Arama

tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2009 Çarşamba

The Duchess (2008)

*** There were three people in her marriage ***


Konusu şöyle; 18. yüzyılda İngiltere'de yaşayan Georgiana (Keira Knightley) henüz onaltı yaşında annesi tarafından Devonshire Dükü (Ralph Fiennes) ile evlendirilir. Dük'ün tek beklentisi kızın soyunu devam ettirmek için kendisine bir erkek evlat doğurmasıdır. Zamanının politik olayları ile de yakında ilgilenen Düşes kız çocuk doğurdukça dükün ile zaten çok zayıf olan ilişkisi de bozulur, hatta dükün kendisine sırdaş olan Bess (Hayley Foster) ile birlikte yatmaya başlamasıyla en yakın arkadaşını da kaybeder.


Ne anladım; Saul Dibb tarafından yönetilen bu kostümlü drama bilindik klasik tarzdan gerçekçi yapısıyla biraz ayrılıyor. Entrikalar üzerine kurulu, daha çok siyasi oyunların çekişmeleri tetiklediği bu dünyaya Dangerous Liasons ya da Tudors tarzı bir yaklaşım burada da gördüğümüz, tabi adı geçenlerden dolayı yepyeni bir tarz değil karşımızdaki ama klasik tonunda olarak nitelendirmemizi engelliyor bu durum. Romantik rollerin adamı olarak bildiğimiz Ralph Fiennes'ın hayvani bir tarz ile canlandırdığı Dük filmin tonunu belirleyen adam. Karısını sadece çocuk doğuran dişi konumuna indirgeyen, tek kelime bile etmeden adeta erkek çocuk takıntısını gerçekleştirmek için yaşayan adamı gayet sakin ve korkutucu bir performansla canlandırıyor. Kendi evinde ve yaşamında "mobbing" tarzı tacize uğrayan düşes gayet şatafatlı bir yaşamın içerisindeki duygusal zavallılığı ile acıtıyor. Aradığı sevgiyi bulmak için başkası ile yatan kocasından kaçmasına rağmen çocuklarını bir daha görememek ile tehdit edilip evine döndüğü ve boyun eğmek zorunda kaldığı bölüm en dramatik yoğunluğa sahip olan kısmı filmin, karakterin de Prenses Diana ile özdeşleştirilmesinin sebebi sanırım.


Aklımda kaldı; Dük'ün yemek masasındaki halleri.


Sonuç; iyi


12 temmuz pazar günü izledik


http://www.imdb.com/title/tt0864761/

14 Haziran 2009 Pazar

Devrim Arabaları (2008)

**** Türkiye'de hiç bir başarı cezasız kalmaz ****

Konusu şöyle; 1961 yılında Cemal Gürsel'in emriyle yerli üretim bir otomobil yapmak üzere Türk mühendis ve ustalardan bir grup çalışmaya başlar. Maddi imkansızlıkların yanında halkın destekten çok kaynakların harcanmaması için itirazları, siyasetçilerinde ayakoyunları işi iyice zorlaştırır.

Ne anladım; Tolga Örnek'in Türk yakın tarihinin önemli anlarından biri üzerine belgesel dışına ilk kez çıktığı dramatik çalışması. Öncelikle kalabalık oyuncu ekibinin mütevazılık dolu herkesin gereken yerde durduğu iyi takım oyunu temiz bir hikaye izlememizi sağlıyor. Yönetmen bu ilginç olayın en akla sığmaz sorusunu yanıtlamayı seçmiş. "Bir araba yapılmış, çalışıyor. Altı üstü benzini bitmiş, koyarsın gene çalışır. Başarısızlık bunun neresinde?" Bu büyük haksızlığı temizlemeye çalışan film ikna etmese de anlaşılır bir sonuca varmayı başarıyor ki bu da büyük ölçüde başlıktaki cümleye denk düşüyor. Zayıf olduğu nokta ise dramatizasyon çabalarının bazı sonuca ulaşmayan sahnelerle temposuz kalması. Karakterlere derinlik kazandırması gereken aile hikayeleri birkaç klişeye yaslanıp işlevsiz kalıyor. Yapmayı hedeflediği geniş kitleler tarafından izlenebilecek filmi başaran nitelikli bir sonuç çıkıyor ama acaba bu ülkede bunu alacak bir izleyici varmı, bundan emin değilim.

