Arama

29 Aralık 2008 Pazartesi

Body Of Lies (2008)

*** You Americans are incapable of secrets because of your democracy ***

Konusu şöyle; ortadoğu aşığı CIA saha ajanı Roger Ferris (Leonardo DiCaprio) Bin Ladin derecesinde tehlikeli bir terörist liderin izini bulur ve Ürdün'deki operasyonu yönetmek üzere ülkeye geçer. Burada hem yerel istihbarat şefi Hani'nin (Mark Strong) güvenini kazanmaya çalışmakta hem de Washington'daki patronu Ed Hoffman'ın (Russell Crowe) kendi planını uygulamak için ikna etmeye çalışmaktadır.

Ne anladım; Ridley Scott bir kez daha ortadoğu topraklarında dolanıyor ve bu sefer tek bir ülkeye bağlamamış filmi; aralarında Türkiye'nin de geçtiği ona yakın ülke arasında gezinen bir hikaye var. İki ana karakter var karşımızda; biri insan şeklindeki piyonları cep telefonu aracılığıyla öne sürüp feda ederken gece kalkan çocuğuna çiş yaptıran, Amerika'nın dış politikası diye isimlendirilen kıyma makinasının aksamamasını sağlayan üst düzey bürokrat, diğeri çölün ortasında kendisine kankalar bulacak kadar arapça bilen, o coğrafyayı evi gibi benimsemiş hatta aşk meşk olmasa bile oralı olup yaşamının geri kalanını orada sürdürmeye meyilli boşanma arifesindeki ajan. Insider'daki Crowe geri gelmiş, Blood Diamond'daki Caprio ile didişen bir patron çalışan ikilisi oluşturmuşlar, bu ikiliden rol çalan ise Hani rolündeki Mark Strong, giyimine özen gösteren, bölgesinin hakimi, The Kingdom'daki polis şefinin benzeri bir rolde akılda kalıcı bir performans sergiliyor. Eagle Eye'da tanık olduklarımıza benzer teknolojileri bolca gördüğümüz, patlama sahnelerinin gereğinden fazla gösterişli ve dikkat çekici olduğu, Ferris karakterinin olayların geçtiği topraklara sevdasını pek anlamlandıramadığım, politik film olarak biraz karton kaçan ama siyasi aksiyon olarak ilgiyle izlenebilecek bir yapıt. Teşkilatların bölgedeki operasyonlarını son derece gerçekçi bir şekilde aktarması, bölgedeki gelenekleri yargılamadan sunmasının yanında gibi izleyiciyi kaybetmeyen ama pek de yavaşlamayan kurgusu ile de teknik açıdan da ortalamanın üzerinde bir iş.

Aklımda kaldı; "Hani Paşa" Kuduz köpeklerin saldırısı. Kız isteme seramonisi gibi gelişen aileyle tanışma yemeği. Arabaların toz bulutu oluşturup casus uçak yardımıyla ortamı izleyen Ed'i dımdızlak bıraktığı sahne.

Sonuç; izlenebilir

http://www.imdb.com/title/tt0758774/

25 Aralık 2008 Perşembe

Los Cronocrimenes (2007)

**** En büyük suç zamanı boşa harcamak değil midir :P ****

Konusu şöyle; karısı Clara (Candela Fernandez) ile yeni bir eve taşınan Hector (Karra Elejalde) komşu bahçede dürbünüyle gördüğü cıbıl bir kızın peşinden giderken peşine biri takılır, sığındığı laboratuar gibi bir mekandaki adamın saklaması için gösterdiği alet bir zaman makinasıdır ve zamanda bir saat geriye gider. Burada başına gelecekleri engellemeye çalışır.

Ne anladım; Nacho Vigalondo tarafından yazılıp yönetilmiş bir de ana karakterlerden biri oynanmış bu ilginç bilimkurgu, deneme aşamasındaki bir zaman makinasına düşen sıradan bir adam üzerine kurulu ve bu sıradan insanın zamanda yolculuğun getirdiği ahlaki ikilemde bir yol bulma çabaları da öykünün temelini oluşturuyor. Olayın başından itibaren birden fazla kez geri gelen karakterin hep yanında kalarak izlediğimiz filmde Back To The Future ya da Quantum Leap'i görüp geçirmiş bir nesil olarak genelde hikayenin önünden gidiyoruz, en azından üçte ikilik süre boyunca. Son dönemeçte ise tüm hikayeyi kendi içinde gayet tutarlı bir finale bağlamasıyla güzel bir seyirlik çıkmış ortaya. Zaman makinası fikrinin sorunu pratikte asla gerçekleşemeyecek (çünkü gelecekteki herhangi bir anda zaman makinası icat edilmiş olsa şu ana gelecekten gelmiş bir sürü insancık zaten görüyor olmamız gerekirdi vs..) bir fantezi üzerine kurulacak her tür mantığın üzerinde düşünülmeye başlandığında içinden çıkılamayacak boşluklara sahip olması. Burada da Hector'un karakterindeki ani dönüşler, kabullenişler de teknik açıdan olmasa da karakter gelişimi açısından kolaycı bir senaryo olduğunu hissettiriyor. İyice karışık bir filmin bitişi ve sonrasında yaşanan kafa zorlayıcı çözme çabalarını sevenlere..

