Arama

24 Mart 2009 Salı

Saw V (2008)

*** I want to play a game ***

Konusu şöyle; dördüncü filmin sonunda Jigsaw'un bulunduğu binada patlama olmuştur. Yangından kurtulan Detektif Hoffman (Costas Mandylor) ve Ajan Strahm (Scott Patterson) ikisi de paralel olarak olayı incelerler. Aynı zamanda beş kişiden oluşan bir grup kurban kendilerini bir tuzak odasında boyunlarından ölüm makinalarına bağlı bulurlar.

Ne anladım; her yıl bir devam filmi modeliyle devam eden ve daha birkaç sene daha anlaşmaları yapılmış olan serinin bu seneki hasadı. Daha önceki filmlerin bazılarında prodüksiyonda çalışan David Hackl tarafından yönetilmiş. Hikaye bir önceki filmde yarım kalan olayları tamamlıyor, dolayısıyla onunla beraber izlense daha rahat edilebilir. Öncekini tekrar izlemeden güç bela da olsa bir kısmını hatırlayıp anlamlandırmayı başarabildim ama belki bir kısmı da boşa gitmiştir. Poe'nun sarkaç'ından, Küp filminin karakter/odalar temalarından ödünç alınmış birçok öğe bulunabilecek olan filmde beklenen ölçüde gore sahne mevcut. Hem önceki filmleri bir zemine oturtacak hem gelecek için ucu açık bir biçimde bitecek hem de ilgiyi ayakta tutabilecek bir senaryo yazmak gibi bir işin altında başarıyla kalkıyor yazarlar. Özellikle beş kişilik ekipten her seferinde beklenmedik kişinin ekarte olması gibi noktalarda tahmin edici bir orijinallik sağlıyor. Sonuçta dördüncü filme kadar gelen birisi için bunu izlememek olmaz, şimdiye kadar bulaşmamış birisi için de başlangıç noktası burası değil.

Aklımda kaldı; sarkaçlı giriş sahnesi. Finaldeki kutu içerisindeki hızarlardan kolunu feda ederek kan akıtmayı gerektiren alet.

Sonuç; seviyom bu seriyi

22 mart pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1132626/

RocknRolla (2008)

*** Monsteroustickalotis ***

Konusu şöyle; Lenny Cole (Tom Wilkinson) Londra'da gayrimenkul piyasasında yasadışı işler yapan eski moda bir mafya patronudur. Rusya'nın zenginlerinden Uri için bir arsanın imar işini belediyedeki bir üst düzey memura şantaj yaparak halletmeye çalışır. Karşılıklı anlaşmalarında güven telkini için değerli bir resim geçici bir süreliğine el değiştirir. Para transferinde kullanılan One Two (Gerard Butler) Uri'nin muhasebecisi Stella (Thandie Newton) tarafından ayartılır ve para çalınır. Bu arada resim Lenny'nin uyuşturucu bağımlısı rock yıldızı üvey oğlu Johnny Quid'in (Toby Kebbell) eline geçer.

Ne anladım; Guy Ritchie iki filmlik aradan sonra asıl ününü sağlayan ilk filmlerindeki Londra'nın suç dünyasına geri dönüyor. Gene çok karakterli, bol yan hikayeli, tam maço mafyozo tiplerle dolu bir hikaye var burada. Ritchie'ye Londra'nın Scorcese'i diyenler var, bence hiç hakedilmeyen bir ünvan. İlk filminde müthiş bir keşif olarak görünen anlatım tarzı aradan geçen sürede iyice bayatlamış, zaten sığ karakterler üzerine kurulan çatı skeçler haline geliyor ki filmde de birçok hikaye sadece imalar yoluyla öksüz bırakılıyor. Evet herşeyi göstermek zorunda değil ama zaten burada herşeyin üzerinde ilerleyen bir derlitoplu öykü de olmayınca gereğinden de uzun, sıkıntı verici bir toplama haline gelen hikaye birkaç sahnesi dışında ilgiyi de pek toplayamıyor. Yönetmen için ciddi bir gerilemenin ardından hafif bir toparlama olarak nitelenebilecek bu deneme gösteriyor ki ya bu anlatım tarzını gene etkin olarak kullanabileceği başka bir tema bulmalı ya da artık erken emekli olmalı. Bir gangsterin hayran olduğu arkadaşının eşcinsel olduğunu öğrenmesi üzerine iyi bir espriymiş gibi yüklenmesi homofobinin pençesinde bir liseli olgunluğunu! gösteriyor. Kurgusu ve eğlencesi ile izlenebilir ama bekleneni pek veremiyor.