Aklımda kaldı; "Ben senin bildiğin kadarını unuttum" repliği. Finalde otomobil ile gerçeküstü bir uzağa gidiş gerçekleştiren karakter.

Sonuç; gayet iyi



13 haziran cumartesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1282139/

19 Şubat 2009 Perşembe

Vals Im Bashir (2008)

***** Reconstruction *****

Konusu şöyle; yönetmen Ari sürekli gördüğü bir rüyasında 26 köpek tarafından kovalanmaktadır. Bu olayı anlattığı arkadaşı ile ondokuz yaşında Lübnan'daki askeri görevlerinde yaşadıklarını hatırlayamaması ile ilişkili olabileceğine karar verirler ve Ari o dönemden tanıdığı insanlarla konuşarak gerçeği hatırlamaya çalışır.

Ne anladım; İsrailli yönetmen Ari Folman'ın yazıp yönettiği animasyon belgesel kıvamında ancak asıl teması karakterinin psikolojik dünyasına izleyiciyi sokarak bir hesaplaşma sağlamak. 1982 yılında Lübnan'daki hristiyan falanjist gruplar filistinlilere büyük çaplı bir katliam uygular, çoluk çocuk katleder, aralarında İsrail ordusunun ve filmin başkahramanının da bulunduğu diğer ülke asker ve politikacıları da olayları eğlenceli bir film gibi izlerler. Hikaye bu duruma tanıklık eden ancak sonrasında yaşadığı travmanın etkisiyle anılarına ket vuran genç bir adamın yıllar sonra anılarını yeniden kurma çabalarına tanıklık etmemiz şeklinde anlatılıyor. Çizgilerle anlatılmasının iki sebebi var; birincisi sağladığı esneklik sayesinde konuşulanları, hayalleri, halüsinasyonları, duyguları anlatmaya getirdiği maliyet avantajı, diğeri ise anıları yeniden oluşturma kimyasını vermesi ve finaldeki kısa ama çok etkili gerçek belgesel görüntülerin vuruculuğunu kat be kat arttırması yani hikayeye yaptığı büyük katkı. Katliamlar dünyasından birçok olaya uyarlanabilecek hikayeyi anlatırken son dakikalara kadar isimlerin konulmaması genelgeçerliğine büyük katkıda bulunuyor.

Aklımda kaldı; gerçekten yaşamadıkları anıları kabullenen insanlar, hafızanın boşlukları doldurması hikayesi. Fast forward pornoda gizli istihbarat arayan subay "Davir, davir!"

Sonuç; gayet iyi

http://www.imdb.com/title/tt1185616/

31 Ocak 2009 Cumartesi

Valkyrie (2008)

*** Walküre ***

Konusu şöyle; Hitler'in hem Almanya'yı soktuğu durumdan hem de ordu içerisindeki yapılandırmasından hoşnut olmayan ciddi bir subay güruhu suikast planları düzenlerler ve hepsi başarısız olur. Bir çarpışmada tek gözü ve parmaklarının çoğunu kaybeden Albay Stauffenberg Hitler'in karargahı Kurt İni'ne bir bombayla girip Hitler'i yok etme ve olağanüstü durumlar için bekleyen yedek orduyu darbe için kullanma planını uygulamak için yetkilendirilir.

