Arama

30 Eylül 2009 Çarşamba

Surrogates (2009)

*** Plastik Suretler ***

Konusu şöyle; gelecekte insanlar yerine kendilerini temsil eden suretler ortalıkta dolaşır ve onlar adına yaşamlarını sürdürür, insanlar da evlerinden makinalara bağlı olarak onları yönlendirir ve olanları ekrandan izlerler hissetmeleri gerekenleri makinalar aracılığıyla yaşarlar. Ancak bir suretin hem de ona bağlı olan sahibiyle birlikte öldürülmesi üzerine detektif Tom Greer (Bruce Willis) olayı araştırmaya başlar.

Ne anladım; ortalama aksiyon yönetmeni olarak bildiğimiz Jonathan Mostow çıtayı çok da yükseltmediği bir bilimkurgu ile karşımızda. Önce ilk sahnelerde cinayet mahalline Mavi Ay'daki David tipi ve saçları ile gelen bir Bruce Willis i görüyoruz, neyse ki bu suret bir süre sonra bildiğimiz kel Willis'e yerini bırakıyor. Suretlerin göründüğü sahnelerde tam bir bilgisayar efekti ve oyunların estetiği hakim ki bu hikayede bir yandan sağladığı yabancılaşma ile mükemmel bir fikir ama aynı zamanda da yapaylığın verdiği garip bir tat var. Sonuçta bu tarz bence filmi izlemeye değer kılan bir seçim olmuş. Hikayenin gerisi Total Recall'dan Westworld'e bildiğimiz dünyada yaşanan bilimkurgu temasının çeşitlemelerinden biri olmuş. Anafikirin felsefik imkanlarını kullanmayan, Tom'un karısı ile olan dramatik çabaları hariç ortalamadan da pek sapmayan bir çalışma. Ama suretler sayesinde suç oranının düşmüş olması, bütün gün yatan insanların vücudunun sonunda lapa gibi olmaması ya da kendini yok eden sistemin önce insanları sonra suretleri yok ediyor olması açıkları senaryonun mantık bacağını çok dibe batırmış.

Aklımda kaldı; Bruce Willis'in saçları. Girişteki gece klübü sahnesi.

Sonuç; idare eder.

30 eylül günü Trioda gittik yıldönümü kutlaması çerçevesinde

http://www.imdb.com/title/tt0986263/

25 Eylül 2009 Cuma

Ghosts of Girlfriends Past (2009)

*** Love is magic comfort food for the weak and uneducated! ***

Konusu şöyle; mümkün olduğu kadar çok sayıda kadınla birlikte olmak gibi bir yaşam felsefesine sahip olan fotoğrafçı Connor Mead (Matthew McConaughey) kardeşi Paul'un (Breckin Meyer) düğünü için eve döner, ancak amacı onu bu yanlış karardan vazgeçirmektir. Düğünün organizatörlüğünü çocukluk arkadaşı Jenny'nin (Jennifer Garner) yaptığı malikane Connor'un yakınlarda ölen amcası Wayne'e (Michael Douglas) aittir ve kısa bir süre sonra kendisine tüm kalbini kırdığı kız arkadaşlarını izleten hayaletler görmeye başlar.

Ne anladım; fantastik film geçmişi olan Mark Water'ın bu hikayesi de bir noel hikayesi gibi isimlerle bildiğimiz yaşamının bir döneminde geçmişinde yaptığı kötülüklerle yüzleşen ve geleceğini yapayalnız sevilmeyen biri olarak tamamlayacağının farkına varan adamı anlatıyor, ama bu şablonu bir aşk hikayesine uyguluyor. Açıkçası fragmanından bile her şeyini anlayabildiğimiz ve gereksiz görünen bir hikaye bu ama olumlu yanları sayesinde izleniyor. Öncelikle Douglas'ın yarattığı amca karakteri iyi özelliklerinden. Diyaloglar hiç fena değil. Senaryoda karakterin değişimi gibi noktalar çok üstünkörü olmasına ve Brad karakterinin önemli bir çatışma yaratacağını düşündürürken aniden ortadan yokolması gibi falsolara rağmen en azından şimdiki zamanın çok dışına çıkmaması ve fantastik öğelerin çok göze sokulmadan bütünlüğe katılması gibi başarıları da var. Breckin Meyer yüzünden sanırım, Connor pençeleri olmayan bir Garfield'ı hatırlatıp durdu bana.

Aklımda kaldı; Time After Time eşliğinde romantik montaj. Gökten dökülen eski sevgililerin gözyaşları, peçeteleri ve kullanılmış prezervatifler.

