Arama

28 Aralık 2010 Salı

The Tourist (2010)

*** Ameliyata iki milyon euro verdin ve bu suratı mı seçtin ***

Konusu şöyle; Rus mafyasından İnterpol'e neredeyse tüm dünyanın peşinde olduğu hırsız/dolandırıcı Alexander Pearce'in sevgilisi Elise (Angelina Jolie) peşindekileri atlatmak için trende fiziksel olarak Alexander'ı andıran bir adamın yanına oturup konuşur. Karısını kaybetmiş, casus romanı seven bir matematik öğretmeni olan Frank Tupelo (Johnny Depp) kendisini bu çekici kadına kaptırır.

Ne anladım; Başkalarının Hayatı ile tanıdığımız Donnersmarck'ın iki yıldız oyuncu ile kotardığı bir yeniden çevrim. Orijinal filmdeki Sophie Marceau bence Jolie'den daha çok uygun bu role. Paris'ten Venedik'e görsel albenisi olan mekanlarda geçen film klasik tadını izleyiciye verebiliyor. İki karakter arasındaki çekimi izah etmekte zorlanması ise senaryonun eksisi bence.

Aklımda kaldı; son jenerikte çalan Starlight (Muse) filmin tonuna mükemmel uyan bir parça. Çatılarda pijamalarla kaçan Frank. Frank'in İtalya'da ispanyolca konuşmaya çalışması ve elektronik sigara da senaryoda çok güzel detaylar.

Sonuç; eğlencelik

25 aralık ctesi günü sinemada izledik

Av Mevsimi (2010)

*** Bakış açısını değiştir ***

Konusu şöyle; ormanlık bir alanda kesik bir kol bulunur. Cinayet masasından tecrübeli detektif Ferman (Şener Şen) ve deli laz İdris (Cem Yılmaz) konuyu araştırmakla görevlendirilir. Eleman eksikliğinden yanlarına çömez Hasan(Okan Yalabık)'ı da alırlar. Araştırma zengin holding patronu Battal'a (Çetin Tekindor) kadar uzandığında bakanların da devreye girdiği ve çözümü zorlaşan bir savaşa dönüşür.

Ne anladım; Yavuz Turgul'un senaryo ve yönetimi ile sinemamızda pek görmediğimiz bir tür filmi denemesi. Öncelikle görüntü yönetiminin tonu ve başarısını kabul etmek lazım. Bir polisiye çekmek de bu kadro için güzel bir deneme olmuş. En ciddi sıkıntı karakterlerin fazla derin olmaması, nihai çözümün filmin adında bile iddia edilen av/avcı/zekaların savaşı gibi sözlerin ağırlığı altında kalması ve dialoglardaki etkileyicilikten uzaklık bana göre. Beni rahatsız eden birkaç kısmını sıralayayım; İdris'in sıkı araba takibine başlar başlamaz Hasan'a antropoloji konusunda laf sokmaya çalışması, gene İdris'in eski karısıyla yakınlaştığı gece, gene İdris'in barda duyduğu şarkı karşısında gösterdiği çocukça heyecan tepkisi vs. vs.

Aklımda kaldı; gölde ilerleyen ve kesik ele ulaşan giriş jeneriği. Ferman'ın ikisini aşağıda haşladığı sahne.

Sonuç; iyi niyetli bir deneme

6 Mart 2010 Cumartesi

$9.99 (2008)

*** Swim like a dolphin ***

Konusu şöyle; Sydney'de bir apartmanda yaşayan bir grup insanın yaşamda anlam arayışı. Küçük bir çocuk oyuncak almak için babasının verdiği bozuk paraları domuzcuk kumbarasında biriktirir, genç bir adam kendisini terk eden sevgilisinin ardında uyuşturucularla hayali arkadaşlarıyla parti yapar, bir başkası yeni süpermodel sevgilisi için vücudundaki kılları traş eder ve bir diğeri hayatın anlamını 9.99'a sunan kişisel gelişim kitapları sipariş eder.

