Arama

savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2010 Pazar

Hurt Locker

** The rush of battle is often a potent and lethal addiction, for war is a drug **

Konusu şöyle; Irak'ta görev yapan bomba imha ekibinin başçavuşu bir görevde ölünce yerine William James (Jeremy Renner) gelir. Daha ilk günden sanki ölmek istiyormuş gibi gözükara davranışları tüm ekibin hayatını tehlikeye atar.

Ne anladım; Kathryn Bigelow'u yıllar sonra yeniden ve daha da tepeye taşıyan film de açıkçası bende yarıştığı eski kocasının filmi ile aynı şekilde hiç heyecan uyandırmadı. Büyük kısmı bomba imha ekibinin birkaç değişik vakasından oluşan sahneler ile film aksiyona mesafeli duruyor. Çok doğru bulduğum bir yorumun özeti şöyle; onların ruh haline odaklanan bir hikaye olmasına rağmen saldıran değil aksine terörist yerlilerin yaptıklarını engellemeye çalışan, dolayısıyla orada bulunmalarını haklı göstermeye çalışan, üstüne de geri dönünce de rahat edemeyen tavrıyla bir propaganda filmine daha yakın görünüyor. Belki de sadece insan psikolojisi ile ilgili tespit yapıyordur ve savaş tutkunu bir adamın profilidir ama ben anlamadım değerini.

Aklımda kaldı; yatakhanede debelenme sahnesi. Afişte de yer alan bomba öbeğini ortaya çıkardığı sahne.

Sonuç; tırt

http://www.imdb.com/title/tt0887912/

2 ocak günü izledim

14 Kasım 2009 Cumartesi

Che : Part Two (2008)

**** Comandante ****

Konusu şöyle; Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) 1967 yılında Küba'lı küçük bir grup ile devrim yapmaya Bolivya'ya gelir. Bu kez devrimcilerin başında yer alacaktır ancak olaylar beklenen şekilde gelişmez.

Ne anladım; Soderbergh'in Che'yi anlattığı devasa filmin bu ikinci bölümü Bolivya'da başarıya ulaşamayan çabaları içeren yaşamının yaklaşık son bir yılını içeriyor. Başından sonuna bir yaşam hikayesi yerine Che'yi Che yapan iki efsanevi dönemi; Küba'da Castro ile tam bir devrim ve komünizmin uygulanmasına giden başarı ve Bolivya'da Amerikan destekli kontrgerilla tarafından katledilip efsaneye dönüşmesini derinlemesine ele alıyor. Küba'da halkla bütünleşen ve Fidel'in siyasal beyin olduğu hareketteki güçlerin olması gerektiği şekilde dağılması istenilen sonucu getirirken Ernesto'nun sonraki deneyiminde köylülerden gelmeyen bir isyanı dayatıyor konumuna gelen, bir yabancının başında olduğu bir harekete destek bulunamayan ve nihayetinde CIA'in gayet güçlü desteğiyle çılgın romantik derecesinde zayıf kalan hareket çözülmese de güçlenemeden eriyip gidiyor. Belki de önceki başarısı kendisine aşırı bir güven sağlıyor ve Guevara astım ilaçlarını yanına almayacak kadar zarar görmez biri olduğunu düşünüyor ve gene aynı sebeple imkansız bir savaşa balıklama dalıyor sonucu çıkarılabilir. Soderbergh gene sağlam görüntülerle izleyiciyi gerillalardan biriymişçesine olayların içerisine katıyor. Devrimcinin hayatının ve uzun dönüşümünün her önemli noktasını içermiyor senaryo (gençlik yılları, Castro ile tanışmadan önceki fikirleri, iki film arasındaki dönem gibi noktalara hiç değinilmiyor örneğin) ancak temiz bir çerçeve içerisinde önemli bir portre çiziyor.

Aklımda kaldı; atı bıçakladığı sahne. Son anlarındaki öznel çekim. Son sözler "Shoot. Do it. Shoot me, you coward! You are only killing a man. You will never kill my spirit, or the spirit of the revolution!"

Sonuç; iyi

14 kasım günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0374569/

16 Ekim 2009 Cuma

Che : Part One (2008)

**** Vatan yahut ölüm! ****


Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.


Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?


Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.