Ne anladım; hastası olduğumuz filmlerden Olağan Şüpheliler'in yönetmeni Bryan Singer ve yazarı Christopher McQuarrie'i bir araya getiren bir savaş draması. Her ne kadar erdemleri olsa da bir Ron Howard filminden beklenebilecek klişe ve manipülasyonları barındırması ile (ki hemen öncesinde ona ait Frost/Nixon'da bu önyargımı kıracak kadar değişik ve iyi bir iş çıkarmış) bu ekip için bir hayal kırıklığı. Herşeyden önce herşeyiyle Alman bir hikayenin Hollywood tarafından ve İngilizce çekilmesine itirazlarında haklılar, ancak Tom Cruise karakteri herşeyiyle başarıyla taşımış ve karşıt önyargılara bir dur demek lazım. Gene Stauffenberg'in çocukları ve karısıyla ilgili dramatik unsurların çok standart bir şablondan sürükle bırak ile senaryoya eklendiği hissi, filmin genelinde tüm o usta oyuncuların yer aldığı sahnelerdeki yapaylık hissi filmin havasını zedeliyor. Ancak Tom Wilkinson'ın Fromm karakterini ayrı tutmak lazım, o iyi bir iş çıkartmış. Bir de o dönemdeki tüm Almanlar kötü değildi savunması iyi hoş da sonuçta oy vererek seçimle bir manyağa politik güç sağlamanın o gün de mazereti olmamalı bugün de. Filmi izlemeye değer kılan noktalarına örnek ise; çok net bir kötü adam sunmaması. Evet Hitler çok güzel abartılabilecek bir canavar olarak kullanılabilirdi ancak film buna tenezzül etmiyor, Stauffenberg'i de idealize etmeden olayların merkezine yerleştirmeyi başarıyor. Özellikle Hitler'in patlamadan kurtulabilmesini sağlayan etkenleri de içeren eylem sahnelerinde ve sonrasında gerilimi iyi aktaran anlatı en çok da tarihin akışının bazen nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi ile akılda kalıyor. Kişisel hırsların yanısıra hava sıcak diye toplantı mekanı değiştirmek, yerdeki yamuk duran çantayı birkaç santim yana çekmek binlerce başka insanın yaşamına mal olabiliyormuş.

Aklımda kaldı; Stauffenberg'in patlama sonrasında kumun üzerinde yayılan kanı. Girişte Branagh'ın canlandırdığı General'in bombayı önce içeri sonra dışarı çıkartma çabası. Eddie Izzard iletişim subayı rolünde. Goebbels'in ağzında kapsül elde telefonla yedek ordu subayını içeren sahnesi.

Sonuç; izlenir.

31 ocak cumartesi.

http://www.imdb.com/title/tt0985699/

Frost/Nixon (2008)

***** I'm saying that when the President does it, that means it's *not* illegal! *****

Konusu şöyle; 1974 yılında patlayan Watergate skandalı sonrasında Amerikan Başkanlığından istifa etmek zorunda kalan kurt politikacı Nixon (Frank Langella) bir nevi inzivaya çekilir. Üç yıl sonrasında televizyonun sansasyonel ancak tamamen magazine sırtını dayamış ünlü sunucusu Frost (Michael Sheen) asıl sahne olarak gördüğü Amerikan basınına girebilmek için ciddi bir rating bombası olarak Nixon ile bir dizi röportaj yapmanın peşine düşer. Nixon için ise bu gösteri rahatlıkla kendini aklayıp yeniden politika sahnesine dönüşün bileti olacaktır.

Ne anladım; Queen'de izlediğimiz aktör Michael Sheen ve senarist Peter Morgan aynı görevlerle gene bir yakın dönem politik dramasını canlandırıyorlar. Baş suçlunun yargı önüne çıkarılamaması ile Amerikan toplumunun hesaplaşmasını medya yoluyla sağlamak gibi bir görevi üstlenen bir televizyon tartışması onbir raundluk bir boks maçına hazırlık, maçın kendisi ve son yumruklar şeklinde bir çatı çerçevesinde yazılmış. Ron Howard gibi bir türlü ısınamadığım bir yönetmenin elinden çıkan bu başyapıtın dinamik yapısı iki oturan adamın muhabbeti gibi sıkıntı verebilecek bir konuyu soluksuz izletiyor. Langella müthiş bir portre çizerken senaryonun yardımıyla da sürekli konuşup laf ebeliği yapan, tam kaydın başlayacağı anda bir cümleyi zıpkın gibi saplayıp rakibini abandone eden, muhafazakar ve önyargılı yaşlı bir kurt politikacıyı zihinlere kazıyor. Buna karşılık Sheen neredeyse azı dişlerini göstererek gülümseyen, politikayla çok alakası olmasa da televizyon için doğmuş olduğuna ikna ettiği Frost kişiliğini çok güzel taşıyarak dengeyi kuruyor. E filmde bir de Kevin Bacon var, daha ne olsun?

Aklımda kaldı; Nixon'ın sonrasında bir anını bile hatırlamadığı son röportaj öncesinde gece yaptığı arama. İtalyan ayakkabılar. Nixon'ın parayı duyunca dikilen kulakları. İtirafın yakın çekimi.