Ne anladım; İsrail asıllı yönetmen Tatia Rosenthal'ın Avustralya ortak yapımı çok kaliteli bir stop motion. Kendi başlarına çok etkileyici kısa hikayeler ve anlarla kurulu hikaye bir bütün olarak içine girilmesi biraz zor bir yumak oluşturuyor. Aynı döneme ait Vals With Bashir'i anımsatan tarzı diğeri farklı bir animasyon olmasına rağmen bir İsrail animasyonundan bundan sonraki beklentileri pekiştiriyor. Ne boyutta model kullanılmış bilmiyorum ama ekrana yansıyan görüntü sinemanın bir çok kadrajı yeniden hamurlarla yaratabilecek bir teknoloji olduğu hissini uyandırdı. Açık zihinle izlenebilecek bir felsefik deneme.

Aklımda kaldı; girişteki kahve için borç isteyen silahlı adamlı sahne. Çocuğun sınıfa gülen kumbarasını anlatışı. Modelin koltukları.

Sonuç; ilginç

5 mart günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0790799/

28 Şubat 2010 Pazar

Man On Wire

***** If I die, what a beautiful death! *****

Konusu şöyle; 1974'de açılmasından kısa bir süre sonra, o dönemin en yüksek binası olan New York'daki ikiz kulelerde, uzun zamandır bunu takıntı haline getirmiş olan Philippe Petit, bir grup arkadaşının yardımıyla gizlice binalara girerek iki kule arasına gerilen bir tel üzerinde akrobasi yapar.

Ne anladım; James Marsh tarafından Petit'in kendini anlattığı kitaptan uyarlanan bir belgesel. Özünde bir tutkunun hikayesi. Küçüklüğünden itibaren yüksek yerlere tırmanmayı takıntı ve yaşamın kendisi haline getiren Petit için bir gün gazetede gördüğü çok yüksek binalar yapıldığı haberi zihninde bir hedef yaratmasını sağlıyor ve bunu başarmak için bir ekip oluşturup bu çılgınlığı yapıyor. Kendisinin de çok sevdiğinin belirtildiği eski soygun filmleri tarzında bir kurgusal anlatım olay gününü canlandırırken o dönemdeki karısı ve ekibin değişik üyeleri farklı noktaları anlatıyor. Adamlar daha önce Notre Dame ve Sydney de buna benzer faaliyetler yapıyorlar ve bu olayların anlatımı hikaye gelişiminin kademeli olmasını sağlıyor. Amaç politik bir eylem değil, bir adamın dünyanın tepesinde korumasız meydan okuması. Bir kez o ipin üzerine çıkıp aşağıdan görülünce kendisi inene kadar kimsenin müdahale etmesi mümkün değil, inanılmaz bir konstantrasyon gerektiren ve milimlik hatanın ölüm demek olduğu acaip bir deneyim. Yaşamı risk almak olarak niteleyen bir adamın psikolojisini incelemek var, bir aksiyon filmi kalitesinde gerilim var, yaşamı sorgulama da var ve her kesit gayet derli toplu anlatılıyor. Sirklerde hergün bunu yapan cambazlar bu adamı izlerken ne düşünür merak ettim.

Aklımda kaldı; ekipten bir üyenin diğerleri hakkında "ilk gördüğümde bunlar loser dedim" dediği sahne. Çayırda okçuluk ve bilimum denemeleri.

Sonuç; çok iyi

28 şubat günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1155592/

27 Şubat 2010 Cumartesi

Time Traveller's Wife (2009)

** Cıbıl zaman yolcusu **

Konusu şöyle; genlerindeki bir anormallikten dolayı sürekli zamanda yolculuk eden kütüphaneci Henry (Eric Bana) üstüne bir de evlenir.