Sonuç; iyi


16 ekim sabahı izledim


http://www.imdb.com/title/tt0892255/

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duellists (1977)

**** Nothing cures a duellist ****

Konusu şöyle; Napolyon'un Fransa'nın başına geçtiği yılda subay D'Hubert (Keith Carradine) Feraud'u (Harvey Keitel) çağırmakla görevlendirilir. Bu sırada D'Hubert'in davranışını kendisine hakaret olarak algılayan Feraud subayı düelloya davet eder ve uzun yıllar boyunca sürecek bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Ridley Scott'un Alien'den önce çektiği ve ilk uzun metraj filmi olan bu kostümlü dönem filmi klasik bir drama değil. Düelloya ve meydan okumaya doyamayan, filmin büyük kısmında pek konuştuğuna tanık olmadığımız Feraud'un acaip hırsı ve tutkusu hayatını ölüm ve onur kavramlarıyla içiçe geçirmeye alışmış ve buna bağımlı bir canki görünümü çiziyor. Yanında bulunduğumuz D'Hubert ise bu düşmanı kendine edinen, arkasını dönüp kaçamayan ve sakınmak için elinden geleni yapan ama nihayetinde sürekli bu kötülükle karşı karşı gelmeye mecbur kalan bir adam. Bir Rus cephesinde karlar içinde, bir Fransa kırsalında çimler üzerinde çeşitli silahlarla birbirini öldürmeye çalışan ama oyunun kurallarını bozmayan bu iki adamın hikayesi hem senaryo hem de müthiş sinematografisi ile çok üst düzey bir ilk film. Tarzı ile bir Peter Greenaway filmini anımsatıyor.

Aklımda kaldı; en son kadrajda Feraud bir tepeden aşağıya bakar, inanılmaz bir görüntü.

Sonuç; izlemek lazım.

23 eylül günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0075968/

14 Eylül 2009 Pazartesi

Inglourious Basterds (2009)

***** I'm gonna give you a little somethin' you can't take off. *****


Konusu şöyle; İkinci dünya savaşının ortalarında Alman işgali altındaki Fransa'da Yahudi Avcısı Binbaşı Hans Landa (Christopher Waltz) genç bir kız olan Shosanna'nın ailesini katleder ama kızın kaçmasına izin verir. Savaşın sonlarına doğru ailesinden kendisine kalan sinemayı işleten Shosanna Alman ordusunun Hitler dahil neredeyse tüm üst düzey komutasına gösterim yapmak zorunda kalır. Bunu bir intikam fırsatına dönüştürürmeye çalışırken aynı gösterimde benzer bir saldırı düzenlemeye çalışan başkaları da vardır; Teğmen Aldo Raine'in (Brad Pitt) liderliğindeki nazi öldürme timi Inglorious Basterds.


Ne anladım; QT'nun onuncu filmi sayılabilecek bu vahşi batı (avrupa) filminin bir yerinde sinema sahibi Shosanna kendisine asılan askere ayar vermek için "Biz yönetmenlere önem veririz" diyor. Bir laf sokmanın ötesinde yazan yöneten ve filminin her noktasına hakim olan bir yaratıcı olarak sinema serüveninin başından beri bir auteur olmayı hedeflediğini açıkça ortaya koyan Tarantino filmin son karesinde Teğmen'in izleyicilere doğru söylediği gibi "en büyük eseri"ni ortaya koyuyor gibi. Şahsen Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction sonrası filmlerine genelde mesafeli bakan biri olarak sinemada o eski tadı sonuna kadar aldığım bir film oldu bu seferki. İnanılmaz oyuncu yönetimiyle Christopher Waltz'ın oyunu başta olmak üzere (oynamaya bayılırım diyip el çırpan çocuksu tavırlarından tekinsiz hallerine kadar müthiş) Brad Pitt gene "kopartıyor". Til Schweiger kendi yönettiği filminde çok karizmatik bir adamı canlandırmaya çalışırken zayıf kalmıştı, ama burada rolünü aslında nasıl yapması gerektiğini Tarantino göstermiş sanırım ona. Girişteki sahne elbette çok başarılı. Ama onun yanında klostrofobik bar sahnesi uzun süresine rağmen yağ gibi akıyor. Sinemadaki galanın girişinde aslında sıradan bir sahnenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceği görünüyor. Ben filmi Tarantinonun filmlerini sevme sıralamamda PT ile RD arasına ikinci sıraya koydum.


Aklımda kaldı; ekibin italyan hali en komik yeri. Ağız sulandıran tatlı yeme sahnesi. Yanan perdeden bulut gibi havada asılı kalan kızın görüntüsü. "German three". "Au Revoir Shosanna!" "Jew Bear" ve Hugo Stiglitz'in tanıtıldığı sahneler.


Sonuç; über alles.


12 eylül cumartesi günü izledim.


http://www.imdb.com/title/tt0361748/

19 Şubat 2009 Perşembe

Vals Im Bashir (2008)

***** Reconstruction *****

Konusu şöyle; yönetmen Ari sürekli gördüğü bir rüyasında 26 köpek tarafından kovalanmaktadır. Bu olayı anlattığı arkadaşı ile ondokuz yaşında Lübnan'daki askeri görevlerinde yaşadıklarını hatırlayamaması ile ilişkili olabileceğine karar verirler ve Ari o dönemden tanıdığı insanlarla konuşarak gerçeği hatırlamaya çalışır.

