Arama

24 Şubat 2008 Pazar

No Country For Old Men (2007)

***** All the evil seems to live forever *****

Konusu şöyle; emekli kaynakçı Llwelyn Moss avlanırken büyük bir çatışmadan artakalanları bulur. Birkaç cesedin yanında bir kamyon uyuşturucu ve 2 milyon dolarla dolu bir çanta vardır. Çantanın peşine acımasız bir kiralık katil ve meksika çetesinin düşmesi ile bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Coen kardeşlerden uzun bir aradan sonra yeniden Fargo ve Blood Simple'ı anımsatan bir çalışma. Bana da çok mantıklı gelen bir yorum filmin bir alegorik temsil olduğu. Javier Bardem'in temsil ettiği mutlak kötülük, Moss insani tutkularına söz geçiremeyen bir fani, karısı ölümün karşısında bile şansını denemek istemeyen bir realist, Tommy Lee Jones'un Ed Tom Bell'i ise şerif yıldızını atalarından devralmış, değişen dünya ile korumaya söz verdiği insanları ve değerleri yeterince koruyamayacağından korkan ama elinden geleni yapan filozof güvenlik gücü ile hikayenin köşebaşlarını oluşturuyorlar. Josh Brolin American Gangster'dan sonra burada da çok şık oynuyor. Bardem insanötesi Terminatör/Azrail rolünde süper! bir saç stiliyle döktürüyor. Film ilk bölümünde bir gerilim olarak da çok iyi işliyor. Coen'ler felsefik hikayelere bir Amerikan taşra kılıfı giydirip sundukları derin filmlerine yeni bir halka ekliyor.

Aklımda kaldı; benzin istasyonu sahibiyle Chigurh'un yazı tura muhabbeti. Aynı şekilde Carla Jean ile muhabbeti. Chigurh'un acaip silahı. Meksikalıların olay yerinde Moss'u kovaladıkları ve köpeğin derede ısrarla takip sahnesi.

Sonuç; çok iyi.

24 şubat pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0477348/

Le Scaphandre Et Le Papillon (2007)

***** E - S - A - R - I ... *****

Konusu şöyle; Elle dergisinin başarılı editörü Jean-Domique Bauby günün birinde bir kriz geçirir ve tek gözü hariç tüm vücudu felçli kalır. Kaldığı hastanedeki terapistin yardımıyla bu gözü kullanarak iletişim sağlamayı başarır ve içinde yaşadığı bu dünyayı anlattığı romanını yazmaya başlar.

Ne anladım; Basquiat ve Before Night Falls'un yönetmeni Julian Schnabel ilk duyuşta Mar Adentro'yu anımsatan bir yatalak hasta portresini getiriyor. Gene bir gerçek yaşam öyküsü var karşımızda. Hikaye hastanede bu durumda ilk uyanışından başlıyor, Bauby'nin sağlam tek gözünün içerisindeymiş gibi alıyor izleyiciyi. Zaman geçtikçe ve durumu kabullenip dalgıçlıktan kelebekler yaratmaya geçiş süreciyle arada sırada kahramanın dışına çıkıyoruz ancak temelde bu adamın ne hissettiğine ve düşündüğüne odaklanan anlatım üst düzeyde bir özdeşleşme imkanı sağlıyor. Baba rolünde yazarla aynı durumu paylaştığını düşünen (ama onun sebebi yaşlılık) Max Von Sydow nihayet son dönemde oynadığı birbirinden boktan filmlerden bambaşka ve şahane bir performans sergiliyor da içimizi rahatlatıyor. Bir hikaye ya da kahraman bir kişilik tanıtmak değil bu filmin derdi, bir durum karşısında hayalgücü ve anılarından başka herşeyini kaybeden bir adamın bu ikisini birleştirerek yaşadığı bir deneyimi mümkün olduğunca güçlü bir şekilde izleyici ile paylaşmak ve bunu da başarıyor.