Aklımda kaldı; bandajlı elemanın ellerini dürbün yapıp Hector'u bulma denemeleri. Portakal sıkacağı tasarımındaki makine.

Sonuç; gayet iyi

24 aralık çarşamba gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0480669/

22 Aralık 2008 Pazartesi

Happy-Go-Lucky (2008)

**** En-ra-hah ****

Konusu şöyle; neşeli, enerjik ve değişik bir anaokulu öğretmeni olan Poppy (Sally Hawkins) bisikletinin çalınmasının ardından araba kullanma dersleri almaya karar verir. Çok gergin ve takıntılı Scott (Eddie Marsan) ile dersler sırasında iletişim kurmaya çalışan Poppy öte yandan Flamenko dans öğrenmeye çalışarak kendini geliştirmeye devam etmektedir ve okulundaki öğrencilerle de görünenden daha fazla ilgilidir.

Ne anladım; İngiliz sinemasının dingin babalarından Mike Leigh'den karakter ağırlıklı bir komedi. En iyimser Leigh filmi olarak tanımlanan yapıtta komik unsurlar da karakter zıtlıklarından çıkıyor. Kızkardeşinin bile hayretle sorguladığı şekilde toplum kalıplarından uzak bir hayat yaşayan Poppy otuzlu yaşlarına geldiği halde evlenmeyi düşünmeyen, sigorta ve tasarruf kavramlarına uzak, arkadaşlarıyla kafayı çekip muhabbet etmeyi ve birisini rastgele şaşırtarak mümkünse güldürmeyi en azından üzüntüsünü azaltmayı seven sıradışı bir karakter. Sıklıkla karşılaştırıldığı Amelie'ye göre daha gerçekçi, en azından cinselliğini inkar etmeyen ama alışılması çok daha zor bir karakter Poppy. Kızların içip kikirdedikleri sahne herşey hakkında karar vermek için çok erken, ilk trafik dersini izleyin en azından. Sadece büyümeyi reddeden sığ bir karakterden ziyade çevresini son derece iyi algılayabilen, kolay pes etmeyen, olumlu tepkiler vererek olumlu şeyler olmasına çabalayan, gücünün yetmediğinde ise bunu istemeyerek itiraf edebilen zamane Pippi Langstrump'un Leigh için şaşırtıcı olan mutlu sonundan keyif bile alıyoruz.

Aklımda kaldı; ilk sahnede bisikletin ardından şirin tepkisi. Scott ile Poppy'nin son dersinin ardından gelen sinirli sahne. Evsizle olan sahnesi.

Sonuç; e güzel

21 aralık pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1045670/

15 Aralık 2008 Pazartesi

Pentagon Wars (1998)

*** I'll buy the army a new goddamn door ***

Konusu şöyle; Binbaşı James Burton (Cary Elwes) ordunun ürettiği silahların testlerini izlemesi için atandığı Pentagon'da General Partridge (Kelsey Grammer) tarafından bir an önce prototipten üretime geçmesini istediği Bradley cihazının testine verilir. Test görünüşte başarılı geçmesine rağment Burton yine de şüphelenir. Aynı zamanda cihazın tasarımında çalışmış bir subaydan da gizlice uyarı mesajları gelmeye başlar.

Ne anladım; oyuncu olarak daha çok bildiğimiz Richard Benjamin'den televizyon için çekilmiş bir kara komedi. Açılan soruşturmanın tanık sandalyesindeki General'in anlatımıyla askerleri taşımak için tasarlanmış hafif silahlı bir aracın önce komitelerde tanka dönüştürülüp hantal, işlevsiz ve güvenliksiz bir demir yığını haline getirilmesini, ardında da senatonun baskısı karşısında beceriksizliklerini gizleyen subayların başarısız görünmemek ve terfilerinden olmamak için bunların içine girecek insanların hayatlarını hiçe saydığı bir döngünün hikayesini izliyoruz. Nihayetinde yapılmaya çalışılan alet bir savaş makinası ve ölüme hizmet edecek. Bu konuya girmiyor film ama sonuçta savaşa hizmet için yaratılmış bir düzeni katlanarak şişiren ve "çok gizli" iş bilmezliklerle bezeli bir sistem olarak siyaset ordu ilişkisine sağlam söylemlerle saldırıyor. Grammer general rolünde son derece iyi, Scrubs'un Cox'u John McGinley de yardımcı rollerden birinde var. İki baş oyuncusu ve afişine bakarak sulu zırtlak bir film beklerken ortalamanın üzerinde bir siyasi/askeri taşlama buldum, memnun oldum.

Aklımda kaldı; koyunlu test. Tankı vurmak için tepesine vinç inşa edilmesi gereken silah. Aracın yirmi yıllık geliştirme döngüsü. Dahili yazışmanın yanıtlanırken herkese dağıtılabilmesi kural açığını yakalaması.

Sonuç; beğendim.