Ne anladım; İsrailli yönetmen Ari Folman'ın yazıp yönettiği animasyon belgesel kıvamında ancak asıl teması karakterinin psikolojik dünyasına izleyiciyi sokarak bir hesaplaşma sağlamak. 1982 yılında Lübnan'daki hristiyan falanjist gruplar filistinlilere büyük çaplı bir katliam uygular, çoluk çocuk katleder, aralarında İsrail ordusunun ve filmin başkahramanının da bulunduğu diğer ülke asker ve politikacıları da olayları eğlenceli bir film gibi izlerler. Hikaye bu duruma tanıklık eden ancak sonrasında yaşadığı travmanın etkisiyle anılarına ket vuran genç bir adamın yıllar sonra anılarını yeniden kurma çabalarına tanıklık etmemiz şeklinde anlatılıyor. Çizgilerle anlatılmasının iki sebebi var; birincisi sağladığı esneklik sayesinde konuşulanları, hayalleri, halüsinasyonları, duyguları anlatmaya getirdiği maliyet avantajı, diğeri ise anıları yeniden oluşturma kimyasını vermesi ve finaldeki kısa ama çok etkili gerçek belgesel görüntülerin vuruculuğunu kat be kat arttırması yani hikayeye yaptığı büyük katkı. Katliamlar dünyasından birçok olaya uyarlanabilecek hikayeyi anlatırken son dakikalara kadar isimlerin konulmaması genelgeçerliğine büyük katkıda bulunuyor.

Aklımda kaldı; gerçekten yaşamadıkları anıları kabullenen insanlar, hafızanın boşlukları doldurması hikayesi. Fast forward pornoda gizli istihbarat arayan subay "Davir, davir!"

Sonuç; gayet iyi

http://www.imdb.com/title/tt1185616/

31 Ocak 2009 Cumartesi

Valkyrie (2008)

*** Walküre ***

Konusu şöyle; Hitler'in hem Almanya'yı soktuğu durumdan hem de ordu içerisindeki yapılandırmasından hoşnut olmayan ciddi bir subay güruhu suikast planları düzenlerler ve hepsi başarısız olur. Bir çarpışmada tek gözü ve parmaklarının çoğunu kaybeden Albay Stauffenberg Hitler'in karargahı Kurt İni'ne bir bombayla girip Hitler'i yok etme ve olağanüstü durumlar için bekleyen yedek orduyu darbe için kullanma planını uygulamak için yetkilendirilir.

Ne anladım; hastası olduğumuz filmlerden Olağan Şüpheliler'in yönetmeni Bryan Singer ve yazarı Christopher McQuarrie'i bir araya getiren bir savaş draması. Her ne kadar erdemleri olsa da bir Ron Howard filminden beklenebilecek klişe ve manipülasyonları barındırması ile (ki hemen öncesinde ona ait Frost/Nixon'da bu önyargımı kıracak kadar değişik ve iyi bir iş çıkarmış) bu ekip için bir hayal kırıklığı. Herşeyden önce herşeyiyle Alman bir hikayenin Hollywood tarafından ve İngilizce çekilmesine itirazlarında haklılar, ancak Tom Cruise karakteri herşeyiyle başarıyla taşımış ve karşıt önyargılara bir dur demek lazım. Gene Stauffenberg'in çocukları ve karısıyla ilgili dramatik unsurların çok standart bir şablondan sürükle bırak ile senaryoya eklendiği hissi, filmin genelinde tüm o usta oyuncuların yer aldığı sahnelerdeki yapaylık hissi filmin havasını zedeliyor. Ancak Tom Wilkinson'ın Fromm karakterini ayrı tutmak lazım, o iyi bir iş çıkartmış. Bir de o dönemdeki tüm Almanlar kötü değildi savunması iyi hoş da sonuçta oy vererek seçimle bir manyağa politik güç sağlamanın o gün de mazereti olmamalı bugün de. Filmi izlemeye değer kılan noktalarına örnek ise; çok net bir kötü adam sunmaması. Evet Hitler çok güzel abartılabilecek bir canavar olarak kullanılabilirdi ancak film buna tenezzül etmiyor, Stauffenberg'i de idealize etmeden olayların merkezine yerleştirmeyi başarıyor. Özellikle Hitler'in patlamadan kurtulabilmesini sağlayan etkenleri de içeren eylem sahnelerinde ve sonrasında gerilimi iyi aktaran anlatı en çok da tarihin akışının bazen nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi ile akılda kalıyor. Kişisel hırsların yanısıra hava sıcak diye toplantı mekanı değiştirmek, yerdeki yamuk duran çantayı birkaç santim yana çekmek binlerce başka insanın yaşamına mal olabiliyormuş.

Aklımda kaldı; Stauffenberg'in patlama sonrasında kumun üzerinde yayılan kanı. Girişte Branagh'ın canlandırdığı General'in bombayı önce içeri sonra dışarı çıkartma çabası. Eddie Izzard iletişim subayı rolünde. Goebbels'in ağzında kapsül elde telefonla yedek ordu subayını içeren sahnesi.