Sonuç; leziz

31 ocak cumartesi nautilus de izledik. Diğerlerinden tecrit edilmiş 6 no.lu salonda az sayıda aklıselim sahibi sinema izleyicisiyle.

http://www.imdb.com/title/tt0870111/

8 Aralık 2008 Pazartesi

10.000 B.C. (2008)

** 10.000 olsa ne olur 100.000 olsa ne olur **

Konusu şöyle; zamanında babası kaçtığı için kabilesi tarafından hor görülen D'leh (Steven Strait) genç bir erkek olduğunda sevdiği kız Evolet (Camilla Belle) uğruna gene de liderlik yarışına girer. Yarışı hakkıyla kazanmadığı için feragat eder ama daha vahşi bir grup topluluğa saldırıp kızı kaçırınca ekibini toplayıp onu kurtarmak için yollara düşer.

Ne anladım; Roland Emmerich'in en iyi filmi. Tabi adam sinema sanatındaki deniz seviyesini temsil ettiği için beklentileri sıradan bir filme göre bile hayli düşük tutmak lazım. Ama açıkçası hikayede kullanılan cesur trüklere pek takılmadım hatta sonuna kadar izlememi sağladılar, dur bakalım daha ne çıkacak diye. Kolaya kaçılmış kısımlar; filmde herkes İngilizce konuşuyor, bunun anadili İngilizce olmayan kimseyi rahatsız etmesine gerek yok ki zaten ben de rahatsız olmadım. Hem mesela Türkçe konuşsalar ne olacak ki, Apolcalypto'da herkes farklı homurduyordu da birşey mi değişti. Zaten hikayenin öğeleri dış sesle ve bol bol konuşularak veriliyorsa o noktadan sonra bu eleştirilecek bir konu değil. Mamutlarla piramitlerin zamandaş olmamalarından ötürü anakronizm yapıldığı ve hatalar olduğu eleştirileri de fazlaca doğrucu bir bakış. Evet insan izlerken kendinden şüphe ediyor, ileride bir tartışmada da bu filmi referans göstererek iddia edebilir ve kendimi salak yerine koyabilirim ama sonuçta zalimliği temsil eden bir ortam lazım, yazanın da aklına tuvalette bu gelmiş ağzından çıktıktan sonra da değiştirememiş, hoşgörmek lazım. Gerisi de zaten sık kullanılanların tepesindeki şablonu senaryo programında açıp isimleri değiştirmeye kalmış. Yalnız efekt programının son versiyonunu indirmeye üşenmişler.

Aklımda kaldı; birbirinden anlamsız boyutlarıyla dev kaplan ve orantısız mamutlar. Kürk giymiş balo kral ve kraliçesi görünümleriyle iki ana karakter. Diğer kabileden adamların konuşması üzerine "Dilimizi nerden biliyorsunuz?" şeklindeki kopartan şaşkınlık nidası.

Sonuç; ne diyim ki?

8 aralık pazartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0443649/

11 Kasım 2008 Salı

Mustafa (2008)

**** Mustafa hakkında çok şey ****

Konusu şöyle; doğumundan ölümüne düşünceleri ve özel yaşamıyla Atatürk.

Ne anladım; Can Dündar büyük bir devlet adamının yaşamını anlatmaya girişmiş ve 2 saatlik bir sürede tüm yaşamını anlatacak şekilde vizyonunu geniş tutmuş, anlatmayı hedeflediği de bu akılalmaz dönüşümün ve zaferin mimarı nasıl bir ortamdan gelmiştir, nasıl bir hayat yaşamıştır, aşk ve özel hayatı nasıldır soruları ile ruhsal profilini çizmek olmuş. Tabularla çerçevelenmiş, üzerinde düşünülmesi ve sorgulanması kanunlarla yasaklanmış bir ulu simge olarak dayatılan bir askeri ve siyasal lideri izleyicinin daha içselleştirmesini ve kendiliğinden de sevebilmesine yardımcı olabilecek bir çalışma. Sorunlu noktaları ise anlatımın Can Dündar'ın etkileyici olmaktan uzak ve monoton ses tonu ile dış sese mahkum olması ve çoğu kısmında birer cümleyle hızla geçilen olaylar, çoğu konunun nedenlerinin fazla açıklanmaması da kafada çok soru işareti oluşturmuş, bu noktalarda yorum yapmadan durumu aktarmış. Bir belgesel için doğrusu belki de bu ama konu hassas olunca tepkilerin de sebebi oluyor. Örneğin Ata'nın son yıllarında her tür devlet işlerinden el çektirilmiş pasif bir emekli haline geldiği gösterilmiş, Atatürk yaşasaydı böyle olmazdı diyenler için ne hayal kırıklığı. Bir belgesel ya da sinema filmi olarak büyük bir başarı olmasa da ele aldığı konuya bir bakış koyabilmesi olumlu. Her söylediğine katılmaya gerek yok, daha çok okuyup araştırmak ve kişisel fikrini oluşturmak lazım.