Sonuç; felaket değil

24 eylül perşembe gecesi izledik

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duellists (1977)

**** Nothing cures a duellist ****

Konusu şöyle; Napolyon'un Fransa'nın başına geçtiği yılda subay D'Hubert (Keith Carradine) Feraud'u (Harvey Keitel) çağırmakla görevlendirilir. Bu sırada D'Hubert'in davranışını kendisine hakaret olarak algılayan Feraud subayı düelloya davet eder ve uzun yıllar boyunca sürecek bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Ridley Scott'un Alien'den önce çektiği ve ilk uzun metraj filmi olan bu kostümlü dönem filmi klasik bir drama değil. Düelloya ve meydan okumaya doyamayan, filmin büyük kısmında pek konuştuğuna tanık olmadığımız Feraud'un acaip hırsı ve tutkusu hayatını ölüm ve onur kavramlarıyla içiçe geçirmeye alışmış ve buna bağımlı bir canki görünümü çiziyor. Yanında bulunduğumuz D'Hubert ise bu düşmanı kendine edinen, arkasını dönüp kaçamayan ve sakınmak için elinden geleni yapan ama nihayetinde sürekli bu kötülükle karşı karşı gelmeye mecbur kalan bir adam. Bir Rus cephesinde karlar içinde, bir Fransa kırsalında çimler üzerinde çeşitli silahlarla birbirini öldürmeye çalışan ama oyunun kurallarını bozmayan bu iki adamın hikayesi hem senaryo hem de müthiş sinematografisi ile çok üst düzey bir ilk film. Tarzı ile bir Peter Greenaway filmini anımsatıyor.

Aklımda kaldı; en son kadrajda Feraud bir tepeden aşağıya bakar, inanılmaz bir görüntü.

Sonuç; izlemek lazım.

23 eylül günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0075968/

Duplicity (2009)

**** Tony Gilroy yeni David Mamet mi? ****

Konusu şöyle; MI6 ajanı Ray Koval (Clive Owen) Dubai'deki bir görev sırasında Claire Stenwick (Julia Roberts) ile birlikte olur. Claire'de CIA adına çalışan bir ajandır ve önemli belgelerini çalıp ortadan kaybolur. Yıllarını kızı bulmaya adayan Ray bu arada özel sektöre geçer ve büyük bir şampuan firmasının rakiplerine karşı teknoloji casusluğu faaliyetlerinde çalışmaya başlar.

Ne anladım; sağlam politik gerilim "Michael Clayton"un yönetmeni Tony Gilroy gene yazıp yönetiyor. Geçen filmde Clooney karizmatikti burada bu yük Owen'da, üstelik Clive Owen International başta olmak üzere genelde canlandırdığı rollere gene yakın bir rolde. Kapağına bakınca çok bir şey vaad etmiyor paket, ama içindeki gerçekten lezzetli bir sürpriz. Öncelikle bir casus hikayesine yakışır şekilde, olabildiğince karışık anlatılmış bir hikaye, buna çok uyumlu bir tarz var. Tüm bu soğuk savaş tarzı espiyonajın kozmetik firmaları arasında olması Coen'lerin bu dünyayı tiye alan filmine paralel keyifler sunuyor. Paul Giamatti ve Tom Wilkinson asıl çiftten daha ateşli perdede ama olsun Owen/Roberts'da gayet ikna ediciler. Zaten artık biliyoruz ki ekranda Clive Owen varsa gördüklerimizin biraz sonra yalan çıkacağını varsayabiliriz. Sonuçta biraz uzun süresine rağmen finale kadar güzel sahnelerle bezeli kalburüstü bir kara komedi diyebiliriz, karşılaştırmak gerekirse "Mr. And Mrs. Smith"'den daha ilgi çekici. Başlıktaki soruya gelince, cevap vermek için bir kaç film daha yapmasını bekleyelim.

Aklımda kaldı; girişte iki patronun slow motion birbirine giriştikleri sahne. Yeniden karşılaşma replikleri.

Sonuç; beklentilerimi aştı

19 eylül günü izledik

Sunshine Cleaning (2008)

** Big Miss Sunshine **

Konusu şöyle; lisedeki aşkı Mac (Steve Zahn) başkasıyla evlenmiş olan ama ondan olan oğluna bir gelecek sağlamaya çalışan Rose (Amy Adams) amaçsız kız kardeşi Norah (Emily Blunt) ile birlikte suç mahalli temizleme işine girişirler. Bir yandan Mac ile hala arada birlikte olup karısını terk edeceği ümidini taşıyan Rose diğer yandan lisede beraber okuduğu arkadaşları ile yıllar sonra bir araya geldiğinde onlardan ne kadar uzak ve başarısız bir hayat yaşadığının ezikliğinden kurtulmak ister.

