlatımı ve dördüncü ve son bölümde de bu sisteme alternatifleri en azından zorlamaya başlamak için izleyiciye öneriler şeklinde özetlenebilir.

Ne anladım; ilk filmin bir uzantısı olarak düşünülebilecek bu bölüm gene tamamıyla Peter Joseph'in her tarafını kotardığı bir belgesel. Gene bir görüntüler kolajı izliyoruz ancak bu sefer özellikle ilk bölümde izleyicini takibini kolaylaştıran animasyonlar son derece profesyonel ve konuya odaklı. Özellikle ilk iki bölüm mükemmel derecede bilgilendirici içerik ve sunuma sahip. İkinci bölümde anlatılanların detaylarına elemanın kitabından ulaşmak da mümkün. Üçüncü bölümde anlatılan Venüs projesi ve anlatılanlar elbette ütopik ya da tatil köyü reklemı gibi geliyor. Vizyon açması, düşündürmesi açısından iyi ama mesela paranın yok olmasıyla insanların minimuma insede kendilerinden toplum tarafından bekleneni yapmaya güdüleyecek olan nedir gibi soruları sorsa da yanıtlamıyor. Sondaki öneriler de iyi niyetle kulak arkası edilebilir, nihayetinde kimseyi sokağa dökemeyeceğini bilen yayımcı daha pasif eylemlere cesaretlendirmeye çalışıyor ama günümüzün "bir benim yapmam neyi değiştirir ki" bilincine sahip kuşağını harekete geçirmeye yetmez bunlar. İlk filme göre daha net hedeflere en önemlisi bir sonuca sahip, yer yer kendisini tekrar etse ve bu yüzden uzun kalsa da çok değerli bir belge.

Aklımda kaldı; Fed'in kuruluşu, Amerikanın bağımsızlık savaşının altında yatan nedenler, paranın imal edilişi, Perkins'in önce rüşvet, sonra suikast, en son da askeri müdahele aşamalı tetikçilik hikayeleri.

Sonuç; gayet iyi.

17 temmuzda izledim

http://www.imdb.com/title/tt1332128/