Arama

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Long Way Round (2004)

***** Uzun yoldan *****

Konusu şöyle; İngiliz aktör Ewan (yuvın diye okunuyomuş) McGregor ve kankası Charlie Boorman (ingiliz yönetmen John Boorman'ın oğlu) motorsiklet ile Londra'dan New York'a bir macera yaşamaya karar verirler. Ama uzun yoldan. Bu macera hazırlık aşamaları ile birlikte 7 bölümlük bir mini diziye dönüşür.

Ne anladım; iki kankanın kendilerine sponsor bulma çalışmalarını, projenin şekillendiği zamanları konu alan ilk bölüm dahil çok keyifli bir macera. 115 günde 20.000 millik bir yolculuk. Önce Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya gibi ülkeleri hızlı hızlı geçiyorlar, sonra macera başlıyor. Kazakistan'da her yerde eskort vermeye çalışan ve başlarına birşey gelmesinden endişelenen hükümetle biraz sıkıntı yaşıyorlar. Moğolistanda yol namına hiçbirşey yok, Rusya'ya döndüklerinde asfaltı öpecek duruma geliyorlar. Bu sırada da her geçtikleri yerde misafirperverlikle, ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaşıyorlar, unicef için yaptıkları aktiviteler de cabası. Birbirinden çok farklı kültürlerle karşılaşıyorlar ve bir yerde dedikleri gibi motorsiklet içinden geçtikleri ortamla daha açık bir ilişki kurmalarını sağlıyor. 2004 yılında yaptıkları bu yolculuğun ardından bu sene de Long Way Down isimli bir tur yapmışlar, Londra'dan Cape Town'a. Şu aralar post prodüksiyon çalışmaları devam ediyor.

Aklımda kaldı; evinde kaldıkları Rus Mafyası kılıklı adam. Müzik bandı çok iyi, özellikle Stereophonics'in aynı isimli parçası güzel. Moğolistan'da dibe vurdukları ve kısa yoldan kaçmayı düşündükleri kısımlar. Kazakistan'da içlerinden sadece birinin içebildiği testis çorbası. KTM motorsiklet firmasının attığı kazık (Ewan çok istiyor onunla yola çıkmayı, adamlarda önce kabul ediyor, sonra başarabileceğinize inanmıyoruz diye iptal ediyorlar, elemanlar da BMW ile anlaşıyor).

Sonuç; insanın macera yaşayası geliyor.

25-26 ağustos haftasonunda izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0403778/

Disturbia (2007)

*** ***

Konusu şöyle; öğretmenine saldırdığı için 3 ay ev hapsine mahkum edilen lise öğrencisi Kale (Shia LaBeouf) can sıkıntısından komşularını gözetlemeye başlar. Komşusu Ashley ile tanışır ve okuldan arkadaşı Ronnie ile birlikte komşuları Bay Turner'ın (David Morse) tv'lerde sürekli bahsedilen seri katil olduğundan şüphelenir ve izlemeye başlarlar.

Ne anladım; Hitchcock'un arka penceresinin bir modern yeniden çevrimi. Bu sefer merkezde sorunları olan lise öğrencisi var. xbox, itunes, ipod, youtube referansları bugün insanların hayatlarının nelerden oluştuğuna dair mini bir döküm aynı zamanda da filme bir MTV havası veriyor fazlasıyla. Sözkonusu evin her köşesini kullanıyor ki bu evin kaç cephesi var diye şüpheye düştüm bir ara. "Seri katiller de birilerinin kapı komşusudur" şeklinde bir tanıtım cümlesi var.

Aklımda kaldı; girişte Kale ve babasının geçirdiği araba kazası sahnesi. Kamera ile arkadaşının yaptığı yayını evinden izlediği sahneler, sonrasında arkadaşının yaptığı eşek şakası.