Aklımda kaldı; girişte röntgenlerden ve finalde tersten gösterilen buzulların erimesi görüntülerinden oluşan jenerikleri. Alfabeyi sayan kişiye göz kırparak kurduğu iletişim. Girişte La Mer çalarken bunun sebebini kriz anını gösterdiği filmin sonunda görüyoruz. "Hepimiz çocuğuz, hepimiz onaylanmak isteriz"

Sonuç; mükemmel.

24 şubat pazar sabahı izledim

http://www.imdb.com/title/tt0401383/

23 Şubat 2008 Cumartesi

Across The Universe (2007)

***** psychedelicatessen *****

Konusu şöyle; Liverpool'lu liman işçisi Jude yıllar önce annesini terkeden babasını bulmak için Amerika'ya gider. Orada sevgilisi Vietnam savaşına giden Lucy'ye aşık olur. Genç Lucy savaş karşıtı aktivistlerle beraber eylemlere katılmak konusunda heveslidir, Jude bu gruplara uzak durmakta ve içe dönük bir kendiyle hesaplaşma yaşamaktadır.

Ne anladım; Frida ile tanıdığımız Julie Taymor iki genç arasında geçen bir aşk hikayesini baz olarak kullanmış ve Beatles'ın bir çok parçası için birbiriyle bağlantılı klipler çekmiş. Görsel olarak yeniden yaratım demiş bu yaptığına da. Şarkılardan isimlerini bildiğimiz karakterleri etten kemikten canlılar olarak izlemek fırsatını sağlıyor bu da. Filmde Mr. Kite rolünde Eddie Izzard, Bono (bence oyunculuğu zayıf kalmış), Salma Hayek ve Joe Cocker gibi şık sürprizler de mevcut. Filme zaman olarak da grubun var olduğu yıllar seçilmiş, en ciddi zıtlıkları aşk ve vietnamdaki savaş yaratıyor. Amaç; klişe bir aşk hikayesini tekrar anlatmaktan ziyade dev bir grubun parçalarını birer tablo zarafetiyle beyazperdeye taşımak, bunu unutmamak lazım. Baz Luhrman'ın Romeo + Juliet'i ile Hair'den tatlar taşıyor.

Aklımda kaldı; askerlik muayenesi sahnesi.

Sonuç; süper

23 şubat ctesi sabah izledim

http://www.imdb.com/title/tt0445922/

17 Şubat 2008 Pazar

Festen (1998)

**** Kutlama ****

Konusu şöyle; Paris'te başarılı bir lokantayı işleten Christian babasının 60. doğum günü için ailenin otelinde yapılan toplantı için memleketine gelir. Deli kardeş Michael, hayaller gören Helene ve yakın geçmişte intihar etmiş olan ikiz kardeşi ile baskıcı baba ve pasif anneden oluşan ailenin bazı sırlarının ortaya döküldüğü ve minik bir psikolojik savaşa dönüşen kutlama başlar.

Ne anladım; resmi olarak ilk Dogme filmi ve belki de en izlenebilir olanı. Fena anlatılmamış ilgi çekici bir hikaye var. Bergman'dan esintiler taşıyan, daha sonrasında en çok Lars Von Trier ile yayılan kendine has türün görünce anlaşılan öğelerini taşıyor. Çok değişik kamera açıları (küvetin tepesinden, basamaklardan, sütunların arasından) sık sık izleyiciyi filmin dışına atıyor. Yapılan itiraflara rağmen yemek için toplanmış kalabalığın söylenenlere pek tepki göstermemesi yadırgatıcı geliyor. Aynı hikaye kaliteli bir şekilde çekilse belki bu kadar ilgi çekici olamayabilirdi. Çok uzun ömürlü olmayan bir sinema hareketinin başlangıcı olarak özel bir ilgiyi hakediyor.

Aklımda kaldı; yemekteki itiraf konuşmaları. Helene'nin otel çalışanına kardeşinin yaşadığı hissi canlandırma çabaları.