Aklımda kaldı; İnönü ile mecliste küsüp kağıtla haberleştikleri sahnede bu nedir dedim. Girişteki kardeşinin başına üşüşen leş yiyiciler gibi animasyona yaklaşan fantastik canlandırmaları da beğendim.

Sonuç; izlenir üzerine düşünülür.

9 kasım pazar günü Rexx de izledik. Sineplex olmuş koca sinema, yazıktır.

http://beyazperde.mynet.com/film/4389

15 Eylül 2008 Pazartesi

Mongol (2007)

*** Mongol kral ***

Konusu şöyle; kargaşanın hakim olduğu Moğol topraklarında bir lidere dönüşen ve zamanla dünyanın yarısını fetheden Cengiz Han'ın kölelikle geçen ilk gençlik yılları ve karakterini oluşturan dramatik olayları gösteren bir biyografi.

Ne anladım; Sergei Bodrov'un çektiği, sanırım sonuçta bir üçleme olacak bir başlangıç filmi. Yabancı film dalında Kazakistan'ın Oscar adayı olması ile ilgiyi çeken çalışma tarihe güçlü ve zalim bir lider olarak geçen bir figürün doğuşunu anlatıyor. Uzun yıllar köle yaşamı süren Cengiz Han'ın o dönemde dağınık küçük birlikler halinde bulunan Moğol güçlerini birleştirip tek ve büyük bir orduya dönüştürmenin çözüm olduğunu görmesi ve bunu karizması ile uygulaması hikayenin çatısı (ve aslında tamamı) Görsel olarak güzel bir gri tonları çalışması ve çekilen bölgeyi güzel kullanımı ile izleyici etkilemesine rağmen senaryo çok varyasyon içermiyor. En dramatik olayın birinin kaçırılması sonra kurtarılması olması ve bu olay dizisinin birden fazla kez kullanılması zamanı doldurmak için doldurma yapılmış hissi veriyor. Sonraki filmler çekilirse gene aynı olayı izlemek zorunda kalacağımdan endişe ederim.

Aklımda kaldı; elemanın karısını seçme töreni ve kriterleri. Camoka tiplemesi Han'dan daha iyi işlenmiş.

Sonuç; idare eder.

13 eylül cumartesi

http://www.imdb.com/title/tt0416044/

7 Temmuz 2008 Pazartesi

The Other Boleyn Girl (2008)

*** Sex and the kingdom ***

Konusu şöyle; kızların ailelerine gelecek sağlamak için alınıp satıldığı bir devirde, karısı kendisine erkek çocuk veremeyene kral Henry VIII (Eric Bana) Boleyn ailesinin büyük kızı Anna (Natalie Portman) ile tanıştırılır. Ancak kral dikbaşlı Anna yerine henüz evlenen kardeşi Mary(Scarlett Johansson)'i gözüne kestirir.

Ne anladım; İngiltere tarihinden Tudors isimli diziye de konu olan İngiltere kralı 8. Henry'nin aşk, seks ve üreme hayatından kesitler, Philippa Gregory'nin romanından Peter Morgan'ın senaryosu ve Justin Chadwick'in yönetiminde uyarlanmış. Kralın sarayına bir şekilde girmeyi kafasına koyan anne babanın kızlarını krala pazarlamaya çalışmalarından çıkan hikaye, amcanın aileyi sonunda mahveden hırsı, kızların arasındaki çekişmeler ilgiyle izletiyor hikayeyi. Bir kaç dramatik unsuru beğenmedim; Anna'nın Fransa'da birkaç ay geçirdikten sonra çok değiştiğini söyleyip kralın yeniden ilgilenmeye başlaması, hiç bir şey değişmemişti ki kızda; Mary artık kraliyet ailesiyle hiç ilgisi olmamasına rağmen bir hışımla saraya dalıp krala dik dik bakarak tafra yapabiliyor vs.. Eric Bana hiç beklemediğim kadar ilginç bir şekilde kralın durumunu izleyiciye geçirebilen başarılı bir oyun çıkartmış.