Sonuç; fena değil

26 ağustos pazar gecesi izledik.

http://www.imdb.com/title/tt0486822/

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Bubba Ho-tep (2002)

*** No offense, Jack, but President Kennedy was a white man. ***

Konusu şöyle; Elvis şöhretten sıkılınca kendisine çok benzeyen bir taklitçisi ise yer değiştirmiş, sonra bir kaza geçirmiş ve bir huzurevinde kırık kalçasıyla nerede hata yaptığını düşünerek günlerini geçirmektedir. Ruh emici bir mumya kaldığı huzurevindeki yaşlı insanları birer birer avlamaya başlayınca gizli servis tarafından zenci yapıldığını düşünen Kennedy ile beraber ruhlarını savunmaya ve kahraman olmaya karar verirler.

Ne anladım; kısa bir hikayeden Don Coscarelli tarafında uyarlanan ve yönetilen kendine has fantastik bir hikaye. Sam Raimi'nin Evil Dead'i ile en meşhur B sınıfı film oyuncusu olan Bruce Campbell çok başarılı bir Elvis olmuş. Filmin ilk yarısı çok ilginç; geri dönüşlerle Elvis'in yer değiştirme hikayesi ve huzurevinde yaşadığı yaşlılık problemleri ilgiyle izleniyor ama sonrasında mumya ile dövüş ve b-sınıfı korku filmi finali ve klişelerine girdiğinde kötüleşmese de sıkıcı oluyor biraz.

Aklımda kaldı; taklitçiyi taklit eden Elvis hikayesi. Elvis'in böcekle ilk dövüşü. - Ruh emme günlerin bitti artık pislik! repliği.

Sonuç; çok deli bir hikaye.

24 ağustos gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0281686/

21 Ağustos 2007 Salı

Ace In The Hole (1951)

**** Good news is no news ****

Konusu şöyle; haber yoksa gidip köpeği ısıran gazeteci Charles Tatum (Kirk Douglas) büyük şehirlerin gazetelerinden bir bir kovulup iş bulamaz hale gelince bir küçük kasaba gazetesinde kendine iş bulur. Basit bir habere giderken bir madende göçük altında kalmış kurtarılmayı bekleyen adamı öğrenince hayatının haberini bulduğunu anlar.

Ne anladım; Billy Wilder usta bu filminde medyanın haber şişirmesi, halkın anlamsız ilgisi ve yetkililerin durumdan fayda sağlama çabası yüzünden bir türlü gerçekten kurtarılmayı bekleyen adamın düştüğü durumdan kurtarılamamasını konu almış. Adamın durumunu sömüren gazeteci rolünde Kirk Douglas biraz abartılı oynuyor ve filmin genelinde de aşırı didaktik bir hava var. Ama anlatılanlar artık günümüzde hemen yanıbaşımızda da yaşadığımız durumlar haline geldiğinden aslında çok ileri görüşlü bir hikaye. Replikleri iyi yazılmış.

Aklımda kaldı; bıçaklandığı halde saatlerce dolaştığı final sahneleri dikkat dağıtıcıydı.
- (Reporter) We're all in the same boat - (Tatum) I'm in the boat. You're in the water


Sonuç; başarılı

20 ağustos pazartesi gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0043338/

The Dead Girl (2006)

*** Korku filmi değil ***

Konusu şöyle; bir kadın cesedinin bulunması ile etkilenen ve değişen yaşamlar hakkında birbiriyle bağlantılı 5 kısa filmden oluşan bir hikaye.

Ne anladım; filmin adı ve afişi nedense korku filmi izlenimi yaratmış bende, izlemeye başlayınca şaşırdım. Sonuçta çok dingin bir seri katil filmi. Değişik bir çalışma çünkü katili bulmaya çalışan polisleri ya da bir kahramanı görmüyoruz, onun yerine kurbanlardan birini bulanları, onu kendi kayıp kardeşi ve kızı sanan bir aileyi, annesini, katilin karısını tanıyoruz, yani bu tür bir cinayetin yarattığı muhtemel etkinin gerçek insanlar üzerindeki etkisini izliyoruz, kurban kız haricindeki karakterler orijinal ama Brittany Murphy'nin canlandırdığı kızgın ama kızına hasta fahişe anne tiplemesi inandırıcılıktan uzak bir klişe. Anlatımı Crash ya da Monster's Ball gibi bağımsız Amerikanlar tadında.