Sonuç; iyi

17 şubat pazar gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0154420/

The Contender (2000)

**** İkimiz de silahlarımıza davranıyoruz, fark şu ki benimkiler dolu ****

Konusu şöyle; başkan yardımcısının ölümünün ardından Amerika Başkanı (Jeff Bridges) yeni bir başkan yardımcısı atayacaktır. İlk güçlü aday olan vali nehire düşen bir arabadan bir kadını kurtarmaya çalışarak yarı kahraman olmuştur ancak kadının ölmesi pek avantajına olmaz. İkinci aday ise ilk kadın başkan yardımcısı olmaya aday güçlü senatör Laine Hanson (Joan Allen). Geçmişlerinin araştırıldığı komitede gençlik yıllarında bir grup seks olayına karıştığını öğrenen Cumhuriyetçi Sheldon Runyon (Gary Oldman) bunun üzerine gider.

Ne anladım; eski film eleştirmeni Rod Lurie'nin bu ikinci uzun metrajı politik bir gerilim. Başta çok güçlü bir başkanı oynayan Bridges ve yarattığı Mr. Burns'ü anımsatan Runyon tiplemesi ile Oldman olmak üzere çok sayıda kaliteli oyuncudan iyi performanslar. Demokrat partinin bir seks skandalı ile boğuşması Clinton'ın Monicagate'ine doğrudan gönderme. Finaldeki başkanın nutuğu haricinde çok bayıcı kısmı yok filmin ve gayet ilgi çekici bir politik gerilim olarak işliyor.

Aklımda kaldı; Gary Oldman ile Christian Slater'ın ilk karşılaştıkları sahnede katlar arasında dolaşan, hoplayan zıplayan nefes kesici plan sekans (sahne değil çekimi nefes kesici) Başkanın bovling salonu.

Sonuç; başarılı

15 şubat cuma gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0208874/

11 Şubat 2008 Pazartesi

Who Killed The Electric Car? (2006)

**** Kim vurduya gitmiş ****

Konusu şöyle; 1996 yılında elektrikle çalışan arabalar Kaliforniya'da yollarda görünmeye başlar. Hatta GM bir seri üretir ve Tom Hanks, Mel Gibson gibi ünlülerin de içinde bulunduğu bir grup müşteriye satmaz ama kiralar. Kullanıcılarının çok memnun olduğu bu araçlar petrol endüstrisi başta olmak üzere birçok faktörün etkisiyle 2000li yıllarda tamamen ortadan kalkar. Bu film bu aracın yok olmasının sebebini bulmaya çalışıyor.

Ne anladım; kendisi de bir dönem EV serisi bir araç kullanıcı olan Chris Paine'in ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi. Araçların toplandığı dönemde eskiden tanıtımında çalışan hostesler, eski kullanıcılar ve endüstriden insanlarla ropörtaj ağırlıklı bir belgesel gerçekleştirmiş. Son aracın sahibinden geri alınması ve bir filonun yokedilmeye götürülmesini de yakalaması olaylara güncellik katmış. Finalde bir yargılama ve suçluyu ilan etme çabası var ki tarafsız kalmadığını açıkça belirtiyor bu sahnelerle. Film olarak çok değerli değil ama içerik olarak önemli ki zaten belgesellerde bu konu daha ön plana çıkıyor.

Aklımda kaldı; piller haricinde herkesin suçlu ilan edildiği son. İnsanlığın hala bu petrole mahkum bırakılması akıl alır gibi değil.

Sonuç; önemli

11 şubat pazartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0489037/

10 Şubat 2008 Pazar

Michael Clayton (2007)

**** Do I look like I'm negotiating? ****

Konusu şöyle; büyük bir avukatlık şirketinin "çözücü"sü Michael Clayton (Clooney) uzun yıllardır tanıdığı bir avukat arkadaşının sorgulama sırasında kendini kaybedip soyunması üzerine çıkan kargaşayı düzeltmekle görevlendirilir. Arthur (Tom Wilkinson) ilişkili şirketleri bile altüst edebilecek çok önemli kanıtlar bulmuştur ve şirket büyük bir anlaşma yapmak üzeredir.