Aklımda kaldı; One Two'nun iki Rus gangster tarafından tren rayları üzerinde takip edildiği sahne. Heavymetal müzik grubunun paralel kurguda kullanıldığı sahne.

Sonuç; zorlama

21 mart ctesi günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1032755/

18 Mart 2009 Çarşamba

Seven Pounds (2008)

*** In seven days, God created the world. And in seven seconds, I shattered mine. ***

Konusu şöyle; Vergi Dairesi çalışanı Ben Thomas (Will Smith) elindeki yedi kişilik liste ile teker teker görüşür. Hepsinin ortak özelliği de kendilerini mutsuz eden bir sağlık ya da ailevi sorunları olmasıdır.

Ne anladım; kısa bir süre önce gene birlikte Pursuit Of Happyness'i çeken Will Smith, Gabriele Muccino ikilisi bir kez daha bir arada ve bu sefer drama dibine kadar batmaya karar vermişler. Karmaşık başlayan hikayede önce haşin bir vergi memuru olarak Ben'i izliyoruz, kör bir piyanisti telefonda felaket haşlıyor, bir huzurevindeki yöneticiyi dürüst olmamakla suçlayıp yargılıyor ve cezalandırıyor ama ne olduğunu anlayamadığımız bir planı var. En azından elinde bir liste var. Makinist ile Melekler Şehri'nin kırması gibi görünen bir ton taşıyan filmde melodram havasının ağır basması sıkıntı verecek düzeyde. Büyük gizem yüklenen hikayeyi çözmesi zor değil ve neler olacağı üç aşağı beş yukarı tahmin edilebiliyor ve ondan sonraki tek merak unsuru Ben ile Rosa arasındaki ilişkinin kaderi. Neyse ki iki oyuncu da bu hikayeyi izlenebilir kılıyor.

Aklımda kaldı; denizanaları. Kör piyanist Woody Harrelson'u telefonda aşağıladığı sahne.

Sonuç; idare eder.

15 mart günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0814314/

16 Mart 2009 Pazartesi

Ballad Of Cable Hogue (1970)

**** Butterfly mornings And wildflower afternoons ****

Konusu şöyle; çetesinin diğer iki üyesi tarafından çölün ortasında ölüme terkedilen Cable Hogue (Jason Robards) hayatını kurtarmak için yürüdüğü yolda bir su kaynağı bulur. Bu toprağı satın alan ve at arabaları için bir şehirlerarası konaklama yeri haline getiren Hogue'un aklında sadece o iki adamın bir gün geleceği ve intikamını alacağı vardır.

Ne anladım; Sam Peckinpah'ın filmi motorlu arabaların ortaya çıkmaya başladığı dönemin hemen öncesinde geçen bir güzelleme. Erkek filmlerinin yönetmeni bu filminde şiddetin dozunu düşürüyor ve lirik bir anlatımı tercih ediyor. Kısa sürede bir rahip ve fahişe ile dostluk kuran Hogue karakteri Jason Robards'ın en baba rolü oluyor. Yavaş yavaş zamanın geçersiz hale getirdiği bu ilginç karakterin kurduğu bu yakınlıklarla din ve cinsellik bağlamında da zenginleşen hikaye son kısmında herkesin şaşkınlıkla karşıladığı otomobillerin ortaya çıkışıyla modernleşmeye bağlamında da yaşamını sorguluyor. Abartılı ve yapay bir film hissi vererek başlayan ancak sonlarına doğru daha derin anlamlara ulaşan, yönetmenin incelikli bir çalışması. Richard Gillis imzalı akustik parçalar, özellikle "Wait For Me Sunrise" ve "Butterfly Mornings" filme kişilik katıyor.

Aklımda kaldı; yılanları adamların bulunduğu çukura attığı sahne. İki dönümlük toprağı aldığı sahne.

Sonuç; güzel

14 mart cumartesi


Rocker (2008)

** A lot of elevators play Celine Dion - that doesn't make it right **

Konusu şöyle; ismini kendi bulduğu gelecek vaadeden heavy metal grubu Vesuvius'un davulcusu olan Fish grup bir anlaşma yapmak üzereyken arkadaşları tarafından gruptan atılır. Yirmi yıl sonrasında grup bir efsane haline gelmiştir ve Fish çağrı merkezinde masa başı işinde göbek büyütmektedir. Yeğeninin mezuniyet partisinde çalacak olan gruplarının da bir davulcuya ihtiyacı vardır.