Aklımda kaldı; oyuncu kadrosu sağlam karakter oyuncularından kurulu. Direk cesedin bulunma sahnesi ile başlıyor, ordaki makyaj başarılı. Özellikle katilin karısı karakteri (filmin 3. hikayesi) değişik.

Sonuç; değişik bir deneme ama çok iyi olduğu söylenemez.

21 ağustos salı gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0783238/

19 Ağustos 2007 Pazar

Breaking And Entering (2006)

*** Kırdın kalbimi ***

Konusu şöyle; Londra'nın King's Cross bölgesinde bir depoyu iş yeri olarak kiralayıp taşındıkları gibi soyulmaya başlayan mimari dekorasyon şirketi ortaklarından Will Francis (Jude Law) girmeye çalışan çocuğu takip ederek evini bulur. Kendi evinde karısının ve otistik çocuğu ile ilişki kurmakta zorlanan Will, kendisini tanıtmadan çocuğun Boşnak göçmeni müslüman annesiyle yakınlaşır.

Ne anladım; Anthony Minghella epik filmlerin ardından Londra'ya dönüyor ve göçmenlerin (bosna'dan göçen ve soygun çetesi haline gelenler ve mimarın karısı gibi İsveç'ten göçenler gibi) etkilerini temele yerleştiren, bir insanın kalbini çalmak da hırsızlık değil midir gibi dandik bir soruyu da araya sıkıştıran İngiliz filmi. Karısı ve kızıyla ilişki kurmaya çalışırken bir sonraki sahnede başka bir kadına deli gibi aşık olarak gösterilmesi kanımca sanki bir ikizi var da iki ayrı adamın hikayesini izliyoruz gibi inandırıcılık sorunu katmış filme. Minghella "İngiliz Hasta"daki incelikli anlatımını çok tutturamamış, çok benzer tonda birkaç hikaye yapay kalmış ama Mike Leigh ve Figgis filmlerinin tadını biraz da olsa veriyor.

Aklımda kaldı; Miro ve çetenin çocuklarının binalarda Yamakasi'deki gibi inanılmaz hız ve çeviklikle kaçtıkları kovaladıkları sahneler.

Sonuç; fena değil

19 ağustos 2007 pazar günü evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0443456/

Torn Curtain (1966)

*** Demirperdenin yırtığı ***

Konusu şöyle; Amerikalı bilim insanı Profesör Michael Armstrong (Paul Newman) asistan-sevgilisi Sarah'a bile hiçbirşey söylemeden Doğu Almanya'ya iltica etmeye çalışır. Amacı Profesör Lindt'e iyice yakınlaşıp nükleer saldırılara kalkan oluşturma çalışmalarında bulduğu önemli bir keşfi öğrenmektir.

Ne anladım; Hitchcock'un son dönem filmlerinden. Demirperde ülkeleri, casusluk, soğuk savaş temalarının kullanıldığı, Paul Newman ile Julie Andrews'un evlenmek üzere olan bir çift canlandırdığı film yönetmenin klasik temalarını içeriyor.

Aklımda kaldı; Doğu Berlin'den insanları kaçırmak için normal seferden 10 dakika önce kalkan otobüste geçen gerilimli kaçış sahnesi. Balerinin her dönüşünde sahnenin bir kez donduğu ve giderek Profesörü tanıdığını anladığımız sahne. Giysi kutularının içinde karaya çıkmaya çalıştıkları sahne. Tema müziği de duyulunca hatırlanacak cinsten. Gromek'in bitmek bilmeyen öldürülme sahnesi (insan öldürmenin ne kadar zor olduğunu göstermek için yapılmış)

Sonuç; ustanın her filmi gibi iç rahatlığı ile izlenebilir.