Sonuç; izlenir.

31 ocak cumartesi.

http://www.imdb.com/title/tt0985699/

15 Aralık 2008 Pazartesi

Pentagon Wars (1998)

*** I'll buy the army a new goddamn door ***

Konusu şöyle; Binbaşı James Burton (Cary Elwes) ordunun ürettiği silahların testlerini izlemesi için atandığı Pentagon'da General Partridge (Kelsey Grammer) tarafından bir an önce prototipten üretime geçmesini istediği Bradley cihazının testine verilir. Test görünüşte başarılı geçmesine rağment Burton yine de şüphelenir. Aynı zamanda cihazın tasarımında çalışmış bir subaydan da gizlice uyarı mesajları gelmeye başlar.

Ne anladım; oyuncu olarak daha çok bildiğimiz Richard Benjamin'den televizyon için çekilmiş bir kara komedi. Açılan soruşturmanın tanık sandalyesindeki General'in anlatımıyla askerleri taşımak için tasarlanmış hafif silahlı bir aracın önce komitelerde tanka dönüştürülüp hantal, işlevsiz ve güvenliksiz bir demir yığını haline getirilmesini, ardında da senatonun baskısı karşısında beceriksizliklerini gizleyen subayların başarısız görünmemek ve terfilerinden olmamak için bunların içine girecek insanların hayatlarını hiçe saydığı bir döngünün hikayesini izliyoruz. Nihayetinde yapılmaya çalışılan alet bir savaş makinası ve ölüme hizmet edecek. Bu konuya girmiyor film ama sonuçta savaşa hizmet için yaratılmış bir düzeni katlanarak şişiren ve "çok gizli" iş bilmezliklerle bezeli bir sistem olarak siyaset ordu ilişkisine sağlam söylemlerle saldırıyor. Grammer general rolünde son derece iyi, Scrubs'un Cox'u John McGinley de yardımcı rollerden birinde var. İki baş oyuncusu ve afişine bakarak sulu zırtlak bir film beklerken ortalamanın üzerinde bir siyasi/askeri taşlama buldum, memnun oldum.

Aklımda kaldı; koyunlu test. Tankı vurmak için tepesine vinç inşa edilmesi gereken silah. Aracın yirmi yıllık geliştirme döngüsü. Dahili yazışmanın yanıtlanırken herkese dağıtılabilmesi kural açığını yakalaması.

Sonuç; beğendim.

14 aralık pazar

http://www.imdb.com/title/tt0144550/

11 Aralık 2008 Perşembe

Redacted (2007)

**** Savaş karşıtı olmak bir filmi iyi yapmaya tek başına yeter mi? ****

Konusu şöyle; Irak'ta bir kontrol noktasında görevli askerlerin açtığı ateş sonucu hamile bir kadın ve bebeği ölürler. Bunu takip eden başka bir çatışmada da bir asker öldürülür. İpini koparmış askerlerden ikisinin önderliğindeki bir grup sürekli gördükleri bir kızın evini basar, kıza tecavüz eder ailesini öldürür ve evi ateşe verir.

Ne anladım; Brian DePalma daha önce Casualities Of War ile geçtiği yoldan bir daha yürüyor ama aynı yerlere farklı ayakkabılarla basıyor. Bu sefer konusu Irak'ın işgali ve bu sebeple orada bulunan birlikler. Buradaki tecavüz gerçek bir olay, gerisi DePalma'nın bütün bu olayı değişik medyalarla kurgulayarak yarı belgesel gibi anlatımı. Önce sinema okuluna gitmeyi hedefleyen (vietnam'da bulunmuş olan Oliver Stone'a bir gönderme mi) bir askerin kamerasından karakterlerini ve sıkıcı işlerini yanaklarından süzülen ter damlalarına kadar tanıyoruz. Sonra bu el kamerasından bir televizyon ekibinin dramatik belgesellerinden görüntüler giriyor. Arada arap youtube'undan, güvenlik kameralarına kadar türlü parçalarla bütüne varıyoruz. İyi arap karakterler yerleştirip yapmacık iyimserlik gösterilerine girmeyen gayet sinirli bir anlatı var ortada. Hollywood filmlerinden alıştığımız tek taraflılık bu sefer Amerika'lı askerler için geçerli, neredeyse tek bir iyi insan yok aralarında. Aralarından en iyisi çaresizce başını ellerinin arasına alıp ağlayıp sızlıyor ama pasif kalmanın dünyayı iyi bir yere çevirmeye faydası yok. Başlıktaki soru en büyük ikilem. Bir yanım "ya bu film tam olmamış" diyor, diğer yandan agresifliğini ve gerçekçiliğini de beğendim. Ama izlenmesi gereken bir film yapan yanı yönetmenin anlatım yöntemi konusunda kendisine koyduğu kısıtlamalar çerçevesinde ulaştığı başarı olabilir.