Ne anladım; Full Monty ile bildiğimiz Peter Cattaneo'nun yönettiği film son yıllarda Jack Black'ten aşina olduğumuz kadayıf rockçıları konu alan hikayeleri model alıyor. School Of Rock'a çok benzeyen çatısı ile o filmi bir kez daha izliyormuş, ya da aynı karakterin başka bir macerasını, bir dizinin başka bir bölümünü izliyormuş hissi veriyor. Düşme kalkma esprilerinden masabaşı işte çalışan asi ruhun yaratacağı komik durumlara kadar çeşitli mizah şekillerine değinen film de neredeyse her düğüm çok yumuşak bir şekilde çözülüp gidiyor. Müzikler de çok akılda kalacak gibi değil. Sonuçta suya sabuna dokunmayan eğlenceli ama pek akılda kalacak sahnesi de olmayan bir komedi olarak hafızadan siliniyor.

Aklımda kaldı; youtube'da çıplak davulcu.

Sonuç; zayıf

14 mart cumartesi izledim


12 Mart 2009 Perşembe

Milk (2008)

***** I'm Harvey Milk and i want to recruit you *****

Konusu şöyle; 1970'lerde kırk yaşından sonra içinde bulunduğu eşcinsel toplumunun haklarını koruyabilmenin tek yolu olarak gördüğü politikada güç kazanmak amacıyla ilk seçilmiş açık eşcinsel olmaya çalışan Harvey Milk'in politik serüveni.

Ne anladım; hayatını uzun bir süre eşcinselliğini gizleyerek devam ettiren, sonra o ana kadar gurur duyabileceği birşey yapmamış olduğunu farkedip hayıflanan, aynı yaşam biçimini seçtiği insanlar ve kendisi için fark yaratabileceğine karar verip bu yolda inatla ilerleyen Harvey Milk'in hikayesi Gus Van Sant'ın uzun yıllardır üzerinde uğraştığı bir projeymiş. Senaryo bu yolculuğun biraz öncesinden alıyor ve gelişimiyle, ilişkileriyle bir adamın başarı hikayesini anlatıyor. Ancak daha önce izlediğimiz aşırı dramatize edilmiş süperkahraman hikayesine dönüştürülmüş benzerlerine kıyasla ana karakterini idealize etmeyerek bir mesafe koymayı başarıyor. Sean Penn'in tüm kırılganlığını, hayalciliğini ve hoppalığını metot oyunculuğunun nimetlerinden faydalanarak yansıttığı adam, çok sevdiğimiz doğru olduğuna inandığı yolda ilerleyen ve kişisel zafere ulaşan birinin hikayesini netlikle temsil ediyor. Nefret ve yansıtılan şiddet yaşamın her alanında mücadele edilmesi gereken alanlar yaratıyor. Zenciler, kadınlar, eşcinseller, azınlıklar, her biri kendi varlıklarını korumak ve mantıksız gerekçelerini dine, inanca, güce dayandıran güçlü sınıflara karşı savaş vermek zorunda kalmış ve kalacak. Ancak bunlardan birinin çözümlenmesi genel bir toplumsal barışı sağlamıyor ne yazık ki. Her grubun kendi kahramanlarını ve yöntemlerini kendi durumlarının özeline göre yaratması gerekiyor. Oliver Stone'un Talk Radio'su ile çatı olarak benzerlikler gösteren, onu sevene bunu, bunu sevene onu tavsiye edebileceğim bir güzellik.

Aklımda kaldı; sabun kutusu. Megafonla çıkıp kalabalığı yatıştırmak için "You're angry! I'm angry too!" şeklinde hitab ettiği sahne. Finaldeki onbinlerin mumlu yürüyüşü.

Sonuç; gayet iyi

11 mart çarşamba gecesi izledik.

http://www.imdb.com/title/tt1013753/

10 Mart 2009 Salı

Revolutionary Road (2008)

***** You want to play house you got to have a job. You want to play nice house, very sweet house, you got to have a job you don't like. *****

Konusu şöyle; çocuklarının olması ile birlikte taşrada bir evde yaşayan Wheeler çifti gençliklerindeki hayallerini rafa kaldırmış ve boş yaşamlar sürmektedirler. Frank (Leonardo DiCaprio) bu durumu kabullenmiş ve boyun eğmiş gibi görünürken April (Kate Winslet) kocasına işi bırakıp Paris'e taşınmalarını, kendisinin çevirmenlik yaparak geçimlerini sağlayabileceğini ve bu sırada Frank'in hayatta ne yapmak istediğine karar vermek için bolca vakti olabileceği bir değişiklik teklif eder.