14 aralık pazar

http://www.imdb.com/title/tt0144550/

14 Aralık 2008 Pazar

Tropic Thunder (2008)

**** You m-m-m-mmm-m-make me happy ****

Konusu şöyle; bir grup büyük oyuncuyla bir Vietnam filmi çekmeye çalışan İngiliz yönetmen Damien Cockburn (Steve Coogan) bu yıldızların kapris ve egolarıyla başedemeyince hikayenin arızalı yazarı Four Leaf'in (Nick Nolte) gazıyla akıllanmalarını sağlamak için oyuncuları ormanın ortasına tek başlarına bırakır. Aksiyon filmlerinin artık çaptan düşen oyuncusu Tugg Speedman (Ben Stiller), rolün havasına girmek için deri rengini ameliyatla koyultan karakter oyuncusu Kirk Lazarus (Robert Downey Jr.), osuruk komedyeni Jeff Portnoy (Jack Black), rapçi oyuncu Alpa Chino (Brandon Jackson) ve genç Sandunsky (Jay Baruchel) karşılarında gerçek uyuşturucu kaçakçıları olduğunu bilmeden ellerindeki senaryoya göre oynamaya devam ederler.

Ne anladım; Ben Stiller'in müzisyen Justin Theroux ve Etan Cohen (Coen değil) ile beraber yazdığı, kendi yönettiği ve baş karakterlerden de birini oynadığı; Hollywood'un başta savaş filmleri olmak üzere klişeleriyle baştan aşağı dalga geçtiği bir komedi. Metot oyunculuğundan özürlüler üzerinden duygu sömürüsü yapan oscarlık filmlere, işini kaybetmemek için müşterisinin saçmasapan kaprislerine bile dünyanın en doğal isteğiymiş gibi davranan menajerlerden küçük büyük tüm dağları yarattığını zanneden stüdyo patronlarına eleştirilen klişerler ve tiplemelerle dolu film. Yazan kadronun kendi topraklarında çok rahat gezindikleri belli ve şarjörleri tam dolu. Jack Black'in çok aktif olmadığı (gene de bağlandığı ağaçtan kurtulmak için teklifler sıraladığı sahne kopuk) buna karşın Downey Jr.'un bütün kadroya bedel bir oyun çıkardığı filmin zaten her rolü sağlam oyunculara teslim edilmiş. DVD yorumlarını merak ettim.

Aklımda kaldı; tam bir özürlüyü oynarsan asla Oscar alamazsın ve Blu-Ray neden kazandı tespitleri. Girişteki fragmanlar (Scorcher serisi ve gay keşişler). Stüdyo patronunun final dansı. Simple Jack. Tugg'un Platoonvari ölüm ve gözyaşı sahneleri.

Sonuç; çok iyi

14 aralık pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0942385/

Decision At Sundown (1957)

*** Silahları sevmeyen bir western ***

Konusu şöyle; Bart Allison (Randolph Scott) Sundown kasabasına gelir. Amacı; karısını baştan çıkararak intihar etmesine sebep olduğunu düşündüğü Tate Kimbrough'u (John Carroll) öldürmektir. Tesadüfen adamın da düğün günüdür.

Ne anladım; adını daha önce hiç duymadığım Budd Boetticher isimli yönetmenin westerni John Wayne kadar tanımasak da Amerikan idollerindn Randolph Scott'u barındırıyor. Süresi kısa olmasına rağmen bildik kovboy filmi kalıplarına pek itibar etmiyor film. İntikam amacıyla gelen adamın da öfkeden mantıklı düşünememek gibi bir kusuru var. Kasaba kendisini uslu uslu bir tiranın eline teslim etmiş, şerif desen parayı elinde tutan iktidarın elinde oyuncak, dünün tıfıl gençleri şerif yardımcısı kılığında paranın kanununun uygulanmasına çanak tutuyorlar. Finali de bu tür filmlerde pek görülmeyecek derece değişik olmasına rağmen kısa sürede tek mekana girip kalan yavan anlatımıyla çok da eşşiz bir tat bırakmıyor zihinlerde.

Aklımda kaldı; düğünü basıp da adamı vurmaması. Sarhoş berber ve rahip. Kasabada önce berberde, sonra kızın babasının sürdüğü arabada ve sonrasında da otel odasında karakter tanıtmaya yönelik yapılan uzun girizgahdaki yönetim.

Sonuç; idare eder

14 aralık pazar

http://www.imdb.com/title/tt0050296/

12 Aralık 2008 Cuma

Transsiberian (2008)

**** Kill off all my demons, Roy, and my angels might die, too ****

Konusu şöyle; Çin'de kilise grupları için çocuk resimleri çekmekten dönen tren meraklısı Roy (Woody Harrelson) ve amatör fotoğrafçı karısı Jessie (Emily Mortimer) macera ve meraktan Pekin Moskova arası sefer yapan Sibirya Ekspresine biner. Kompartıman arkadaşları olan çift ile iyi anlaşırlar ancak bir istasyonda Roy trene dönmez. Öte yandan polis uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için sürekli aramalar yapmaktadır.