Ne anladım; bağımsız tadında sevimli film kategorisine uyan, isminin hatırlattığı diğer filme yapımcıları ve oyuncuları ile de organik bağı olan film sıradan insanların kendilerini Amerikan rüyasına ulaştırabilecek bir adımı atması ve bunu ilginç bir fikirle yapması üzerine kurulu bilindik üzere. Bu sefer fikir kanlı olayların geçtiği mekanların temizlenmesi için yüksek ücretle çalışan firmalara küçük bir alternatif oluşturmak ve iki kızın ellerine bezi alıp beyin parçaları ve kan göllerini temizleyerek bu soğuk durum içerisinde insancıl yanları da ortaya çıkartması üzerine kurulu. Karakterlerin hikayeye göre işlenmek yerine önceden denenmiş parçaların bir kolajından oluşması bir bütünlük hissi vermiyor. Çocuk Finding Neverland'den, baba Little Miss Sunshine'dan, kız kardeş herhangi bir depresif karakter (örneğin gene LMS'in punk abisinin kız versiyonu da diyebiliriz) , tek kollu dükkan sahibi hariç hepsi bildik ve ilgi çekmeyen tipler. Her yanıyla standart hale gelen bir şablona bağlı çekilmiş vasat bir drama.

Aklımda kaldı; Winston'un maketleri ve acil durumda çocuğa bakıcılık yapması. Kedi peşinde koşarken evin kökten temizlendiği sahne.

Sonuç; gereksiz.

19 eylül cumartesi günü izledik

14 Eylül 2009 Pazartesi

Inglourious Basterds (2009)

***** I'm gonna give you a little somethin' you can't take off. *****


Konusu şöyle; İkinci dünya savaşının ortalarında Alman işgali altındaki Fransa'da Yahudi Avcısı Binbaşı Hans Landa (Christopher Waltz) genç bir kız olan Shosanna'nın ailesini katleder ama kızın kaçmasına izin verir. Savaşın sonlarına doğru ailesinden kendisine kalan sinemayı işleten Shosanna Alman ordusunun Hitler dahil neredeyse tüm üst düzey komutasına gösterim yapmak zorunda kalır. Bunu bir intikam fırsatına dönüştürürmeye çalışırken aynı gösterimde benzer bir saldırı düzenlemeye çalışan başkaları da vardır; Teğmen Aldo Raine'in (Brad Pitt) liderliğindeki nazi öldürme timi Inglorious Basterds.


Ne anladım; QT'nun onuncu filmi sayılabilecek bu vahşi batı (avrupa) filminin bir yerinde sinema sahibi Shosanna kendisine asılan askere ayar vermek için "Biz yönetmenlere önem veririz" diyor. Bir laf sokmanın ötesinde yazan yöneten ve filminin her noktasına hakim olan bir yaratıcı olarak sinema serüveninin başından beri bir auteur olmayı hedeflediğini açıkça ortaya koyan Tarantino filmin son karesinde Teğmen'in izleyicilere doğru söylediği gibi "en büyük eseri"ni ortaya koyuyor gibi. Şahsen Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction sonrası filmlerine genelde mesafeli bakan biri olarak sinemada o eski tadı sonuna kadar aldığım bir film oldu bu seferki. İnanılmaz oyuncu yönetimiyle Christopher Waltz'ın oyunu başta olmak üzere (oynamaya bayılırım diyip el çırpan çocuksu tavırlarından tekinsiz hallerine kadar müthiş) Brad Pitt gene "kopartıyor". Til Schweiger kendi yönettiği filminde çok karizmatik bir adamı canlandırmaya çalışırken zayıf kalmıştı, ama burada rolünü aslında nasıl yapması gerektiğini Tarantino göstermiş sanırım ona. Girişteki sahne elbette çok başarılı. Ama onun yanında klostrofobik bar sahnesi uzun süresine rağmen yağ gibi akıyor. Sinemadaki galanın girişinde aslında sıradan bir sahnenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceği görünüyor. Ben filmi Tarantinonun filmlerini sevme sıralamamda PT ile RD arasına ikinci sıraya koydum.


Aklımda kaldı; ekibin italyan hali en komik yeri. Ağız sulandıran tatlı yeme sahnesi. Yanan perdeden bulut gibi havada asılı kalan kızın görüntüsü. "German three". "Au Revoir Shosanna!" "Jew Bear" ve Hugo Stiglitz'in tanıtıldığı sahneler.


Sonuç; über alles.


12 eylül cumartesi günü izledim.


http://www.imdb.com/title/tt0361748/