Aklımda kaldı; askerlerin nöbetlerindeki durağan görüntüleri. Akrebi götüren kırmızı karıncalar. Görüntülü telefonla konuşan askerin kaçırılması. En önemli mesajı daha büyük cezayı konuya daha uzak görünen karakterlerin çekmesi.

Sonuç; sıkı film

10 aralık gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0937237/

11 Kasım 2008 Salı

Stop-Loss (2008)

** Askerliği yananlar **

Konusu şöyle; Çavuş Brandon (Ryan Philippe) ve bir grup arkadaşı Irak'taki görevlerini tamamlar ve memleketleri Teksas'a dönerler. Ancak orduya yeterince başvuru olmadığından terhisinin durdurulduğunu ve tekrar Irak'a gönderileceğini öğrenir.

Ne anladım; Boys Don't Cry'ın yönetmeni Kimberly Peirce'ın uzun bir aradan sonra çektiği film gene safkan Amerikalılarla ilgili. Irak'taki politikalar üzerine birşeyler söylemeye çalışan hikaye öncelikle konu aldığı etkafa amerikan gençleri ile sıkıntı veriyor, karakterler ile bağ kurmak gerçekten güç. Öte yandan gerçekten oralara kadar gidip de savaşacak kadar cahil adam ne düşünür, nasıl bir ortamdan gelir sorusunun cevabını görmek mümkün.

Aklımda kaldı; girişteki baskın sahnesi.

Sonuç; MTV logosunu görünce kaçıcan

10 kasım ptesi gecesi

http://www.imdb.com/title/tt0489281/

15 Eylül 2008 Pazartesi

Mongol (2007)

*** Mongol kral ***

Konusu şöyle; kargaşanın hakim olduğu Moğol topraklarında bir lidere dönüşen ve zamanla dünyanın yarısını fetheden Cengiz Han'ın kölelikle geçen ilk gençlik yılları ve karakterini oluşturan dramatik olayları gösteren bir biyografi.

Ne anladım; Sergei Bodrov'un çektiği, sanırım sonuçta bir üçleme olacak bir başlangıç filmi. Yabancı film dalında Kazakistan'ın Oscar adayı olması ile ilgiyi çeken çalışma tarihe güçlü ve zalim bir lider olarak geçen bir figürün doğuşunu anlatıyor. Uzun yıllar köle yaşamı süren Cengiz Han'ın o dönemde dağınık küçük birlikler halinde bulunan Moğol güçlerini birleştirip tek ve büyük bir orduya dönüştürmenin çözüm olduğunu görmesi ve bunu karizması ile uygulaması hikayenin çatısı (ve aslında tamamı) Görsel olarak güzel bir gri tonları çalışması ve çekilen bölgeyi güzel kullanımı ile izleyici etkilemesine rağmen senaryo çok varyasyon içermiyor. En dramatik olayın birinin kaçırılması sonra kurtarılması olması ve bu olay dizisinin birden fazla kez kullanılması zamanı doldurmak için doldurma yapılmış hissi veriyor. Sonraki filmler çekilirse gene aynı olayı izlemek zorunda kalacağımdan endişe ederim.

Aklımda kaldı; elemanın karısını seçme töreni ve kriterleri. Camoka tiplemesi Han'dan daha iyi işlenmiş.

Sonuç; idare eder.

13 eylül cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0416044/

6 Temmuz 2008 Pazar

Zwartboek (2006)

**** Kara kaplı Mata Hari ****

Konusu şöyle; İkinci Dünya savaşının son yıllarında Hollanda'nın Naziler tarafından işgali ile Yahudiler de ülkelerinde sığıntı gibi yaşamaktadır. Ailesi katledilen Ellis De Vries (Carice Van Houten) direniş örgütüne katılır ve gestaponun güçlü bir yüzbaşısı olan Müntze (Sebastian Koch) ile yakın ilişkiye girer.

Ne anladım; çok hazetmediğim bir yönetmen olsa da Verhoeven'in en iyi filmi. Pek tanınmamış oyunculardan kurulu kadrosu ile kara film ve savaş /casusluk tarzında mükemmel bir karışım yaratmış. Mata Hari gibi bir kadın kahramanın merkezde yer aldığı hikaye sürükleyici bir anlatımla ilerliyor, polisiye dönüşler, beklenmedik ölümler ve yönetmenden beklenecek şekilde yoğun cinsellik ve şiddet kullanımıyla bezeniyor. Yapay bir yumuşaklığa kıyasla gerektiği şekilde kullanılan bu öğeler bence bu kez istismar olarak nitelenmeyecek bir uyum sağlıyor. İyi ve kötü arasında taraf tutmaya zorlamaması, nazilerden iyi adam çıkabileceği gibi direnişçilerden de bir hain çıkmasının şaşırtıcı olmaması izleyiciyi kalıplara sokmamak konusunda belki de ülkesinde film çekmesinin sağladığı bir avantajdır.