Ne anladım; Makinist ve Session 9 gibi sağlam filmlerin yönetmeni Brad Anderson'dan sürükleyici bir gerilim. Öncelikle bir tren yolculuğuna çıkan karakterlerine bol zaman ayıran hikaye kocanın kayboluşuyla doğal olarak Hitchcock'u ve Kaybolan Kadın'ı getiriyor akla. Sonrasında hikaye başka şaşırtıcı dönemeçlerden geçiyor ve Coen'lerin Fargo ya da A Simple Plan'inden de tatlar barındırıyor. Aksiyonu hiç bir noktada belirli bir temponun üzerine çıkarmayan senaryo karakterlerin üzerine eğilecek bol vakit bırakıyor. Özellikle ilgi çekici ve zengin bir kadın karaktere hayat veren Mortimer başarılı. Trenlerde geçen ve modern bir hikaye anlatmak için çok güzel bir yer seçmiş yönetmen ve başta ne güzel mekanmış derken Hostel hikayesine dönecek gerginliği kısa sürede bastırıyor, neyse ki öyle birşey olmuyor.

Aklımda kaldı; trenin kaybolan vagonları. Çin ile Rusya'nın güvenlik için tren raylarını farklı genişliklerde yapması. Tekinsiz matruşkalar.

Sonuç; çok iyi

11 aralık perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0800241/

Southland Tales (2006)

* Hayırlı kıyametler *

Konusu şöyle; 2005 yılındaki bir nükleer saldırının ardında Amerika'daki yaşam California'ya sıkışmış ve despot bir hükümetin baskıcı yönetimi vardır. Seçim yılı 2008'de ünlü bir film yıldızı Boxer Santoro (Rock) 3 gün ortadan kaybolur ve sonra geri gelir ancak hafızasını yitirmiştir. Deniz suyunu enerjiye çeviren ve kablosuz enerji iletimi konusunda devrim niteliğinde bir buluşu tanıtmak üzere olan bir şirket var. Porno yıldızından televizyonda sosyal konulara parmak basan programcıya dönüşen Krysta Now (Sarah Michelle Gellar) var. İkiz kardeşini arayan polis Taverner var (Seann William Scott) Var oğlu var.

Ne anladım; Donnie Darko ile büyük patlama yapan Richard Kelly beş yıl sonrasında bunu yaptı ve çok aşağılandı. Konusunu toparlayamadığım gibi türüne bile karar vermek çok zor. Neyse sabredip iki saatini devirdikten sonra zamanda yolculuk sırasında kopyalanan insanlar, deney yapan bilim adamları gibi ipuçlarından bilimkurguya karar verdim, ya da meylettim diyeyim ama daha fazla düşünmek istemiyorum. Temel sorun sanırım çok daha geniş bir evreni anlatan bir çizgi roman grubunun bir parçasının önümüze konulması. İçinde Lynch'in rüyada görülmeyecek fantezilerinden de var, John Waters'un rengarenk iğrenç karakterlerinden de var, Austin Powers'ın mizahından da. Çözülme noktasından sonra film doğrudan zihnimize olmasa da bilinçaltımıza birşeyler bırakıyor. Pişman mıyım? Hayır. Bir daha? Aman diyim..

Aklımda kaldı; Timberlake'in "ruhum var ama asker değilim" gibi sözleri olan şarkısı. Amerikan marşının özgün yorumu. Bu nasıl bir repliktir "I'm a pimp... and pimps don't commit suicide. "

Sonuç; sabırtaşı

11 aralık perşembe

http://www.imdb.com/title/tt0405336/

Paranoid Park (2007)

**** Anlat rahatlarsın ****

Konusu şöyle; anne babası boşanmakta olan lise öğrencisi Alex (Gabe Nevins) kaykaycı arkadaşı ile birlikte gençlerin takıldığı bir pist olan Paranoid Park'ı keşfeder. Birkaç gün pistin yakınlarından sonra bir güvenlik görevlisinin cesedi bulunur.

Ne anladım; Gus Van Sant'ın bir romandan senaryolaştırıp çektiği film Alex'in tuttuğu notlardan oluşuyor. Bu notlar yazılırken karakterin zihninin içinden dünyayı izliyoruz. Kronolojik bir sırayla değil de onun hatırlama sırasına göre zaman zaman yavaş çekimlerle bir karakterin geçişi, bazen bir sorgulamada üçüncü kişi olarak neler olup anlamaya çalışıyoruz. Bir hikaye anlatmaktan ziyade ergenlik aşamasındaki karakterinin yaşadığı sosyal değişime, travmaya ve bunun karşısındaki tepkilere psikiyatrik olarak yaklaşıyor bu filmiyle Van Sant. Sonuçta ne olduğuyla çok ilgilenmiyor, asıl önemli olan gencin zihninden geçenler. Gazeteye göz gezdiriyor diye politik görüşlere sahip olmak zorunda değil bu genç sadece kendi yaşadıklarından nasıl bahsedildiğini merak ediyor. Farklı tarzlar arasında geçiş yapan yönetmenin Last Days'ine yakın duruyor bu seferki anlatımı ancak bu sefer çok daha belirli bir hedefe sahip.