Ne anladım; Clooney, Soderbergh ve kankalarının Section 8 oluşumundan bir hukuk draması. Sağlığa zararlı bir olaylar olmakta ve küçük insanlar ölmektedir ancak büyük şirketlerin ayakta kalması ve sistemin devam etmesi için bambaşka parametrelerle dünya dönmektedir. Travolta'nın oynadığı A Civil Action'ı aklıma getirdi, tabi Erin Brochovich, Firm gibi benzer çıkış noktaya sahip filmleri görmüştük. Bu filmin ayırteden özelliği öncelikle lineer bir hikaye akışı yok. Film yarısından başlamış gibi, sanki ikinci cd'den başlamış gibi yapıyor izleyiciyi. Süresinin yarısına kadar filmin içine girmeye, karakterlerin neden bahsettiklerini anlamaya çalışıyoruz, dolayısıyla yarısında bırakılmaya çok müsait, ciddi sabır gerekiyor. Bu tür filmlerin olmazsa olmazı finaldeki büyük dava sahnesi gibi bir çözümleme de yok (her ne kadar klişe bir son olsa da) Clooney'in başarısı o son sahneye kadar karakteri öyle bir kuruyor ki hangi tarafta olduğuna tam karar veremiyoruz. Tilda Swinton ve Tom Wilkinson'da üst düzey oynuyor.

Aklımda kaldı; atlar sayesinde Clayton'ın kurtulduğu sahne. Finalde 50 dolarlık götür beni diyip bindiği takside akan jenerik. Arthur'un girişte ve dosyayı telefonda açıkladığı monologları. Patronun iki soğukkanlı ayakçıya ölüm emrini verdiği sahne gayet iyi yazılmış diyaloglarından biri filmin. "I'm not a miracle worker. I'm a janitor". Bir de Michael'in Arthur'u sokakta, elinde bir düzine ekmekle bulduğu sahnenin dialogları "I'll help you to think this through"

Sonuç; zor ama güzel

10 şubat pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0465538/

Angel (2007)

*** Cahil yazar ***

Konusu şöyle; Angel Deverell bir İngiliz esnafın kızıdır. Hayali; başarılı ve ünlü bir yazar olmak ve Cennet malikanesinde yaşamaktır. Doğal yeteneği ile bir yayımcının dikkatini çeker ve kitapları yayınlanır.

Ne anladım; Fransız sinemasının sıradışı yönetmeni François Ozon kendi gibi sıradışı bir sanatçının yükseliş ve düşüş hikayesini anlatıyor. Melodram sınırlarını iyice zorlayan mübalağalı bir tarzla ele aldığı hikaye gayet sıradan ancak değişik anlatımı ile ilgi çekici oluyor. Angel rolünde Ramola Garai (ki Atonement'te de gene sinir bozucu bir karakter olarak izlemiştik) hiç sevilmeyesi bir karakteri gayet içten canlandırıyor. İlk sahneden izleyici olarak ne mal olduğunu anlayıp zaten karaktere çok da bağlanmıyoruz, ancak sinir bozucu bir tip olmasına rağmen izleyicide nefret de uyandırmıyor. Karakter bana Dogville'in Grace'ini hatırlattı. Ozon'un diğer filmlerine referans olmayacak bağımsız bir çalışması diye düşünülebilir.

Aklımda kaldı; yayımcısı ve eşine romanlarını hiç bir şey okumadan ve araştırma yapmadan uydurduğunu açıkladığı sahneler.

Sonuç; "dandik" olsun diye yapmış Ozon

10 şubat 2008 pazar sabahın köründe izledik

http://www.imdb.com/title/tt0783767/

7 Şubat 2008 Perşembe

Gone Baby Gone (2007)

**** Doğruyu yapmak ****

Konusu şöyle; 4 yaşında bir kız çocuğu ortadan kaybolur, uyuşturucu bağımlısı anne pek etkilenmemiş gibi görünürken beraber yaşadıkları teyzesi medya ve tüm polislerin dikkatinin olaya çekilmesini sağlar. Teyze, olayı araştırmada polise yardımcı olması için hem sevgili hem iş ortağı olan, kaybolma davalarında uzman bir çift detektifi de kiralar.