18 ağustos cumartesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0061107/

17 Ağustos 2007 Cuma

Harry Potter And The Order Of The Phoenix (2007)

*** Bu Harry adam olcak da biz göremeyeceğiz ***

Konusu şöyle; bir önceki bölümün sonunda ezeli düşmanıyla cebelleşen Harry bu bölümün başında ruh emicilerin saldırısına uğrar ve sıradan insanların yanında sihir yapmak zorunda kalır. Hem Voldemortun yaşadığına çevresindekileri inandıramayan hem de Muggle'ların arasında sihir yaptığından dolayı mahkemeye verilen Harry bir yandan da ergenliğe geçiş döneminde sinirli bir adam olur.

Ne anladım; 15 yaşımda olsaydım heralde bu serinin hastası olurdum heralde ama belli bir yaşın üzerindeki insanların bu hikayelere gösterdiği ilgiyi anlamakta güçlük çekiyorum. Hikayeyi bu sefer ilk uzun metrajını çeken İngiliz David Yates yönetmiş. "Serinin en karanlık bölümü" bu filmin eleştirilerinde her bölümde klişe haline gelmeye başladı. Bütün o çatışmaların falan sonunda Harry'nin Voldemort'a "Senin hiç arkadaşın olmayacak, o yüzden kaybedeceksin" gibi zayıf bir repliğe dayanması hayal kırıklığı oldu. Aralarındaki çatışma tam Star Wars'tan kopya hissi veriyor. Bir türlü ısınamıyorum ama oyuncu kadrosu o kadar klas ki kayıtsız kalınacak gibi değil, İngiltere'den ne kadar iyi oyuncu çıktıysa bu seride oynuyor.

Aklımda kaldı; Thames üzerinde uçtukları sahnede. Bu bölümün baş kötülerinden bakanlığın casusu Imelda Staunton'ın karakteri. Bir yerinde ilk filmden de Harry'nin tıfıl görüntüsü çıkıyor, ikisi bir arada çok komik.

Sonuç; bu bölümü de uyuklamadan bitiremedim

16 ağustos 2007 gecesi Trio Premium salonda izledik. Biraz pahalı normal salona göre (17,5 kaat) ama yatak gibi TV koltuğunda izliyon filmi.. En çok aklımda o koltuk kaldı

http://www.imdb.com/title/tt0373889/

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Sunshine (2007)

**** - Icarus.. yap bişeyler.. ****

Konusu şöyle; 2057 yılında güneş Q-Ball denen bir madde ile etkilenir ve sönmeye başlar. Bu maddeyi yoketmek için 7 yıl önce bir ekip gönderilmiş ama başarısız olmuştur. Icarus II isimli ikinci ekip gönderilir, 16 ayın sonunda Merkür civarında önceki ekibin izine rastlarlar.

Ne anladım; her filmde farklı türlere bulaşan İngiliz ekipten bu sefer de bilimkurgu denemesi. Amerikalı kardeşlerine göre çok daha küçük bütçeli olan film öncelikle basit bir hikayeyi merkez alıyor ve çok temiz anlatıyor. Aksiyondan ziyade karakterleri ön plana çıkartarak da gayet ilgi çekici şekilde bir anlatım yakalıyor. Son 15-20 dakikasında ise klasik korkuya dönüşen kısımlarında çuvallıyor. Ama öncesini orijinalliği ve karakterleri ile beğendim, Armageddon gibi bir zırvaya benzer çıkış noktasından iyi bir film de çıkabileceğini gösteriyor. Cillian Murphy gene 28 gün sonra'daki gibi oynuyor pörtlek mavi gözleriyle, Chris Evans ise filmin kilit karakteri.

Aklımda kaldı; Hal benzeri geminin hizmetlisi Icarus. Icarus I den II'ye fırlatılma sahnesi. Gözlem odası ve oraya kafayı takmış psikolog karakteri.

Sonuç; son kısım hariç çok iyi

14 ağustos 2007 gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0448134/

11 Ağustos 2007 Cumartesi

Mr. Bean's Holiday (2007)

**** Pasaportlu tehlike ****

Konusu şöyle; kilise piyangosunda Güney Fransa'ya bir tatil kazanan Mr. Bean yolda bir babanın treninin kaçırmasına sebep olur ve oğlunu sağsalim Cannes'a ulaştırmayı kendine görev edinir.