Ne anladım; American Beauty'nin yönetmeni Sam Mendes aradan birkaç film geçtikten sonra bıçakları daha bir bilenmiş olarak aynı bölgeye dönüyor. Hours'u anımsatan havası ile karamsar bir film. Toplum tarafından dayatılan evlen, ev satın al, çocuk yap ve yaşamını bu döngüyü ayakta tutmak için gerekecek parayı kazanmak için nefret ettiğin bir işte çalışarak tüketerek harca kıskacının cicili bicili adı olan Amerikan Rüyasını daha da acımasızca deşiyor bu sefer Mendes. Emlakçının akıl hastası olduğu gerekçesiyle hastanede tutulan ve elektrikle beyni kızartılarak şeytan çıkartır gibi kurtarılmaya çalışılan yeğeni John Givings bu çiftin ne yapmaya çalıştığını anlayan tek kişi. En yakın dostları Campbell'ların çiftin tasarılarını anlattıklarında hortlak görmüş gibi çarpılmaları, ya da Frank'in işteki arkadaşlarına tasarılarını anlatırken "neden işten ayrılmadan hayallerini gerçekleştirmiyorsun" gibi dangalak sorularıyla problemi kalbinden yakalıyor. "Çünkü bir gökdelenin onbeşinci katında hayallerini gerçekleştirmen mümkün değil". Sistemin bu seyrek karşılaşılan cesur harekete yanıtı ise daha yüksek bir maaş ve daha cilalı bir kariyer teklifi ile prangaları biraz daha büyütmek oluyor. Erkeğin zaten kendi ateşlemeye yüreğinin yetmediği bu ataktan vazgeçmesi kolay olurken kadının çaresizlik ve umutsuzluk içerisinde debelenmesi sadece bataklığa tamamen gömülmesine sebep oluyor. Givings'in analizleri filmin en gerilimli ve keyifli anlarını yaratırken her iki oyuncu da çok sağlam karakterler yaratmış ve sağlam kavgalar çıkartmış olarak görevlerini yapıyorlar.

Aklımda kaldı; en vurucu cümle Givings'den "I'm glad I'm not gonna be that kid" Sabah işe giden Frank'in girdiği takım elbiseli adam seli.

Sonuç; mükemmel

7 mart ctesi günü izledik. Capitol'de

http://www.imdb.com/title/tt0959337/

Gran Torino (2008)

**** Get off my lawn! ****

Konusu şöyle; Kore gazisi aksi ihtiyar Walt Kowalski (Clint Eastwood) karısını kaybeder ve yalnız yaşamaya başlar. Oğullarıyla hiç bir zaman yakınlaşamamış olan yaşlı adamın içinde bulunduğu mahalle de azınlıkların yerleştiği bir yer halini almıştır ve Meksikalı ve uzakdoğulu bu nüfus içerisinde artık Walt bir yabancı gibi kalmıştır. Dünyanın aldığı bu hale karşı da öfke dolu olan adamın komşuları bir kavga sırasında bahçesine dalınca tüfeğini kapıp komşusunun oğluna saldıran serserileri kovalar.

Ne anladım; Clint babanın kendisini de belki son kez yönettiği vasiyet gibi bir film. Henry Fonda'nın son filmi On Golden Pond ile ilişkisini hissettiren bir yakınlık var burada. Gençliğinde yaşadığı bazı travmalarında etkisiyle kendisiyle ve yaşamla bir türlü barışamamış bir adamın son günlerinde farklılıklara ve değişime de ikna olmasının ve bir iç huzur sağlamasının hikayesi. Yan oyuncuların büyük bir filme pek yakışmayan zayıflıkları zaten perdede sürekli Clint babayı izlemek istediğimiz için gözardı edilebilir. Bir kriminal olay oluyor, bu seneki diğer filmi Changeling'de zaten bu durumda güvenlik güçlerine başvuran insanın ne yaşadığını göstermişti Eastwood. Onun için bu gereksiz formaliteyi pas geçen adamımız kendi güvenliğini kendi sağlamayı tercih ediyor. Komşularının hiç Amerikan olmayan bambaşka kültürlerine şüphe ile baksa da içlerine girmekten ve denemekten çekinmeyen bir karakter olması ise en azından o noktada klişelere saplanmaması ile filme gereksiz gerilimler katmıyor. Bu sefer kendi küçük hikayesini anlatırken birden fazla ana temaya girişmeyip derli toplu bir şekilde hallediyor, son jenerikte de kendi seslendirdiği tema şarkısıyla veda eden film zihnimizde tekrar oynamaya başlıyor.

Aklımda kaldı; Thao'nun berberde eğitildiği sahne.

Sonuç; çok iyi.

7 mart 2009 ctesi günü izledik.

http://www.imdb.com/title/tt1205489/