Ne anladım; birkaç yıl önce sinema uyarlamasını izlediğimiz Mystic River'ın yazarının bir başka romanından uyarlama. Oyuncu ve senarist olarak bildiğimiz Ben Affleck bu sefer yönetmenliğini de üstlenmiş. Gayet de iyi etmiş. Clint Eastwood filmleri tadında (tabi en çok gene Mystic River'ı anımsatıyor ya da örneğin Bloodwork'ü) yönetim, kardeş Casey'in de kendine has oyunculuğu ile birleşip güzel bir şekilde işliyor. Hikayenin merkezinde iki soruya gelip dayanıyor olaylar. Bir suçlu, bir kaç yıl ceza çekip çıkacağını bile bile adalete teslim etmeli mi yoksa vurmalı mı? Eğer herkes için daha iyi bir hayat sağlayacaksa bazı suçlar gözardı edilebilir mi? Bu soruları izleyiciyi de katacak şekilde işleyen çok güçlü bir film çıkmış sonuçta.

Aklımda kaldı; nerdeyse dötü kaybettikleri bar sahnesi.

Sonuç; çok iyi

7 şubat perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0452623/

No Reservations (2007)

** Boğazımda kaldı **

Konusu şöyle; Manhattan'da bir lokantanın işkolik şefi Kate (Catherina Zeta Jones) kardeşinin ölümü üzerine yeğenini yanına alır. Duygusal duvarları ufak bir sarsıntı geçiren Kate işyerinde kendi seçmediği hayat dolu bir şef yardımcısının da işe başlamasıyla iyice dağılır.

Ne anladım; Shine ve Snow Falling On Cedars gibi filmleri yönetmiş bir Scott Hicks, imza attığı filmin sadece müziklerinin değil neredeyse kalitesinin de belgesi olan Philip Glass gibi isimleri görünce belirli bir seviyeyi aşmış bir film bekliyordum. Ama felaket, hesapçı bir senaryo var maalesef. Little Miss Sunshine'ın küçük kızı Abigail Breslin'in kötü oyunculuğu, itici karakterler, kimin neyi niye yaptığı belli olmayan durumlar. Hakkını teslim etmek lazım; asosyal Kate apartman komşusu ile karşılaşmamak için ses duyunca kaçıyor, çocuk karşısında kendisi ile biri konuşurken kimse yokmuş gibi tepkisiz, bunlar filmlerde pek göremediğimiz ve gayet doğal hareketler. Ama bir türlü karakterler hem kendi aralarında hem de seyirciyle bir bağ kuramıyorlar.

Aklımda kaldı; lokanta ahalisinin bir arada yemek yediği sahneler ve mutfak ortamı.

Sonuç; hiç beğenmedim

http://www.imdb.com/title/tt0481141/

4 Şubat 2008 Pazartesi

Rendition (2007)

**** Yargısız infaz ****

Konusu şöyle; bir canlı bomba eyleminin ardından olayla ilgili olabileceğinden kuşkulanılan ortadoğu kökenli bir Amerika'lı CIA tarafından kaçırılır ve Amerika dışında bir gizli merkezde sorgulamaya alınır. Konuşturmak için yapılan işkencenin dozu giderek artarken olayı izleyen gözlemci çıkacak kanıtların güvenirliğinden şüphelenmeye başlar.

Ne anladım; iki sene öncesinde Tsotsi ile yabancı film Oscar adaylığı olan Gavin Hood, bu sefer terör eylemlerine karşı güçlü yanıt verebilmek için kontrol edilemez yetkilerle donatılan sözde güvenlik teşkilatlarının yol açabileceği yanlışlıkları sorguluyor. İnsanları görmeden yöneten mekanik teşkilat başkanı, yakalanan adamın Amerikalı karısı (Reese Witherspoon), intihar bombacısı, onun sevgilisi, polis teşkilatının şefi ve CIA gözlemcisi analist ana karakterleri ile bu hikaye anlatılıyor. Batı kültürü bu din için kendini feda etme manyaklığını anlamaya çalışarak bu türden hikayeleri sıklıkla karşımıza çıkarıyor. O bölgeden bir kendini ifade etme çabası göremeyeceğimize göre en fazla umabileceğimiz bu çıkan filmlerin mümkün olduğunca objektif ve seyir zevki de veren filmler olmasını ummak. Kanımca bu film Kingdom gibi akranlarıyla birlikte bunu becerebilenlerden.