Ne anladım; 5-10 kelimeyi geçmeyen kelime ile çok az konuşarak filmi tamamlayan Mr. Bean rolünde Rowan Atkinson günümüzün Şarlo'sunu yaşatıyor. İletişim problemli Bean çok kolay çözülebilecek sorunlarını bile bir felakete dönüştürebiliyor, çok sevimli ya da çekici bir görünümü de yok ama acındırmaya düşmeden güldürmeyi de başarıyor. Utandığımız zevklerimizden olan bu seri bana özellikle Jerry Lewis'in filmlerinin keyfini veriyor.

Aklımda kaldı; Willem Dafoe'nun canlandırdığı egosantrik yönetmen Carson Clay tiplemesi ve onun "sanatsal" filmi. Jeneriğinde her cümlede Carson Clay adı geçiyor, her karede o var. Finalde "La Mer" şarkısının tüm sahil tarafından eşlik edilerek söylendiği sahne. Hemen öncesinde Mr. Bean'ın sahile ulaşmak için farkında olmadan arabaların üstüne basarak yola indiği sahne klasik komedilere yakışan şık bir sahne.

Sonuç; beklentileri aşıyor.

11 ağustos cumartesi gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0453451/

Air Guitar Nation (2006)

**** To err is human , to air guitar divine ****

Konusu şöyle; Finlandiya'nın Oule şehrinde her yıl düzenlenen Air Guitar dünya şampiyonasını tesadüfen öğrenen Amerikalı bir çift organizatör ülkelerinin de bu organizasyonda yer alması gerektiğini düşünür ve yarışmada Amerikayı temsil edecek kişiyi bulmak için ulusal bir yarışma düzenlerler.

Ne anladım; Air Guitar denen olay özellikle gitar solo ya da ritm çalarken elinde gitar varmış gibi parçaya eşlik etmek. Bill & Ted'in ustası oldukları bu disiplinin özellikle heavy metale çok önem verilen İskandinav ülkelerinde bir dünya şampiyonası düzenlenecek kadar hastası varmış demekki. Gerçekten enstrüman çalmak yerine çalıyor rolü yapan birinin performansını izlemek başta çok saçma geliyor ama sonuçta düşününce bu durumun dans etmekten bir farkı da yok gibi. Müziği hissetmek, coşmak ve insanlara bu duyguyu geçirmek amaçlı çok eğlenceli bir faaliyet. Yarışmanın gediklisi C-Diddy ilginç bir tip, müzmin ikinci Bjorn Turoque (Bjorn to rock diye okunuyor adı) daha da deli bir adam.

Aklımda kaldı; Motörhead'in "Ace Of Spades"i. Herkesin elinde bir hava gitarı olsa silah tutacak boşta eli kalmaz insanların diyen, iki kez kaybettiği halde usanmayıp dünya şampiyonluğuna katılmak için de bağış toplayan ruh hastası Turoque sonrasında bu filmin tema müziğini de yapmış, kitap yazmış.

Sonuç; çok eğlenceli

11 ağustos cumartesi gündüz izledim

http://www.imdb.com/title/tt0799915/

10 Ağustos 2007 Cuma

The Number 23 (2007)

*** Sevdiğim sayı 23 ***

Konusu şöyle; köpek yakalayıcısı Walter'ın hayatı heyecanlı birşeyler yaşama hayalleriyle geçmektedir. Karısının bazı tesadüflerin biraraya gelmesi sonucu hediye olarak aldığı 23 numaranın gizemini konu alan kitabı okumaya başladıkça bu rakam bir saplantı haline gelir.