Aklımda kaldı; bok kazanı. Sudaki işkence sahnesinde hayalara gelen tekme. İnsülin çikolata ilişkisi.

Sonuç; gayet güzel

4 temmuz cuma günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0389557/

8 Haziran 2008 Pazar

In The Valley Of Elah (2007)

***** Davud ile Golyat'ın savaştıkları vadi *****

Konusu şöyle; asker emeklisi Hank Deerfield (Tommy Lee Jones) oğlunun bağlı olduğu birliğin Irak'tan döndüğü ancak oğlunun kaçak göründüğü haberini alır. Hank kaybolan oğlunun nerede olduğunu araştırmaya önce ordudaki yakın arkadaşlarından başlar. Polis ve askerlerin çok da doğru yöntemler kullanmadığı bu araştırma sırasında bazen onun da katılması ve iteklemesi gerekecektir.

Ne anladım; Paul Haggis şu ana kadar Crash, Million Dollar Baby ve Flags Of Our Fathers filmlerinde yönetmen veya senarist olarak ismini duyduğumuz bir sinemacı. Bu sefer Irak savaşını fonda kullanan bir hikayeye el atmış ve Courage Under Fire gibi yavaş yavaş çözümlenen bir askerin kaybolması öyküsünü anlatıyor. Ortadoğu'daki Amerikan varlığı ya da genel olarak savaşın insan üzerindeki yıkıcı tahribatı konularını ele alan bir filmde merkez üs olarak cephe yerine Amerika'yı almak çok kritik ve olgun bir karar. Jones ülkesine gönülden bağlı ve ordu yandaşı bir vatandaşın gözü olarak hikayenin ana karakterini çok inandırıcı bir şekilde canlandırıyor. Ülkelerinden uzağa giden genç askerlerin nasıl bir çılgınlığa atıldığı bu sefer Vietnam'dan daha farklı olduğu gibi etkilerin giderek nasıl kötüleştiğini göz önüne sermeye çalışıyor Haggis. Yan karakterleri de çok olgun çizilmiş hikayede özellikler Theron parlıyor.

Aklımda kaldı; ters bayrak. Sarandon'un oğlunun cesedinin camın arkasından gösterildiği sahnedeki oyunu (her ne kadar sahne çok gereksiz olsa da) şıktı (zaten başka pek bir sahnesi yoktu) Hank'in oğlana sapan hikayesini anlattığı sahne.

Sonuç; çok beğendim

7 haziran ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0478134/

29 Mart 2008 Cumartesi

Die Fälscher (2007)

*** Para kazanmak için resim yapmak iyi olabilir ama para yapmak daha kolay ***

Konusu şöyle; Nazi partisinin yükselişe geçtiği dönemde 1936'da Berlin'de nam salan kalpazan Salomon Sorowitsch sahte dolar basmaktan suçlanır ve yakalanır. Savaş sırasında Alman ordusunu finanse etmek ve düşman ekonomilerini batırmak için tezgahlanan, Bernhard operasyonu adı verilen, tüm zamanların en büyük kalpazanlık örgütünde önemli bir pozisyona getirilir. Soydaşları cehennemi yaşarken bu tezgahta yer alanlar için bir hayatta kalma umudu vardır.

Ne anladım; geçen seneden sonra bu senede bir Alman filmi (asıl ortak Avusturya) Oscar'da yabancı film ödülünü aldı. Hikaye gerçek bir örgütün ve karakterlerin hikayesi, ama hikayenin sahibi başroldeki yardımcı roldeki Adolf Burger isimli karakter. Esirler hayatta kalmayı mı yoksa Nazileri bir gün bile olsa geciktirmek yolunda kendilerini feda etmeyi mi tercih etmeli temeldeki sorgusu filmin. Burger karakteri idealizmi temsil ederken ana karakter herkesi idare etmeye ve hayatta tutmaya çalışıyor. Askerler her zamanki gibi pislik adamlar olarak tasvir edilirken en ilgi çekici karakter Herzog isimli, kendi gemisini yürümekten başka bir derdi olmayan üst düzey subay. Dönem filmlerinde serbest kamera kullanımı (elde) giderek standart halini alıyor.

Aklımda kaldı; ayakkabı birliği. Herzog'un ping-pong masasını ekibe hediye olarak getirdiği ve savaştan sonrası için yöneticiliğin çok ilgisini çektiğini söylediği sahne. Finalde kare asa rağmen yaptığı ve diğerleri suçluluğun dışavurumu sanırım.

Sonuç; güzel ama müthiş değil

29 mart cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0813547/

27 Ocak 2008 Pazar

The Kingdom (2007)

*** Hepsini öldüreceğiz ***

Konusu şöyle; Suudi Arabistan'da bir petrol şirketinin Amerikalı çalışanlarının yaşadığı minyatür Amerikan kasabasına bir saldırı düzenlenir. Olayda bir Amerikan ajanı da ölür ve olay yerini incelemeye dört kişilik bir ekip gelir. Yerel polis güçlerinin de olaya karışmış olmasından şüphelenilmektedir.