Ne anladım; Tattoo ile dikkat çeken, Flightplan ile Hollywood'a giriş yapan Robert Schwenke bir acaip film çekmiş. Roman uyarlaması olan bu hikaye Jumper'ı anımsattı ve aynı onun gibi giderek dağılan ve toparlanamayan bir fikir yumağı hissi bıraktı. Adam zamanda yolculuk yapıyor, küçük bir kızla tanışıyor ve zamanla onun gelecekteki karısı olacağını anlıyor ve kur yapıyor, kendi annesinin öldüğü trafik kazasının oraya gidiyor ve kendisine yardım ediyor ama bu yolculuklar kendi kontrolünde değil. Nihayetinde zamanda yolculuk senaryoda fantezi ya da bilimkurgunun bir parçası değil romantizmin herhangi bir nedene dayandırılmayan desteği olarak kullanılıyor ki ben pek kafamda oturtamadım bu yaklaşımı ve ısınamadım. Öyle cıscıbıl zamanda yolculuk yaparsan evlenmesen bile en azından kolay arkadaş edinirsin. Belki bu hikaye kağıt üzerinde iyidir ama film olarak anlam ifade etmiyor.

Aklımda kaldı; polis arabasının arka koltuğuna tıkıldığı sahne. Av sahnesi.

Sonuç; bu nedir yahu

27 şubat cumartesi günü izledik

7 Şubat 2010 Pazar

Saw VI (2009)

**** Remember, don't trust the one who saves you. ****

Konusu şöyle; Ajan Strahm bir önceki bölümde ölmüştür ve Dedektif Hoffman artık Jigsaw'un planının uygulayıcısıdır. Bu bölümde ise bir sigorta şirketinin tazminat ödemesini engellemek için müşterilerin davalarındaki açık noktaları bulmakla görevli William'ın hayatındaki insanlar onun kurtarabileceği tuzaklarda can vermeye başlar.

Ne anladım; bir önceki ara taksim ya da aslında yarım bırakılan bölümden sonra tüm seriyi tamamlayan bir final var önümüzde (ama serinin son bölümü değil). Bir serinin altıncı filmi için son derece başarılı, üstüne üstlük kendi içerisinde bile tüyler ürperten sürprizler barındıran bu adımda senaryonun sadece jigsaw gizemi üzerine değil, paralelde William'ın hikayesine de eşit ağırlık verilerek kurulması nihayetinde çok şaşırtıcı bir başarı getiriyor.

Aklımda kaldı; atlı karıncadaki çalışanların kendilerini kurtarmak için yalvarışları. William hikayesinin sonu

Sonuç; gayet iyi

http://www.imdb.com/title/tt1233227/

30 ocak cumartesi gecesi izledik

Up In The Air (2009)

**** We are not swans, we're sharks ****

Konusu şöyle; çalışanlarını işten atmak isteyen ancak bunu kendileri yerine başka bir insan kaynakları şirketine bırakan firmalara Ryan Bingham (George Clooney) ülke içerisinde uçakla seyahat ederek gider ve bu çalışanlarla görüşme yaparak kovar. Ancak artık zaman değişmiştir ve bu işi yapmanın daha teknolojik bir yöntemi denenmektedir. Uçmak dışında bir hayatı olmayan Ryan için bu ölmek gibidir.

Ne anladım; her sene bir izlenesi film çıkartan Jason Reitman'dan bu senenin mahsulü. Senaryolara da el atan yönetmen Clooney'i çok doğru bir rolde kullanıyor. Sahne aralarındaki o bölümün geçeceği şehrin havaalanının havadan görüntüleri Ryan'ın sürekli gözlerinin önündeki manzara. Şehirlerin yukarıdan bakınca o kadar birbirinden farkı da yok. Vera Farmiga'nın canlandırdığı Alex'te hayat arkadaşı olma potansiyeline sıkıca sarılan Ryan'ın sonrasında yaşadığı sürpriz bize de vuruyor aynı şaşırtıcılık ve acıyla. Natalie'nin ise terkediliş biçimi o gözyaşlarının karşısında kahkaha atmamıza neden oluyor.