Ne anladım; Joel Schumacher'in 23. filminde Jim Carrey gerilim sayılabilecek bir filmi deniyor. Identity, Secret Window gibi filmlerin kulvarındaki bu filmde Carrey başta komedi karakteri gibi espriler yaparak başlıyor. Karakter sinir krizleri geçirip paranoyaklaşmaya başlayınca mizah giderek azalıyor. Filmin son kısmı ve çözümlenmesi 23 hakkında bu kadar gevezeliğin anlamı neydi ki dedirtiyor. Ama insan hayatındaki 23leri düşünmeye de başlıyor açıkçası.

Aklımda kaldı; Walter'ın kitaptaki karakterin çocukluğunu okurken kameranın da ileri doğru evden eve geçtiği uzun sekans. Yüksek kontrastlı kitabın canlandırıldığı sahneler.

Sonuç; ilginç ama yeterince iyi değil

10 ağustos cuma gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0481369/

5 Ağustos 2007 Pazar

Mon Homme (1996)

*** Fantezi ile gerçeklik arasında ***

Konusu şöyle; işini severek yapan fahişe Marie sokaklarda yatan evsiz bir serseriye önce yardım eder, sonra aşık olur ve kendisinin pezevenkliğini yapmasını ister. Başta pek ısınamayan Jeannot sonra gider Sanguine isimli bir manikürcüyü ayartıp onu da bu dünyaya sokmaya çalışır.

Ne anladım; yıllara yayılan bir öykü içinde dört karakterin duygularına ve birbirleriyle ilişkilerine odaklanan, yalnızlık, birliktelik arasında gidip gelen bir hikaye. Betty Blue tarzında bir film. İlk izlediğim Bertrand Blier filmi sanırım (Merci La Vie'yi izlemiş olabilirim emin değilim), sıradışı kadın ve erkek karakterlerine ilginç karar verdirerek sıradışı filmler yapan bir adam sanırım. Marie'nin yoldan geçen bir kadını çevirip eğlenmek için fahişelik yapmaya ikna etmesi, barda gördüğü bir adama gidip ondan iki çocuk yapmak istediğini söylemesi ve adamın da biraz mırın kırın yapıp kabul etmesi vs..

Aklımda kaldı; sürekli çalan Barry White'ın sesi. Olivier Martinez'in gittiği iş görüşmesinin sonunda iyice çileden çıkıp işverene kafayı geçirdiği sahne.

Sonuç; sıradışı dramlardan hoşlananlara

5 ağustos pazar gündüz izledim

http://www.imdb.com/title/tt0117073/

The Sign Of The Cross (1932)

**** İncilden hikayeler ****

Konusu şöyle; M.Ö. 64 yılı. Hristiyanlık yayılmaya çalışıyor ve her yerde büyük baskılarla karşılaşıyor. Roma'yı yakmasının ardından İmparator Neron yangının suçunu da hristiyanlara atıp büyük bir insan avı başlatır. Kraliçenin göz koyduğu önemli askerlerden Marcus'da tesadüfen karşılaştığı Mercia'ya aşık olup onu korumaya çalışır.

Ne anladım; o dönemlerin dev prodüksiyonlarının ardındaki isim olan Cecil B. DeMille'in İncili baz alan filmlerinden biri. On Emir bu filmlerin en bilineni. Laughton ilk sahnede çıkıyor ve Neron'u canlandırdığına dair hiç bir şüpheye düşmeden tahmin yürütebiliyoruz. Claudette Colbert ve Frederic March da dönemin yıldız oyuncuları. Filmin ilk yarısında Marcus'un kıza yaklaşma çabalarını izliyoruz. İkinci yarısında ise görkemli bir arena kısmı var ki çoğunluğu burada geçiyor. O dönemleri konu alan filmlerde olması gerektiği gibi ciddi bir vahşet gösterisi var. İnsan yiyen timsahlar, kafa ezen filler, aç aslanlara atılan çocuklar, gırtlaklara saplanan oklar gibi gore denebilecek sahneler bile var (o zamanlar sansüre takılmış ancak yenilenen versiyonda tekrar eklenmiş bu sahneler). Oscar'a aday olmuş.

Aklımda kaldı; arena sahneleri çok başarılı. Tribünleri dolaşan vinç kameralar bile kullanılmış. Süt banyosu sahneleri. Orgy sahnesinde Ancaria'nın tahrik dansı da kötülüğüyle akılda kalacak bir sahne.