Ne anladım; kuyruğuna basılınca (gerçi basılmasa da) aklına esen ülkeye girip dağıtan, bir vatandaşı için tüm bir ortadoğu ülkesini yoketmeyi normal sayan zihniyet, bir dizi bombalama eylemi ile ciddi bir tehdit altına girer. Filmde bir ekibin kendi inisiyatifleri ile şartları zorlayarak, ülkenin minik bir temsili gücü olarak adaleti sağlama çabasını izliyoruz. Bu ekibin gittikleri ülke de karşılıklı çıkarları için ABD tarafından desteklenen bir krallık tarafından yönetilen Suudi Arabistan. Burada Amerikalılar bambaşka kuralların yaşandığı bir düzenle karşılaşıyorlar ki Amerikalılara ayrılan yaşam alanının dışına bile çıkmadan. Biraz insan yaşamına veril(mey)en değeri öğreniyorlar. Kadınların konumu, yetkililerin ilgisizliği, mutlak hakimiyet gibi konuların şark kültürüne has biçimlerinin gösteriminde çok da yanlış bir taraf görmedim. Ancak finalin bağlandığı; iki tarafın da çözüm için yaptıklarının aslında yeni nefret tohumlarını ektiğinin gösterildiği nokta en beğendiğim kısmı oldu.

Aklımda kaldı; filmin girişindeki mini tarih dersi çok şık.

Sonuç; iyi

26 ocak ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0431197/

21 Ocak 2008 Pazartesi

The Hunting Party (2007)

**** Bu hikayenin sadece en saçma kısımları gerçektir ****

Konusu şöyle; yıllarca birlikte çalışan savaş muhabirleri kameraman Duck (Terence Howard) ile muhabir Simon'ın (Richard Gere) Bosna'da izledikleri bir katliamın ardından Simon'ın canlı yayında kontrolünü kaybetmesi sonucunda yolları ayrılır. Birkaç yıl sonra Simon CIA ve Birleşmiş Milletler dahil hiç kimsenin bulamadığı bir Sırp savaş suçlusunun izini bulur ve Duck'ı kendisi ile birlikte haberi yapmaları için ikna eder.

Ne anladım; Matador'un yönetmeni bu sefer politik komedi denebilecek tarzda bir filme imza atmış. Yakın sularda seyreden No Man's Land'i anımsatan film biraz dağınık yapısıyla daha zayıf kaçıyor. Yalnız bir fars olduğunun en baştan altını çizen film başlığa koyduğum açılış cümlesiyle ciddi bir konuyu uzun bir fıkraymış gibi anlatacağını zaten bildiriyor. Bu yüzden bunu bir zayıflık olarak nitelemek güç. Netice itibarıyla ırkçı katiller ile hakim güçlerin arasındaki karanlık ilişkilerin bu adamların nerede olduklarını üç elinde hiç bir kaynak olmayan adam iki günde bulabilirken işi bu olan güvenlik güçlerinin yaklaşamaması gibi trajikomik sonuçlara yol açtığını anlatıyor.

Aklımda kaldı; sanırım boşnakça çalan "I Fought The Law". Bosna'daki gazeteye verilen ve yalnızca Amerikadan aranabilen bir telefon numarasının verildiği aranıyor ilanı.

Sonuç; beğendim

20 ocak pazar gecesi

http://www.imdb.com/title/tt0455782/

15 Aralık 2007 Cumartesi

Rescue Dawn (2006)

*** Laos'ta kamp ***

Konusu şöyle; Teğmen Dieter Dengler (Christian Bale) 1965 yılında Vietnam savaşının öncesinde Laos'da ilk gizli görev uçuşuna çıktığında düşürülür ve esir düşer.

Ne anladım; Herzog'un ne yapmaya çalıştığını anlamadım öncelikle. Sonuçta elde gerçek bir öyküden uyarlanmış bir adamın esir düşmesi ve o süreçte yaşadıkları var. Sonuçta adamın anılarından yararlanıldığı biliniyorsa finalde kurtulduğunu da söylemenin bir sakıncası yok. Ama örneğin bu adamın bütün bu serüven sonunda birliğine geri dönüp hiç bir değişim göstermemesi ve tüm hikayenin insanın mücadelesine dönüşmesi hoşuma gitmedi. Oyunculuklar gayet özverili, üç oyuncu da (Steve Zahn ve Jeremy Davies'i de katıyorum) rolleri için gene ciddi kilo vermişler, Bale solucanları ve yılanları susuz götürüyor ama sonuçta anlatılan pek bir şey yok.

Aklımda kaldı; girişteki müzik eşliğinde köy bombalama sahnesi. Oyuncuların yukarıda da bahsettiğim performansları.