Aklımda kaldı; J.K. Simmons'un işten atma görüşmesinde Natalie'nin söze karışması, adamın onu feci haşlaması sonrasında Ryan'ın "ama bu senin hep yapmak istediklerini yapman için bir fırsat olabilir" mealinde konuşmasıyla sakinleştirdiği sahne. Ryan ile Alex'in Natalie'ye kendi kuşaklarını anlattıkları sahne. Ryan'ın sunumda yaptığı "sahip olduklarımız arttıkça yavaşlar ve ölürüz" temalı konuşması.

Sonuç; izlenesi

31 ocak pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1193138/

Buddha Collapsed Out Of Shame (2007)

**** Küçük buda ****

Konusu şöyle; küçük Baktay okumayı öğrenmeyi çok ister ve komşusunun oğlu ile bir gün okula gitmek için evden çıkarlar. Okul eşyalarını almak için yumurta satmak, yoluna devam edebilmek için savaş oyunu oynayan erkek çocuklarını aşmak, okula ulaşabilirse de derse gitmek için önyargıları aşmak zorundadırlar.

Ne anladım; ünlü İran'lı yönetmen Muhsin Makmalbaf'ın kızı Hana'nın 19 yaşındayken ortadoğuda eğitim, yoksulluk, kadınların durumu gibi konuları çerçevelediği ve küçük amatör oyuncular üzerinden anlattığı acı filmi. Kamera, renk, görsellik, teknik gibi unsurlarıyla değerlendirildiğinde sınıfta kalabilecek film çevçeveleri, samimiyeti, hikayesinin basitliği ve aktardıklarıyla görevini layığıyla yapıyor. Taliban'ın dev Buda heykelini yok etmesinin görüntüleri ile açılan ve Buda Utancından Yıkıldı başlığı ile sunulan film bir müslüman İran'lı yönetmenin; aşırı dinci Afgan Taliban'ların yarattığı, yalnız erkek çocukların okula gitmelerine izin verilen, kadınların yalnız burka giyerek insan içine çıkmasına izin verilen, ruj sürdüğü için öldürülebildiği bir dünyayı küçük bir kız çocuğunun gözlerinden sorgulaması.

Aklımda kaldı; önce Taliban'cılık oynayan çocukların sonra da Amerikan'cılık oynamaları ama sonuçta gene şiddetin tarafında olmaları. Açık hava derslikleri.

Sonuç; izlenir.

30 ocak cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt1094627/

25 Ocak 2010 Pazartesi

Ugly Truth (2009)

** Erkekler basittir **

Konusu şöyle; kadın erkek ilişkileri konusunda maço ve dobra yorumlarda bulunduğu kısa programıyla dikkat çeken Mike Chadway (Gerard Butler) düşen reytingleri kurtarmak için Abby'nin (Katherine Heigl) yönettiği haber programına transfer olur. Mike, baskın kişiliği yüzünden uzun süreli bir ilişkiye bir türlü giremeyen Abby'e koçluk yapmayı teklif eder.

Ne anladım; daha önce Monster In Law ve 21 uyarlamasını izlediğimiz Robert Luketic'ten gene bir romantik komedi. Butler cinsiyetler üzerine ahkam kesen, "erkekler basittir" temalı kısayol hayat rehberi aforizmalar savuran derinliksiz bir karakteri, Heigl da kendince kurduğu dünyayı aşırı kontrol merakıyla dakik bir şekilde yaşatan ama diğer karakterin gelmesiyle bu muhafazayı bırakıp içindeki küfürbaz bastırılmış kişiliğin de ortaya çıkmasına izin veren değişen kadın karakteri canlandırıyor. İkisi bir arada görüntüyü kurtaran bir çift olmuş. Fena başlamıyor hikaye, özellikle Mike'ın Abby'e erkek arkadaşı kendisine bağlaması konusunda koçluk etmeye başladığı kısım keyifli ama yarısından sonra birden Mike karakterinin bu agresifliğinin sebebinin kıza duyduğu platonik aşk olması gibi bir yola girince hikaye ile yollarımızı ayırıyoruz, bence Mike karakteri çöküyor bu hamle ile. Mizah unsuru olarak güzel bir kadına küfür ettirmek de filmi taşımaya yeterli gelmiyor. Balonlu final ise kelebek gibi konmuş filme. Netice itibarı ile oyuncular değişik ve eğlenceli karakterler canlandırıyor ama sonlara doğru dağılıyor film.