Sonuç; DeMille'i tanımak için

4 ağustos günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0023470/

Little Caesar (1931)

*** Mother of mercy, is this the end of Rico? ***

Konusu şöyle; hırslı küçük suçlu Caesar Enrico Bandello'nun tek hedefi büyük şehirdeki kaliteli suçluların arasına girebilmek ve birisi olabilmektir. Öncesi hiç gösterilmeyen, dolayısıyla sebebini bilmediğimiz ama güç kazanma konusunda aşırı hırslı olan Rico ile dans pistlerinde bulunmayı tercih eden dostu Joe Massara kıyıda kalmaktan sıkılıp şehire gelir. Rico burada bir çete ile çalışmaya başlar, dostu da bir gece klübünde dansçı olur.

Ne anladım; mafya filmlerinin yolunu açan 30'ların üçlemesinin en kıyıda kalmış olanı. Diğerleri Scarface (meşhur bir yeniden çevrimi var) ve Public Enemy (James Cagney sayesinde olsa gerek çok daha iyi bilinir)'dir. Edward G. Robinson rol için yaşlı görünüyor açıkçası. Karakterin kadın düşmanlığı ve içkiye karşıtlığı ön plana çıkarılmış ki içki yasağı döneminde yeraltı dünyasının en büyük ekmek kapısının bunlar olduğu düşünülürse ilginç. Amerikan sinemasının temel taşlarından birisi.

Aklımda kaldı; başlıkta yazdığım AFI'nin 100 film repliği listesine girmiş olan bu filmin son cümlesi.

Sonuç; bilmek lazım

4 ağustos 2007 cumartesi günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0021079/

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Anachist Cookbook (2002)

*** Ne kadar ileri gitmeye hazırsın ***

Konusu şöyle; asıl adı Peter olan ama fazla kullanıldığı için Puck ismini tercih eden kahramanımız bir grup anarşist ile birlikte takılmaktadır. Aralarına Johnny Black isimli bir nihilistin katılmasıyla amaçlarından sapıp şiddete yönelen grubun başı da kanunla derde girer.

Ne anladım; Puck karakteri üzerinden kafası karışık bir adamın hayatta yoluna karar verme hikayesi olan film Dövüş Klübü ile Trainspotting'i hatırlatıyor. Düşük bütçeli olan ve görselliği zayıf ama ilginç bir hikayesi var. Anarşistlerden başlayarak bir çok siyasal görüşü eleştiren söylemi ilgi çekici. Filmin Anarşizmi anlatmak gibi bir derdi yok, filmin adındaki tarife kitabı da şiddet eğilimli karakterin kendi amaçları için onları kullanmak için edindiği kitabın adı yani bir gönderme. Hikayenin yapısı Trainspottinge bayağı benziyor.

Aklımda kaldı; - We? We? What do you mean we? - We? Are we talkin' french now?

Sonuç; ilginç

4 ağustos cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0284850/

Le Peuple Migrateur (2001)

**** Uçan kazlar ****

Konusu şöyle; dünyanın çeşitli köşelerinden göçmen kuşların hikayeleri.

Ne anladım; Microcosmos'u yapan sabır küpleri bir 3 yıllarını da bu işe vermişler. Yakından çekim yapabilmek için erkenden alıştırmak amacıyla yumurtalarla konuşmuş çekim ekibi, kamera sesi dinletmişler vs. Bu kadar çabanın sonunda da bir sürü çarpıcı görüntü yakalamışlar.

Aklımda kaldı; filme özel çekim tekniklerinden kuşların uçuşunun yakın çekim gösterildiği yerler özellikle etkileyici. Kanadı kırık kuşun yengeçlerin saldırısına uğradığı sahne. Güzel güzel uçarken avcıların saldırıp teker teker kuşları indirdiği sahne

Sonuç; etkileyici

4 ağustos cumartesi sabah izledim

http://www.imdb.com/title/tt0301727/