Aklımda kaldı; pistte kayanların arasında dolandığımız görüntüler. Paranoid Park'ı el yazısıyla yazması. Kağıtları yakması.

Sonuç; zor ama iyi

11 aralık perşembe günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0842929/

Burn After Reading (2008)

**** Çok gizli CIA zımbırtılarını kaybeden var mı? ****

Konusu şöyle; alkolik olduğu için CIA'deki işi elinden alınan Osbourne Cox (John Malkovich) intikam için anılarını yazmaya başlar. Ancak yazdıklarını kaydettiği cd spor salonundaki çalışanların eline düşer. Bu belgeleri önemli uluslararası sırlar zanneden ağzından sakız düşmeyen antrenör Chad (Brad Pitt) ve kendisine estetik ameliyat için kaynak arayan Linda (Frances McDormand) şantajla elindekileri paraya çevirmeye çalışırlar.

Ne anladım; canımız ciğerimiz Coen kardeşler ihmal etmemeye çalıştıkları ama genelde pek iyi çıkmayan komedi kanadından bir film yapmışlar. Suç filmlerinin hepsi birbirinden leziz olmasına rağmen bu kulvarda Big Lebowski, Hudsucker Proxy gibi klasikler yaratırken Ladykillers, Intolerable Cruelty gibi facialar da üretebiliyorlar. Bu sefer ilk gruptakilerin en altına yerleştirilebilecek ayarda bir izle unut komedisi çıkartmışlar. Bir hikaye var karmakarışık ama burada amaç komik ve eğlenceli anlar ve karakterler yaratıp izleyiciyi bol bol kopartmak. Hikaye kötü haberi alan Osbourne'un birden ana avrat küfretmeye başlaması ile başlıyor, sonra Clooney'in acaip takıntılara sahip neredeyse manyak karakteri ile tanışıyoruz. Brad Pitt'in Chad isimli dünyanın en büyük sırrını ele geçirmiş gerzeği en akılda kalıcı tiplemesi. Her karakterin ince detaylarla bezendiği harika bir senaryo (Harry'nin yiyecek ve döşeme takıntısı, Linda'nın aşkı arayışı, patronunun ona olan gizli aşkı, Chad'in bisikleti..) Biraderlerin elinde gene başka bir sağlam hikaye vardır kesin ve oscar'a dönerken bu sefer gösterge puanını alıyorlar.

Aklımda kaldı; Chad'in telefonda sürekli "Osbourne Cox?" deyişi ve o şantaj telefonu sahnesi. Harry'nin bodrumda yaptığı alet. Olayların CIA'in büyük patronuna anlatıldığı sahne ve onun tepkileri, "Report back to me when it makes sense. " Baltayla adamın kafasını parçaladığı sahne. Silah çekme refleksi.

Sonuç; gayet komik

10 aralık günü Nautilus'de. Ne gerizekalı bir sinema izleyici kitlesi var bu şehirde yahu

http://www.imdb.com/title/tt0887883/

11 Aralık 2008 Perşembe

Redacted (2007)

**** Savaş karşıtı olmak bir filmi iyi yapmaya tek başına yeter mi? ****

Konusu şöyle; Irak'ta bir kontrol noktasında görevli askerlerin açtığı ateş sonucu hamile bir kadın ve bebeği ölürler. Bunu takip eden başka bir çatışmada da bir asker öldürülür. İpini koparmış askerlerden ikisinin önderliğindeki bir grup sürekli gördükleri bir kızın evini basar, kıza tecavüz eder ailesini öldürür ve evi ateşe verir.

Ne anladım; Brian DePalma daha önce Casualities Of War ile geçtiği yoldan bir daha yürüyor ama aynı yerlere farklı ayakkabılarla basıyor. Bu sefer konusu Irak'ın işgali ve bu sebeple orada bulunan birlikler. Buradaki tecavüz gerçek bir olay, gerisi DePalma'nın bütün bu olayı değişik medyalarla kurgulayarak yarı belgesel gibi anlatımı. Önce sinema okuluna gitmeyi hedefleyen (vietnam'da bulunmuş olan Oliver Stone'a bir gönderme mi) bir askerin kamerasından karakterlerini ve sıkıcı işlerini yanaklarından süzülen ter damlalarına kadar tanıyoruz. Sonra bu el kamerasından bir televizyon ekibinin dramatik belgesellerinden görüntüler giriyor. Arada arap youtube'undan, güvenlik kameralarına kadar türlü parçalarla bütüne varıyoruz. İyi arap karakterler yerleştirip yapmacık iyimserlik gösterilerine girmeyen gayet sinirli bir anlatı var ortada. Hollywood filmlerinden alıştığımız tek taraflılık bu sefer Amerika'lı askerler için geçerli, neredeyse tek bir iyi insan yok aralarında. Aralarından en iyisi çaresizce başını ellerinin arasına alıp ağlayıp sızlıyor ama pasif kalmanın dünyayı iyi bir yere çevirmeye faydası yok. Başlıktaki soru en büyük ikilem. Bir yanım "ya bu film tam olmamış" diyor, diğer yandan agresifliğini ve gerçekçiliğini de beğendim. Ama izlenmesi gereken bir film yapan yanı yönetmenin anlatım yöntemi konusunda kendisine koyduğu kısıtlamalar çerçevesinde ulaştığı başarı olabilir.