Aklımda kaldı; maçta kulaklık vasıtasıyla ilk buluşmalarına destek verdiği sahne. İlk programında sunucu çifte yaptığı analiz.


Sonuç; olmamış

25 ocak pazartesi gecesi izledik


http://www.imdb.com/title/tt1142988/

Law Abiding Citizen (2009)

*** Can't fight fate ***

Konusu şöyle; evine girip karısı ve kızını öldüren katillerden biri savcı Nick Rice (Jamie Foxx) ile anlaşıp dışarı çıkınca, Clyde Shelton (Gerard Butler) tüm adalet sistemine savaş açar.

Ne anladım; F. Gary Grey'in filmi ailesi gözleri önünde öldürülen ve intikam saplantısı dışında hayata tutunacak bağı kalmayan adam hikayesini anlatıyor. Ancak aynı hikayeyi yeniden anlatmasını mazur kılacak bahaneye de sahip; mağdur hapisteki hücresindeyken bile onlarca insanı öldürebiliyor ve tüm şehri sarsacak eylemler yapabiliyor. Bu gizem sayesinde olaylar zıvanadan çıktıkça iki başrolün de usturuplu oyunuyla komediye dönüşmüyor. Bol saçmalıkları dolayısıyla ciddiye alınması mümkün değil ancak Crank, Saw gibi utanılarak zevk alınabilecek bir eğlencelik.

Aklımda kaldı; kemikle cinayet. Yargıcın öldürüldüğü sahnede yok artık dedim tabi daha sonunu görmemiştim.

Sonuç; eğlencelik

24 ocakta izledik

Taking Woodstock (2009)

**** Woodstock ruhu ****

Konusu şöyle; iç mimarlık kariyerini bırakıp ailesinin Catskills'deki batmak üzere olan motellerinde onlara yardım için çalışan, yörenin ufak ticaret odasının başında yer alan ve her sene kendince kasaba halkına çayırda plak çalarak müzik festivali düzenleyen Jake Teichberg (Henry Goodman) büyük bir festivalin düzenleneceği Walkill kasabasının son anda şehirlerinin hippilerin basmasından çekindikleri için olayı iptal ettiklerini öğrenince finansal sorunlarını aşmak için festivali düzenleyenlere konserleri kendi kasabasında yapmalarını önerir.

Ne anladım; eşcinsel filmlerinin unutulmaz yönetmeni olma yolunda ilerleyen Ang Lee 1969 un en önemli olaylarından Woodstock'u anlatıyor. Konserin herhangi bir müzikal anını sunmayan, bu olayın kendisi kadar ilginç hazırlanış öyküsüne odaklanan hikaye olayların kahramanının kendi yazdığı otobiyografik kitaptan uyarlanmış zaten. Önemli bir milata ve bir neslin simgesine dönüşen Woodstock olayını bir adamın yaşadıkları paralelinde anlatan çalışma o zamanda oralarda takılıyor olmanın nasıl bir şey olduğu hissini başarıyla veriyor zaten amacı da o. Kim oraya gelmiş, sahneye çıkmış oyuncularla göstermekten ziyade onlar hakkında konuşan katılımcıları izlemek hakkında film zaten öbürü ile ilgili yapılmış bir sürü film ve kayıt var. Bir de filmi yeterince komik olmayan bir komedi olmakla suçlayan eleştiriler gördüm ki tamam tür olarak komedi sınıfında yer alabilir ama o amaçla değerlendirmek gereksiz. Goodman başrol için çok sıradan görünümlü ama bu hikaye için o görünüm tam uyuyor, fakirlikten ölüm gibi korkan anne rolünde Imelda Staunton çok iyi.