Aklımda kaldı; İngiliz kilisesinin katolik kiliseden ayrılması ve kuruluş öyküsünün hayli dramatize edilmiş olsa da 8. Henry'nin libidosundan kaynaklandığı. Finaldeki idam sahnesi.

Sonuç; Elizabeth: Golden Age'den daha çok beğendim

6 temmuz pazar günü izledik. Hemi de projeksiyonla

http://www.imdb.com/title/tt0467200/

3 Şubat 2008 Pazar

Elizabeth : The Golden Age (2007)

*** Altın çağa doğru ***

Konusu şöyle; protestan kraliçe Elizabeth'in İngiltere'si Katolik İspanyollar tarafından tehdit edilmektedir. Kraliyete bir varis de sağlayabilecek olan ve hapiste tutulan kuzen Mary Stuart'da bir darbe ile tahta gelmenin hesapları içerisindedir. Bu arada Elizabeth bir kaşif olan Sir Walter Raleigh'e ilgi duyar.

Ne anladım; 10 yıl önce kraliçenin tahta çıkışı konu alan ilk film ile ciddi bir başarı kazanan Shekhar Kapur gene Cate Blanchett'i ikna etmiş ve ikinci filmi yapmış. Bu sefer kraliçenin yaşadığı en ciddi darboğazı konu alıyor, aynı zamanda da özel hayatı için de çok ciddi bir dönemeçten geçiyor. Ancak senaryo zayıflığından dolayı pek tempoyu tutturamıyor film. Mary Stuart'ın idam edilmesine kadar gayet iyi devam eden hikaye filmin bu sahne ile ortasına ulaşmasından sonra sapıtıyor. Hem çok anlamlandıramadığımız bir aldatma hikayesi geliyor hem de su altında bir atın yüzüşünü yavaş çekim izlediğimiz birkaç gemi savaşı sahnesi ile temsil edilen geniş planlı, sözsüz ve maalesef anlamsız sahneler silsilesine dönüyor film. Evet kostümler ve dönem çok şık ama dış mekana çıkılan sahneler çok zayıf kalıyor ve izleyiciyi kopartıyor filmden.

Aklımda kaldı; mesela orduyu gaza getirmek için konuştuğu sahne çok zayıf. İngilizlerin o savaştan kurtulması ve İspanyolların başına gelen de tamamen tesadüf (yoksa tanrı var ve İngilizlerin yanında anlamını mı çıkarmalıyız) Beyaz renklerin hakim olduğu suikast sahnesi hiç fena değildi. Girişte katolikleri "sadece düşüncelerinden dolayı suçlamam, gerçekten suç işlerlerse tepelerine binerim" söylemi.

Sonuç; fena değil

3 şubat pazar günü evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0414055/

1 Kasım 2007 Perşembe

A Mighty Heart (2007)

*** Koyun gibi kesmişler adamı ***

Konusu şöyle; 11 eylülün hemen ardından Pakistan'a giden gazeteci çift Daniel ve Mariane Pearl çalışmalarını bitirip dönmek üzeredir. Son günlerinde Daniel önemli bir şeyh ile görüşme yapmak üzere evden çıkar ve bir daha dönmez.

Ne anladım; kafası kesilerek ibret olsun diye öldürülen gazetecinin karısının olayla ilgili anılarını topladığı kitabından uyarlanan film kaçırılma olayı ve arama çalışmalarına odaklanıyor. Sonu bilinen ve kötü biten bir hikayeyi anlatıyor. Mariane Pearl'ün hem olayla başa çıkmak hem de o sırada hamile olduğu çocuğuna bir belge bırakmak için yazdığını söylediği hikayede Angelina Jolie her zamankinin aksine gayet ölçülü bir oyun oynuyor, fena değil. Filmin sorunu yukarıda bahsettiğim amaçla yapılmış olmasına rağmen büyük bölümünün bir aksiyon gibi kurulmuş olması. Ortadoğudaki yabancı gazeteciler ajan olarak görülür, burada da fazla ileri gidilip masum bir batılı hunharca katledilmiştir gibi bir sonuç çıkardım filmden ki basit geldi. Herşey olup bittikten sonra son on dakikalık süre içerisinde hikayenin odağı kayıyor ve filmi iyice zayıflatıyor. Winterbottom daha iyisini yapabilirdi.