Aklımda kaldı; askerlerin nöbetlerindeki durağan görüntüleri. Akrebi götüren kırmızı karıncalar. Görüntülü telefonla konuşan askerin kaçırılması. En önemli mesajı daha büyük cezayı konuya daha uzak görünen karakterlerin çekmesi.

Sonuç; sıkı film

10 aralık gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0937237/

9 Aralık 2008 Salı

WALL-E (2008)

***** Foreign contaminant! *****

Konusu şöyle; çöp sıkıştırma robotu Wall-E artık ortalıkta insan kalmamış bir dünyada yedi yüzyıl sonrasında hala hem çöp küplerden gökdelenler yapar hem de kendince biriktirdiği eşyalarla rutin bir yaşam sürer. Bir gün gezegene inen bir uzay gemisinden bırakılan araştırma robotu Eve'e aşık olur, gemi kızı geri alınca da peşinden ana gemiye gizlice girer. Gemi insanlıktan geriye kalan toplumun yaşanabilir bir gezegen bulunana kadar ikamet ettiği Araf benzeri yaşam merkezidir.

Ne anladım; Pixar/Disney'in baba adamlarından ve Finding Nemo'nun müsebbibi Andrew Stanton'dan gene çok şık bir anlatı. 10000 BC nin üzerine izleyince şöyle karşılaştırılabilir; o filmde kolaycılıktan dolayı dış sesler ve tüm kabilelerin ingilizce konuşması ile yalapşap halledilenler burada ne yapsa şaşırmayacağımız robotların bir elin parmaklarından fazla kelimeye mahkum edilmesiyle ve buna karşın hikayenin gerektirdiği her tür ilerlemenin izleyiciye müthiş bir görsellikle aktarılmasıyla ciddi bir etki yaratılıyor. Benzetmek gerekirse Şarlo ile Lara Croft'un aşkı; Chaplin etkisi en çok kadronun Axiom'a vardığı ve Mo'nun ilk temizleme işlemi sırasında karakterin çok bilinçli olmasa da otorite ile dalgasını geçmesinde hissediliyor, Eve'in her duyduğu çıtırtı kaynağını önce havaya uçurup sonra incelediği ilk göründüğü sahnelerde ise eli makinalı ve güçlü bir kadın karakter doğuyor. İnsanlığın kendi sarmalı içinde kendisini yok etmeye sürüklendiğinden yola çıkan, Axiom'da ise vücudunun hiç bir kas ve sinir hücresini kullanmadan yaşamını sürdüren bitkilere dönüşmüş bir toplumu resmeden filmde nedense koltuğundan düştüğü zaman kendi kendine kalkmayı bile başaramayan bir insan günümüz dünyasına bakınca bile şaşırtıcı gelmiyor.

Aklımda kaldı; son yazılardan sonra eleman Pixar lambasının bozulan ampulunu değiştiriyor, sonra yürürken R yi yıkıp yerine kendi geçiyor. İlk yarım saat boyunca Wall-e, I Am Legend'deki Will Smith gibi takılıyor, fragmanda buldukları eşyalarla yaptıkları çok komik gelmemişti ama filmde atmosfer sağlam. Hamamböceğinin üzerinden geçtiğinde yaptığı gibi Homer Simpson tarzında çığlığı. Alien'da benzer bir duruma kendi düşen Sigorney Weaver bu sefer ana geminin sesi. - Voice confirmation required. - Uhh.. - Voice confirmation accepted.

Sonuç; daha ne yapsın adamlar

9 aralık salı izledim

http://www.imdb.com/title/tt0910970/

8 Aralık 2008 Pazartesi

10.000 B.C. (2008)

** 10.000 olsa ne olur 100.000 olsa ne olur **

Konusu şöyle; zamanında babası kaçtığı için kabilesi tarafından hor görülen D'leh (Steven Strait) genç bir erkek olduğunda sevdiği kız Evolet (Camilla Belle) uğruna gene de liderlik yarışına girer. Yarışı hakkıyla kazanmadığı için feragat eder ama daha vahşi bir grup topluluğa saldırıp kızı kaçırınca ekibini toplayıp onu kurtarmak için yollara düşer.