Aklımda kaldı; Vw deki çiftle yaşadığı asit deneyimi ve ardından konser alanını dalgalanarak gördüğü sahne bir belgeselin verebileceğinin ötesinde gerçekliğe sahip. Anne babanın sihirli kekleri.

Sonuç; hoşuma gitti

23 ocak pazartesi

22 Ocak 2010 Cuma

Zombieland (2009)

**** Rule #1 : Cardio ****

Konusu şöyle; insanlığın çoğunun beyinlerine nüfuz eden bir hastalıkla zombiye dönüştüğü ve Amerikanın Zombieland'e olduğu bir ortamda eline kız eli değmemiş takıntılı ve hayatta kalmak için upuzun bir kural listesi oluşturan Columbus (Jesse Eisenberg) hayattaki tek amacı yeniden twinkie yiyebilmek olan kovboy karizmasındaki zombi katili Tallahassee (Woody Harrelson) ile birlik olup zombisiz batıya doğru yola düşer.

Ne anladım; Ruben Fleischer isimli yönetmenin ilk büyük projesi, nedense film başlayana kadar Rob Zombie'nin sanıyordum filmi. Zombilerin tehditi altında hayatta kalmaya çalıştığı ve bunun için oluşturduğu kural setini aktardığı girişin ardından bir yol filmi olarak devam eden komedinin büyük ağırlığı oluşturduğu filmde zaten zombiler de tamamen değişik şekilde öldürülmeleri ile eğlence unsurunu oluşturuyor. Shaun Of The Dead sonrası ona öykünen filmlerin en başarılısı olan Zombieland film referanslarıyla yüklü senaryosu ve estetik zombi katli sahneleriyle öne çıkıyor.

Aklımda kaldı; komşu kızla olan sahnesi. Piyanoyla haftanın zombie katli. Tüm Bill Murray sahnesi. - Pişman olduğun bir şey var mı? - Garfield belki.

Sonuç; eğlenceli

http://www.imdb.com/title/tt1156398/

21 ocak günü izledim.

12 Ocak 2010 Salı

Brüno (2009)

**** I gave him like a traditional African name : O.J. ****

Konusu şöyle; ünlü modacı Brüno (Sacha Baron Cohen) giydiği yenilikçi kıyafetle bir defilede rezalet çıkarınca memleketi Avusturya'da mesleğinden aforoz edilir. Amerika'ya gidip ünlü olmaya karar veren Brüno kendisine tapan yardımcısı Lutz ile burada değişik denemeler yapar.

Ne anladım; Larry Charles ile Cohen'in Borat'dan sonraki ikinci birlikteliği. Doğal olarak birinci ile karşılaştırılıyor ve mizah anlamında biraz daha zayıf ya da daha fazla rahatsız edici olduğu doğru. Borat filmin genelinde anlatıcı ya da olayların yanında yer alan kişi iken Brüno açık eşcinsel ve doğrudan bununla ilgili yarattığı sahnelerin içinde, her yeni sahnede yok artık dedirtebiliyor. Epilasyon, jakuzida çıplak erkekler, cinsel organlar ve oral seksle ilgili espriler ardarda. Bayağı mizah yaptığı söylenebilir ama bence yaptığı mizahı iyice ileri götürerek nihayetinde Borat'ta yaptığı muhafazakar bakış açısına doğrudan saldırırken yalandan özgürlükçü liberallerin de sinirlerini bozarak riyakarlığı ortaya çıkartıyor bu açıdan değerli. Karşılaştırmak gerekirse Recep İvedik de benzer noktalardan yola çıkıyor ancak onun amacı avam bir karakteri aşırı karikatürize ederek cehalete, magandalığa övgüler düzüp, elit olarak nitelenen zevklere kolaycı yoldan saldırmak bunu da para basan bir makinaya çevirmek. İzlerken o kadar gelmedi ama sonradan sahnelere baktığımda hakikaten kopuk skeçler var. Bana rahatsız edici gelen tek yeri; bazı sahnelerin doğal sıradan insan tepkileri yerine aktörler tarafından oynanmış hissiyatını taşımasıydı. Birden çok kamerayla çekilen sahneler ya da Brüno'nun bulunmadığı çekimler bunu düşündürdü.