Sonuç; hayalkırıklığı

14 aralık cuma gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0462504/trivia

10 Kasım 2007 Cumartesi

Atonement (2007)

**** Kefaret ****

Konusu şöyle; yazar olma heveslisi Briony, kardeşinin sevgilisini aslında işlemediği bir suçtan ötürü suçlayınca geri dönülemeyecek bir şekilde her üçünün de hayatı altüst olur.

Ne anladım; geçen sene Pride And Prejudice ile ilgi çeken Joe Wright gene bir roman uyarlaması yapmış. Yönetmenliğini ön plana çeken sahnelerle, örneğin aynı sahneyi iki kez bir yaşayanların bir Briony'nin gözünden izlediğimiz kısımlarla modern bir kurguyu benimsemesi değer katmış ve karakterlerin bakış açılarına odaklanarak eylemlerine dayanak sağlamış. Sadece yazarak kefaret ödenmiş olmuyor ve zararlar telafi edilmiyor ama anlatım itibarıyla çok keyifli bir film çıkmış.

Aklımda kaldı; müziğin bir parçası olarak kullanılan daktilo sesi ve tema müziği. Filmin ortasında yer alan sahildeki devasa sette beş dakikanın üzerinde süren etkileyici plan sekans.

Sonuç; güzel

10 kasım ctesi günü Tepe'de izledik Evren ve Serkan'la beraber.

http://www.imdb.com/title/tt0783233/

25 Temmuz 2007 Çarşamba

The Great Raid (2005)

** Er Ryan'ın yeniden çevrimi mi **

Konusu şöyle; 1942 yılında bir önceki senenin sonunda Pearl Harbor'un ardından Amerika İkinci Dünya Savaşına girmiştir. Truman önceliği Hitler'in yokedilmesine verince Filipinler'de çok sayıda Amerikan askeri esir olarak Japonların eline düşer. 3 yıl sonra savaşın sonuna doğru artık bu esirlerin kurtarılma zamanı gelmiştir, Rangerlardan oluşan bir bölük harekatı planlar ve uygulamaya çalışır.

Ne anladım; gene tek taraflı anlatılan bir askeri hikaye. Flags Of Our Fathers'la karşılaştıran yorumlar okudum ama bu film onunla aynı kulvarda değil. Bu film bir kurtarma operasyonunun olabildiğince dramatize edilmiş bir versiyonu. Zaten başlangıçtan ve adından filmin sonunda büyük bir baskın olacağını biliyoruz ve başarılı olacağını da tahmin etmek güç değil. Geri kalanı karakterlerin ilgi çekici olmasına ve nasıl işlendiğine bağlı ki bu film bu kısmı pek başaramıyor. Oyunculuklar da çok donuk.

Aklımda kaldı; Albay Mucci'nin baskına gidecek askerleri seçerken en önemli kriterin Ateist olmaması olduğunu söylediği sahneden itibaren ilgimi yitirdim. Ateist adam akıllıdır zaten, orduya girmemeye çalışır, girerse de böyle bir göreve gitmemeye çalışır.

Sonuç; Amerikalıları yaptıklarının haklı olduğu konusunda ikna etmeye çalışan bir saçmalık daha

25 temmuz çarşamba gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0326905/

14 Temmuz 2007 Cumartesi

300 (2006)

*** This will not be over quickly! You will not enjoy this! I am not your Queen! ***

Konusu şöyle; Pers kralı Xerxes kendisini tanrı kral ilan etmiş ve dünyanın hakimliğini istemektedir. Spartalılara kendi üstünlüğünü kabul edip önünde eğilmeleri isteğini bir elçi ile gönderir. Sparta kralı Leonidas reddeder, bunun üzerine milyonluk bir ordu üzerlerine gelmeye başlar. Leonidas'ın savaşa girmek için izin istemek zorunda olduğu ucubeler gizlice aldıkları rüşvet sayesinde kabul etmeyince 300 adam toplayıp dev orduyla savaşmak üzere yola çıkar.

Ne anladım; doğudan gelen büyük tehdite ülkeler birer birer boyun eğerken Leonidas önderliğinde Spartalıların verdiği savaş sonuçta batı dünyasının doğuya karşı verdiği özgürlük mücadelesinin ilham kaynağı oluyor. Hikayenin tamamen Spartalılar gözünden anlatılması bunun mazereti olabilir mi bilemiyorum ama bana da tamamen "bakın vahşi doğuluları ancak savaşarak durdurabiliriz" demeye getiren Bush çığırtkanı bir film gibi geldi. Sin City gibi görsellik açısından gene çok başarılı bir çizgiroman uyarlaması.

Aklımda kaldı; son jenerik animasyon şeklinde bir savaşı gösterirken bir yandan da mızrakların üzerinde isimler geçiyor. Savaş sahneleri başarılı.


Sonuç; izlemesi zevkli, mesajları gerzekçe bir savaş propagandası

14 temmuz gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0416449/