Ne anladım; Roland Emmerich'in en iyi filmi. Tabi adam sinema sanatındaki deniz seviyesini temsil ettiği için beklentileri sıradan bir filme göre bile hayli düşük tutmak lazım. Ama açıkçası hikayede kullanılan cesur trüklere pek takılmadım hatta sonuna kadar izlememi sağladılar, dur bakalım daha ne çıkacak diye. Kolaya kaçılmış kısımlar; filmde herkes İngilizce konuşuyor, bunun anadili İngilizce olmayan kimseyi rahatsız etmesine gerek yok ki zaten ben de rahatsız olmadım. Hem mesela Türkçe konuşsalar ne olacak ki, Apolcalypto'da herkes farklı homurduyordu da birşey mi değişti. Zaten hikayenin öğeleri dış sesle ve bol bol konuşularak veriliyorsa o noktadan sonra bu eleştirilecek bir konu değil. Mamutlarla piramitlerin zamandaş olmamalarından ötürü anakronizm yapıldığı ve hatalar olduğu eleştirileri de fazlaca doğrucu bir bakış. Evet insan izlerken kendinden şüphe ediyor, ileride bir tartışmada da bu filmi referans göstererek iddia edebilir ve kendimi salak yerine koyabilirim ama sonuçta zalimliği temsil eden bir ortam lazım, yazanın da aklına tuvalette bu gelmiş ağzından çıktıktan sonra da değiştirememiş, hoşgörmek lazım. Gerisi de zaten sık kullanılanların tepesindeki şablonu senaryo programında açıp isimleri değiştirmeye kalmış. Yalnız efekt programının son versiyonunu indirmeye üşenmişler.

Aklımda kaldı; birbirinden anlamsız boyutlarıyla dev kaplan ve orantısız mamutlar. Kürk giymiş balo kral ve kraliçesi görünümleriyle iki ana karakter. Diğer kabileden adamların konuşması üzerine "Dilimizi nerden biliyorsunuz?" şeklindeki kopartan şaşkınlık nidası.

Sonuç; ne diyim ki?

8 aralık pazartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0443649/

Vidocq (2001)

*** Dijitalle çekilmiş dönem filmi kılığında fantastik polisiye ***

Konusu şöyle; 1830 yılında, Parisin göbeğinde bir cam üretim yerinde detektif Vidocq (Gerard Depardieu) kimliği belirsiz, yüzünün yerinde ayna ve fantastik güçlere sahip olan bir hayalet tarafından öldürülür. Onun hayat hikayesini yazmakta olan Boisset (Guillaume Canet) kitabını bitirmek için onun araştırdığı son suç dizisinin peşine düşer.

Ne anladım; Pitof isim ya da lakaplı yönetmenin Jean Christophe Grange'nin yazdığı hikayeyi görselleştirdiği bir devrim sonrası Fransa hikayesi ve yazarın ününe uygun olarak gerçeküstü öğelerle bezeli bir polisiye. Romanlarından birine benzetmek gerekirse zaman olarak olmasa da öğelerden dolayı Taş Meclisi'ni seçebilirim. HD ile çekilen ilk uzun metraj ya da uzun metrajlardan biri olan hikayenin 1800 lerde geçmesi yadırgatıcı geliyor çünkü genelde o dönemin insanlarını arasında dolaşan kameraların gözüyle izlemeye alışık değiliz. Nihayetinde oluşan bir suçun ardından bir konudışı karakterin değişik insanlarla konuşarak adım adım gerçek hikayeye ulaşması şablonuyla anlatılmış ilgi çekici ve meraklı bir hikaye var ortada. Benzer çabalarla yapılan bir çok fransız ve hollywood aksiyonundan daha iyi.

Aklımda kaldı; Batman'e benzeyen ve pelerinin içinde bir değişik dövüşen simyacı ile Vidocq'un birbirine girdikleri sahneler. Yıldırımla cinayetler. Simyacının maskesi.

Sonuç; gayet iyi

8 aralık pazartesi günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0164961/

7 Aralık 2008 Pazar

Harold And Maude (1971)

***** I know what it is to be young *****

Konusu şöyle; zengin annesiyle yaşayan Harold (Bud Cort) sürekli intihar denemeleri sahneleyerek annesinin dikkatini çekmeye çalışır. Sahip olduğu cenaze arabasıyla tanımadığı insanların cenazelerine katılmak en büyük hobisi olan genç adam bunlardan birinde sekseninci yaşını kutlamasına birkaç hafta kalan hayat dolu Maude (Ruth Gordon) ile tanışır.

Ne anladım; en çok Being There ile bilinen Hal Ashby'nin ilk filmlerinden biri, sıradışı bir romantik komedi. Sahip olduğu servetin sayesinde rahat yaşayan ama varoluşsal problemlerin sahibi Harold ile yaşamının son dönemine gelen ama her anın kıymetini bilen Maude elbette çok irrasyonel ama anlamlı bir ikili oluşturuyorlar. Pesimizmin karşısında saf değil de umursamaz bir iyimserliği koyan ve Harold'ı etkileyen Maude, Bucket List'in varamadığı derinliklerde rahatça nefes alıyor. Sonuçta hayatın hakettiği değeri vermek için ölümcül bir hastalık illa ki gerekli değil, ölümün varlığı ve kaçınılmazlığı da tek başına yeterli olmalı. Psikanalizle, dinle ve toplumsal zorunluluklarla ironisini kurarken Bud Cort'un bebek yüzü sayesinde karakterin oyunlarına dahil olmak da kolaylaşıyor. Ses bandında Robert Altman'ın Mccabe de Cohen'i kullanmasına benzer şekilde Cat Stevens şarkılarının mükemmel kullanımı var, o dönemin modası sanırım.