Aklımda kaldı; Harrison Ford'un tepkisi. Richard Bey Show'da zenci kadınlarla dolu bir salonda zenci çocuğu nasıl evlatlık aldığı, adını O.J. koyduğu ve beraber çekilen "sevgi" dolu resimleri gösterdiği sekans. Deneme çekimini izleme sahnesi ve bağıran çük. Maço güreşçilerden oynaşan gaylare dönüştükleri sahne. Finalde Bono, Chris Martin, Snoop Dogg, Elton John falan Brüno'nun şarkısını söylüyor.

Sonuç; uyarayım çok acaip
9 ocak pazar günü izledim

3 Ocak 2010 Pazar

Hurt Locker

** The rush of battle is often a potent and lethal addiction, for war is a drug **

Konusu şöyle; Irak'ta görev yapan bomba imha ekibinin başçavuşu bir görevde ölünce yerine William James (Jeremy Renner) gelir. Daha ilk günden sanki ölmek istiyormuş gibi gözükara davranışları tüm ekibin hayatını tehlikeye atar.

Ne anladım; Kathryn Bigelow'u yıllar sonra yeniden ve daha da tepeye taşıyan film de açıkçası bende yarıştığı eski kocasının filmi ile aynı şekilde hiç heyecan uyandırmadı. Büyük kısmı bomba imha ekibinin birkaç değişik vakasından oluşan sahneler ile film aksiyona mesafeli duruyor. Çok doğru bulduğum bir yorumun özeti şöyle; onların ruh haline odaklanan bir hikaye olmasına rağmen saldıran değil aksine terörist yerlilerin yaptıklarını engellemeye çalışan, dolayısıyla orada bulunmalarını haklı göstermeye çalışan, üstüne de geri dönünce de rahat edemeyen tavrıyla bir propaganda filmine daha yakın görünüyor. Belki de sadece insan psikolojisi ile ilgili tespit yapıyordur ve savaş tutkunu bir adamın profilidir ama ben anlamadım değerini.

Aklımda kaldı; yatakhanede debelenme sahnesi. Afişte de yer alan bomba öbeğini ortaya çıkardığı sahne.

Sonuç; tırt

http://www.imdb.com/title/tt0887912/

2 ocak günü izledim

Neşeli Hayat (2009)

*** Bu da mı gol değil? ***

Konusu şöyle; maddi sıkıntı içerisindeki Rıza (Yılmaz Erdoğan) yılbaşı öncesinde ajanstan bir alışveriş merkezinde noel babalık işi bulur. Bir yandan bir çok tanıdığını alışveriş temsilciliği işine sokup iflas etmesinden dolayı borç ve davalarla uğraşan, diğer yandan karısının kardeşine iyilik olsun diye kız isteme işlerine bulaşan Rıza bu hiç bilmediği işe de başlangıçta uyum sağlayamaz.

Ne anladım; Yılmaz Erdoğan'ın yazıp, yönetip oynadığı ve BKM mutfak kadrosunun tüm diğer rollerde yer aldığı hüzünlü komedi gene İstanbul'un farklı mahallelerindeki yaşama yakından bir bakış atıyor. Filmindeki drama komedi bölgelerini oldukça derin tasarlayan Erdoğan karakterlerini de çok sempatik yapabiliyor. İlk yarısındaki acıklı hikaye giderek bir masal dönüşürken sürekli bir gülümseme bırakıyor izleyicide. Organize İşler'e göre daha skeç havasında olması gibi bir zayıflığı var.

Aklımda kaldı; Cezmi Baskın'ın şişe dibi gözlükleriyle kuruyemiş çitleten babası. Rıza'nın işe geç kalıp da minibüs yakalamaya çalıştığı sahne hissiyatı tümüyle izleyiciye geçirebilen bir bölüm.