Aklımda kaldı; bombalama sahnesi. Rendition Amerikanın terörizmle bağlantısı olduğundan kuşkulandığı insanların derdest edilip, işkence ile sorgulanacağı bilinen ülkelere gönderilip hiç bir hak tanımadan itiraf alana kadar sorgulanması olayı, tam Bush hükümetine yakışan bir durum. Böylece işkence olayı ile bizim alakamız yok diyebiliyorlar. Canada vatandaşı olan bir Tunuslu Mahir Arar'ın başına buna yakın bir olay gelmiş.

Sonuç; tatmin edici

4 şubat ptesi gecesi izledik

http://imdb.com/title/tt0804522/

3 Şubat 2008 Pazar

Elizabeth : The Golden Age (2007)

*** Altın çağa doğru ***

Konusu şöyle; protestan kraliçe Elizabeth'in İngiltere'si Katolik İspanyollar tarafından tehdit edilmektedir. Kraliyete bir varis de sağlayabilecek olan ve hapiste tutulan kuzen Mary Stuart'da bir darbe ile tahta gelmenin hesapları içerisindedir. Bu arada Elizabeth bir kaşif olan Sir Walter Raleigh'e ilgi duyar.

Ne anladım; 10 yıl önce kraliçenin tahta çıkışı konu alan ilk film ile ciddi bir başarı kazanan Shekhar Kapur gene Cate Blanchett'i ikna etmiş ve ikinci filmi yapmış. Bu sefer kraliçenin yaşadığı en ciddi darboğazı konu alıyor, aynı zamanda da özel hayatı için de çok ciddi bir dönemeçten geçiyor. Ancak senaryo zayıflığından dolayı pek tempoyu tutturamıyor film. Mary Stuart'ın idam edilmesine kadar gayet iyi devam eden hikaye filmin bu sahne ile ortasına ulaşmasından sonra sapıtıyor. Hem çok anlamlandıramadığımız bir aldatma hikayesi geliyor hem de su altında bir atın yüzüşünü yavaş çekim izlediğimiz birkaç gemi savaşı sahnesi ile temsil edilen geniş planlı, sözsüz ve maalesef anlamsız sahneler silsilesine dönüyor film. Evet kostümler ve dönem çok şık ama dış mekana çıkılan sahneler çok zayıf kalıyor ve izleyiciyi kopartıyor filmden.

Aklımda kaldı; mesela orduyu gaza getirmek için konuştuğu sahne çok zayıf. İngilizlerin o savaştan kurtulması ve İspanyolların başına gelen de tamamen tesadüf (yoksa tanrı var ve İngilizlerin yanında anlamını mı çıkarmalıyız) Beyaz renklerin hakim olduğu suikast sahnesi hiç fena değildi. Girişte katolikleri "sadece düşüncelerinden dolayı suçlamam, gerçekten suç işlerlerse tepelerine binerim" söylemi.

Sonuç; fena değil

3 şubat pazar günü evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0414055/

The Hottest State (2006)

*** En kırık kalp ***

Konusu şöyle; Texas'ta doğan ve annesinin babasını terketmesiyle New York'a taşınan William 20li yaşlarına geldiğinde bir aktör olmak üzeredir. İlk büyük aşkıyla tanışır, tutkuyla aşık olur ve ilk büyük kalp kırıklığını yaşar.

Ne anladım; oyuncu olarak bildiğimiz Ethan Hawke zamanında oynadığı Sunrise ikilemesi tarzında bir filmle 3. kez yönetmenliği deniyor, tıpkı o filmlerdeki rol arkadaşı Julie Delpy gibi. Hem de kendi yazdığı romanı uyarlıyor. Biri aktör biri şarkıcı bir çifti konu alınca sürekli arkaplanda kaliteli müziklerin çaldığı bir ses bandı kaçınılmaz olmuş. Mark Webber yirmili yaşlara gelen ve babası ile hesaplaşma ihtiyacı ile kıvranan genç rolünde başarılı. Hem Sara hem de William, bildik aşk klişe tiplemelerine oturmayan, hareketleri ilk bakışta rasyonel gelmeyen karakterler olarak yazılmış, sonlara doğru William'ın sokakta canlandırdığı Romeo sahnesi filmin ruhuna uyuyor. Ayrılmış çift olarak da Ethan Hawke ve Laura Linney oynuyor.