Aklımda kaldı; giriş jeneriğinde mumları yakarak ortam hazırladığı şaşırtıcı giriş ve finalde banjo çalıp dansederek bitiriş mükemmel. Elemanın kurguladığı ölümler, özellikle annesinin yeni bir kızla tanıştırmasının hemen ardından örtüsü ile bahçeye çıkıp kendisini ateşe verdiği sahne. Ağacı doğaya kaçırdıkları sahnede trafik polisiyle olayları.

Sonuç; mükemmel

7 aralık pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0067185/

Funny Games U.S. (2007)

***** You shouldn't forget the importance of entertainment. *****

Konusu şöyle; iki dengesiz genç Paul ve Peter ya da Beavis ile Butthead (Michael Pitt ve Brady Corbet) bir aileyi yazlıklarında zorla alıkoyarak onlarla kendilerince oyunlar oynarlar. Sonunda sabah dokuzda tüm ailenin ölmüş olacağına bahse girerler.

Ne anladım; Michael Haneke en geniş ilgi gören eserini on yıl sonrasında Amerikalı oyuncularla ve İngilizce olarak yeniden çekiyor, hem de aynı senaryo ile. İlk filmi yaklaşık çekildiği zaman izlemiştim ve o zaman çok anlamlandıramamıştım. Sonuçta nedensiz yere bir eve dalan, kafasına göre oyunlar oynayan, kameraya konuşan, kumanda ile olayların akışını geri alıp değiştiren ve paçayı ele vermeden sonraki işlerine ellerini kollarını sallayarak giden iki zibidinin hikayesi. Sonrasında bunun tüm bir ana akım sinemanın tamamen karşısında olduğu, izleyiciyi manipüle edip zorla birtakım duyguları pompalayan bütün o düzenin bir analizi ve antitezi olduğu minvalinde okumalar neticesinde fikir olarak çok ısındım ama izleyecek o kadar çok film var ki bir daha izlemeyi düşünmemiştim bile. Bu onuncu yıl yeniden çevrimi sayesinde sanki bir tiyatro oyununun bir başka sahnelemesi gibi başka oyuncularla izleme fırsatı oldu ve bence Michael Pitt ve Naomi Watts (anne) ile film son derece iyi olmuş. Zaten pasif bir rol olan baba da Tim Roth'a aşağılanan ve madara olan ailenin reisi! olarak pek bir iş düşmemiş. Bu sefer ne olacağını bilmeme rağmen benim için daha huzursuz bir seyir oldu.

Aklımda kaldı; "bak hiç jöle göbeği yok" Uzaktan kumanda sahnesi. Holdeki bilardo topu. Olayların başlangıcı yumurta isteme sahnesi.

Sonuç; mükemmel.

6 aralık cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0808279/

Traitor (2008)

*** Bütün dinler toplandık ***

Konusu şöyle; çocukken babasını bir bombalamada kaybeden Sudanlı Samir (Don Cheadle) bugün teröristlere silah sağlayan ama kendisi doğrudan terör işlerine bulaşmayan namazında niyazında bir adamdır. Yakalandığında FBI ajanları Clayton (Guy Pierce) ve Archer (Neal McDonough) ile iş birliğine yanaşmayınca uzun bir hapis süreci başlar ancak kısa sürede içeride tehlikeli arkadaşlar edinir ve Amerika'da aynı anda elli yolcu otobüsünü havaya uçurmayı planlayan örgüte katılır.

Ne anladım; Jeffrey Nachmanoff'un yazıp yönettiği filmin hikayesi bildiğimiz Steve Martin'in başının altından çıkmış. Hikayenin her iyi tarafını da eşit uzaklıktan izleyen kameralarla tüm müslümanlar terörist değildir, aşırılar her yerde var mesajını taşıyan hikaye son dönemde bolca izlemeye başladığımız bir türe dönüşmeye başladı. Zaten bölgede ılımlı islam diye bir ucube yaratmaya çalışırken, bu kadar para harcanan topraklardan filmini de çıkarmak istemek de çok anlamsız değil. Böyle bir "dinleri olumlama" çabasını dışarıda tutarsak hikaye "The Departed" tadında gayet eli yüzü düzgün anlatılmış ve katmanlı yapısıyla ilgiyle izleniyor. Özellikle aklımda kaldılar koltukta şöyle bir dikilmeme sebep olacak kadar iyiydiler. Senaryo bu kadar iyi giderken arada da bir o kadar sıkıntı veren hatalar var (Mesela Samir'in kız arkadaşına yaptığını anlatmak için gizlenerek onun koşusunu bitireceği yerde beklemesi ki telefon edip anlaşsan bile bu şekilde buluşmak imkansıza yakın ya da uçaktayken elemanın kıstırıldığını haber alan ajanların bekleyin geliyoruz demesi) Sanki iki ayrı kişi yazmış sonra birbirininkini okumadan birleştirmişler, sorun ise son bölüm kötü yazara denk gelmiş.

Aklımda kaldı; emailleri taslak olarak kaydetme. Otobüs bombalama hikayesinin finali. Benim için filmin zayıfladığı yer Samir'in iki adam öldü diye başını ellerinin arasına aldığı sahne oldu.

Sonuç; idare eder

6 aralık cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0988047/