Sonuç; izlenir.

26 aralık'da izledik

Soul Kitchen

*** Leben ist, was passiert, waehrend du dabei bist, andere Plaene zu machen ***

Konusu şöyle; Hamburg'da yaşayan Yunan asıllı Zinos (Adam Bousdoukos) kızartma ızgara ağırlıklı fastfood lokantasına mecburen üst düzey bir aşçı transfer eder ve yapılan yemeklerin kalitesi o bölge için bambaşka düzeylere çıkar.

Ne anladım; Fatih Akın'ın son yıllardaki ağır filmlerinin ardından eğlenmek amaçlı yaptığı bir komedi. Başroldeki Adam Bousdoukos'un kendi yaşamından esinlendiği senaryo fazlasıyla çalakalem. En azından yönetmenin "Im Juli" sine benzer bir samimiyet beklerken çok dağınık ve yapay sahnelerle bezeli bir film ile karşılaşıyoruz. Eğlenceli değil diyemem ama bir numara küçük geliyor. Adam'ın oyunculuğu içler acısı herşeyden önce, abartılı sakat taklidi sahnesi örneğin. İyi ki Moritz Bleibtrue onun hapishane kuşu kardeşini oynuyor. Başlıktaki cümlesi Lennon'un "Hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelendir" cümlesi.

Aklımda kaldı; skype sahnesi. rock'çılara kaliteli yemek sahnesi.

Sonuç; idare eder

http://www.imdb.com/title/tt1244668/

1 ocak günü izledik

2 Ocak 2010 Cumartesi

Avatar (2009)

*** jaksali ***


Konusu şöyle; belden aşağısı tutmayan deniz piyadesi Jake Sully (Sam Worthington) ölen bilimadamı ikiz kardeşinin yerine aynı genlere sahip olduğu için kaynak açısından zengin Pandora gezegenindeki bir göreve katılır. Burada makinaya bağlanarak bir avatar kullanacak ve Navi halkının güvenini kazanarak değerli kaynakları insanlara bırakmaya ikna etmeye çalışacaktır.


Ne anladım; James Cameron'ın yeni bir devrim iddiasındaki filmi. Olumlu yanlarını sıralayayım; değerli kaynakların üzerinde yaşayan halk ve sömürgeci insanların bu mekana göz koyması üzerinden hem savaş ve işgal karıştı hem de insanların para hırsıyla doğaya verdikleri zararları ön plana koyan naif, çevreci ve hiç yoktan iyi olan mesajı, istese izleyicinin aklını alabilecek 3 boyut teknolojisini usturuplu kullanması. Ticari anlamda insanlara sinemada izlemeye mecbur kalacakları bir ürün sunması muhtemelen maliyetini kısa sürede çıkarmasını sağlayacak, ama 3-d olarak izleyemedikten sonra dvd ya da tvde bu film izlenir mi bilmem. Hikaye anlamında değil tabii ama teknik açıdan tıpkı Terminator 2 nin yaptığı gibi kendisinden sonrasını etkileyeceği de kesin. Bunlara rağmen uzun süresi, çok sert başlayıp birden aşırı duygusal bir karaktere dönüşen doktor, son yarım saatte birden dönüşüveren hırslı patron ve iyice kartonlaşan general karakteri ile bunları pek önemsemeyen filme karşı ilgimi kaybettim. Ben Real 3-d ile izledim belki imax daha iyidir bilemem ama on yıl sonrasında gene film izleme alışkanlıklarımızın ciddi şekilde değişeceğinin işaretidir.


Aklımda kaldı; giriş sahnesi - elemanın uyanırken uçuşan hava baloncukları ile yaşadığı şaşkınlık izleyici ile doğrudan bağ kuran güzel bir başlangıç. Jake'in avatarı ilk kullandığında koşturduğu sahne. Toruk Macto.


Sonuç; idare eder.

2 ocak günü izledim


http://www.imdb.com/title/tt0499549/