Aklımda kaldı; elbette olay dehşet verici, filmde gönderilen propaganda filmi gösterilemiyor. Büyük kısmı yapılan eylemlerden bahseden, Pearl'ün itirafı gibi düzenlenen sonrasında da kurbanlık gibi kesilmesi ve kellenin görüntüleri eşliğinde arapça yazılardan oluşan kaset batının korkularını tetikleyen ve besleyen etkenlerden.

Sonuç; fena değil.

1 Kasım 2007 perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0829459/

5 Ağustos 2007 Pazar

The Sign Of The Cross (1932)

**** İncilden hikayeler ****

Konusu şöyle; M.Ö. 64 yılı. Hristiyanlık yayılmaya çalışıyor ve her yerde büyük baskılarla karşılaşıyor. Roma'yı yakmasının ardından İmparator Neron yangının suçunu da hristiyanlara atıp büyük bir insan avı başlatır. Kraliçenin göz koyduğu önemli askerlerden Marcus'da tesadüfen karşılaştığı Mercia'ya aşık olup onu korumaya çalışır.

Ne anladım; o dönemlerin dev prodüksiyonlarının ardındaki isim olan Cecil B. DeMille'in İncili baz alan filmlerinden biri. On Emir bu filmlerin en bilineni. Laughton ilk sahnede çıkıyor ve Neron'u canlandırdığına dair hiç bir şüpheye düşmeden tahmin yürütebiliyoruz. Claudette Colbert ve Frederic March da dönemin yıldız oyuncuları. Filmin ilk yarısında Marcus'un kıza yaklaşma çabalarını izliyoruz. İkinci yarısında ise görkemli bir arena kısmı var ki çoğunluğu burada geçiyor. O dönemleri konu alan filmlerde olması gerektiği gibi ciddi bir vahşet gösterisi var. İnsan yiyen timsahlar, kafa ezen filler, aç aslanlara atılan çocuklar, gırtlaklara saplanan oklar gibi gore denebilecek sahneler bile var (o zamanlar sansüre takılmış ancak yenilenen versiyonda tekrar eklenmiş bu sahneler). Oscar'a aday olmuş.

Aklımda kaldı; arena sahneleri çok başarılı. Tribünleri dolaşan vinç kameralar bile kullanılmış. Süt banyosu sahneleri. Orgy sahnesinde Ancaria'nın tahrik dansı da kötülüğüyle akılda kalacak bir sahne.

Sonuç; DeMille'i tanımak için

4 ağustos günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0023470/

14 Temmuz 2007 Cumartesi

300 (2006)

*** This will not be over quickly! You will not enjoy this! I am not your Queen! ***

Konusu şöyle; Pers kralı Xerxes kendisini tanrı kral ilan etmiş ve dünyanın hakimliğini istemektedir. Spartalılara kendi üstünlüğünü kabul edip önünde eğilmeleri isteğini bir elçi ile gönderir. Sparta kralı Leonidas reddeder, bunun üzerine milyonluk bir ordu üzerlerine gelmeye başlar. Leonidas'ın savaşa girmek için izin istemek zorunda olduğu ucubeler gizlice aldıkları rüşvet sayesinde kabul etmeyince 300 adam toplayıp dev orduyla savaşmak üzere yola çıkar.

Ne anladım; doğudan gelen büyük tehdite ülkeler birer birer boyun eğerken Leonidas önderliğinde Spartalıların verdiği savaş sonuçta batı dünyasının doğuya karşı verdiği özgürlük mücadelesinin ilham kaynağı oluyor. Hikayenin tamamen Spartalılar gözünden anlatılması bunun mazereti olabilir mi bilemiyorum ama bana da tamamen "bakın vahşi doğuluları ancak savaşarak durdurabiliriz" demeye getiren Bush çığırtkanı bir film gibi geldi. Sin City gibi görsellik açısından gene çok başarılı bir çizgiroman uyarlaması.

Aklımda kaldı; son jenerik animasyon şeklinde bir savaşı gösterirken bir yandan da mızrakların üzerinde isimler geçiyor. Savaş sahneleri başarılı.


Sonuç; izlemesi zevkli, mesajları gerzekçe bir savaş propagandası

14 temmuz gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0416449/