Aklımda kaldı; Meksika'daki evliliğe giden minik tatilleri boyunca bir sokak şarkıcısının başladığı ve giderek yükselen parça hoştu. En sıcak eyalet Teksas'mış ama orası bile soğuk olabiliyor.

Sonuç; güzel

2 şubat ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0496319/

2 Şubat 2008 Cumartesi

Death Of A President (2006)

*** Hayalgücü ve özgürlük ***

Konusu şöyle; Ekim 2007'de Amerika Başkanı Bush bir konferansta yaptığı konuşmanın çıkışında vurularak öldürülür. Yıllar sonra yapılan bu belgesel olayın öncesini ve sonrasındaki suçluyu bulma çalışmalarını anlatıyor.

Ne anladım; çok büyük bir terörist eylem olsa yargılama süreci nasıl olur? Toplumdaki önyargılar bu süreci nasıl etkiler? Olağan şüpheliler toplanıp hemen bir suçlu bulunur mu? Böyle bir durumu hikayeyi anlatmak isteyen ekip en az 11 eylül kadar sansasyon yaratabilecek Amerikan Başkanının öldürülmesi hayali durumu çıkış noktası olarak almış. Filmin ilk yarısı olayın olduğu hayali günün JFK suikasti gibi portresini çiziyor. Ardından olaydan sonra yapılan adli ve balistik soruşturmaları ve yargı sürecini anlatıyor. Olayın kesin olmayan kanıtlara rağmen islami teröristlerle bağlantısı olma ihtimali olan bir müslümana fatura edilmesi ile çözümlendiği ancak aslında Körfez savaşında oğlunu kaybeden bir Amerikalı babanın aleyhinde daha çok kanıt olduğu çözümlemesiyle bitiyor. Böyle bir konu için bu fikrin düşünülebilmesi ve filme aktarılabilmesi bile çok büyük bir olay bence ve dünyanın bu kısmı ile o kısmı arasındaki farkı düşündürüyor.

Aklımda kaldı; burada cumhurbaşkanı korkuluk şeklinde çizildi diye dava açılıyor, orada adamlar "Chicago Hates Bush" diye slogan atabiliyor. "Başkan arıyor" denildiğinde FBI ajanı şaşalıyor, "yeni başkan Cheney" diyorlar. Burası biraz da Bush gitse de aynı zihniyet yaşar demek istiyor gibi geldi.

Sonuç; izlenmeye değer

2 şubat ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0853096/

The Left Handed Gun (1958)

** One shot - one ten cent bullet, and that's it! **

Konusu şöyle; William Bonney ya da bilinen ismiyle Billy The Kid bir sürü sahibi tarafından işe alınır. Patronu bir pusuda öldürülünce Billy intikam almak için bu işi yapanların peşine düşer.

Ne anladım; kısa ve vahşi bir hayat yaşayan Billy The Kid'in yanlış anlaşılmış, şartların yarattığı ve öldürdüğü biri olduğu varsayımından çıkan, orijinali bir piyes olarak yazılmış oyunun film uyarlaması. James Dean ile yola çıkılan ancak onun ölümünden sonra Paul Newman'a devralan başrol ve onun azılı takipçisi Pat Garrett karakterleri çok köşeli yazılmış, zayıf bir westernin özelliklerine sahip bir film. Filmden çok sonra aslında çekilen resmin negatifinin ters olduğu ve aslında elemanın solak olmadığı anlaşılmış.

Aklımda kaldı; iki kankanın arasının hemen ardından bozulduğu düğün sahnesi ve oradaki 30 snlik resim çekimleri.

Sonuç; pek iyi değil

1 şubat gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0051849/