Arama

27 Ocak 2008 Pazar

Milyang (2007)

**** Gizli günışığı ****

Konusu şöyle; kocasının ölümünden sonra oğlunu da alıp kocasının doğduğu şehire taşınan Sin-ae burada yaşamını kurmaya çalışırken başka bir trajik olay yaşar.

Ne anladım; daha önce Oasis'i yazıp yöneten Chang-dong Lee'den gene başarılı bir drama. Bir trajedi ile yaşamı altüst olan, onu atlatmaya çalışırken bir darbe daha alan bir ailenin ve merkezde kadının içine kapanma, dine yönelmek ve delilik duraklarına uğrayan hikayesinde tüm yükün üzerine yıkıldığı kadın oyuncu (Do-yeon Jeon) altından iyi kalkıyor. Zaten Cannes'da kadın oyuncu ödülünü de almış. Gwoemul / Host 'dan tanıdığımız sarsak abi burada da pek kaypak bir adamı oynuyor. Tesadüfen tanıştığı kadına musallat olan, peşinden pek ikna olmasa da birşeylere katılmış olmak için köktendincilerin toplantılarına kadınla beraber gidip sonrasında da öylesine devam eden ilginç bir tipleme.

Aklımda kaldı; cesedin bulunduğu geniş plato çekimi.

Sonuç; iyi

27 ocak pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0817225/

A fost sau n-a fost? (2006)

*** Devrim oldu mu olmadı mı? ***

Konusu şöyle; 1989'da Çavuşesku iktidarının noel arifesinde, 22 aralık 12:08 itibarıyla bir devrimle indirilmesinin üzerinden 16 yıl geçmiştir.Yıldönümü münasebetiyle bir televizyon programcısı yayın yaptığı küçük kasabanın meydanında o tarihte neler olduğunu ortaya koyan bir tartışma programı hazırlar.

Ne anladım; önce üç ana karakteri tanıyıp, filmin ikinci yarısında da bunların katıldığı tv programını izliyoruz. Uçan kuşa borcu olan, alkolik öğretmen ve bir emekli esnaf olan iki sıradan vatandaş konuğu ile programı yapmaya çalışan sunucudan ibaret bir kadro, devrim halktan mı çıktı yoksa halka rağmen mi yapıldı konusundaki görüşleri ortaya koyuyor. Bir sonuca ulaşmaktan çok sonrasında insanların yaşamını nasıl etkilediğine ve o olaya nasıl baktıkları üzerine bir not defteri.

Aklımda kaldı; osmanlı tarihi olarak başlayıp öğrencilerin bildiği tek konu olan Fransız ihtilaline dönüşen sınav eğitim sisteminin küçük bir portresi. Stüdyoda çalan mini orkestra.

Sonuç; çok birşey beklemeden eğlenceli

27 ocak pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0809407/

The Kingdom (2007)

*** Hepsini öldüreceğiz ***

Konusu şöyle; Suudi Arabistan'da bir petrol şirketinin Amerikalı çalışanlarının yaşadığı minyatür Amerikan kasabasına bir saldırı düzenlenir. Olayda bir Amerikan ajanı da ölür ve olay yerini incelemeye dört kişilik bir ekip gelir. Yerel polis güçlerinin de olaya karışmış olmasından şüphelenilmektedir.

Ne anladım; kuyruğuna basılınca (gerçi basılmasa da) aklına esen ülkeye girip dağıtan, bir vatandaşı için tüm bir ortadoğu ülkesini yoketmeyi normal sayan zihniyet, bir dizi bombalama eylemi ile ciddi bir tehdit altına girer. Filmde bir ekibin kendi inisiyatifleri ile şartları zorlayarak, ülkenin minik bir temsili gücü olarak adaleti sağlama çabasını izliyoruz. Bu ekibin gittikleri ülke de karşılıklı çıkarları için ABD tarafından desteklenen bir krallık tarafından yönetilen Suudi Arabistan. Burada Amerikalılar bambaşka kuralların yaşandığı bir düzenle karşılaşıyorlar ki Amerikalılara ayrılan yaşam alanının dışına bile çıkmadan. Biraz insan yaşamına veril(mey)en değeri öğreniyorlar. Kadınların konumu, yetkililerin ilgisizliği, mutlak hakimiyet gibi konuların şark kültürüne has biçimlerinin gösteriminde çok da yanlış bir taraf görmedim. Ancak finalin bağlandığı; iki tarafın da çözüm için yaptıklarının aslında yeni nefret tohumlarını ektiğinin gösterildiği nokta en beğendiğim kısmı oldu.

Aklımda kaldı; filmin girişindeki mini tarih dersi çok şık.

Sonuç; iyi

26 ocak ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0431197/

25 Ocak 2008 Cuma

10 Items Or Less (2006)

** Kısa süresine rağmen sıkıcı olabiliyor **

Konusu şöyle; dört yıldır film çevirmeyen ünlü aktör (Morgan Freeman) kendisine teklif edilen rol için araştırma yapmaya küçük bir süpermarkete gider. Burada sıradışı bir kasiyerle (Paz Vega) tanışır.

Ne anladım; Moonlight Mile ile tanınan, Lemony Snicket fantastik hikayesiyle değişik bir tarzı deneyen Brad Silberling önceki filmine yakın bağımsız ve küçük bir hikayeye geri dönüyor. Gene içinde bulunduğu hayattan uzaklaşıp yeni şeyler keşfeden bir adamın yanında dolanan kamera bu sefer işi insanları gözlemlemek olan, kendi sarayından halkın arasına inen bir kral edasında olsa da çok canayakın bir aktörü alıyor merkeze. Freeman bu rolde iyi olsa da karşısındaki Paz Vega pek uymuyor. Karşısındaki karakter bir kasiyerlikten daha fazlasını yapabilecek bir kişi ve iş görüşmesine gitmek üzere. Hayatında sevdiği ve sevmediği 10 veya daha az şey listeleri çıkarıp bir nevi muhasebeye dökmeye çalışıyorlar. Yaşlı aktör görmüş geçirmiş bir mentor olarak yola yeni çıkan kıza bir rota vermeye çalışıyor. Küçük ve moral verici baptan yapılmış bir film.

Aklımda kaldı; Freeman'ın market ahalisiyle ve neredeyse karşılaştığı herkesle bir iletişime girmesi, rafları dizen adamın arkasından yavaş çekim yürümesi, araba yıkayıcılarla dans etmesi. Danny Devito Cheers dizisindeki Rhea Perlman ile evliymiş bu arada bilmiyordum. Yolda arabayla ikisini görüyolar, kadın "dur şunun karısını arıyım hemen" diye celalleniyor.

Sonuç; çok anlamlı gelmedi

24 ocak perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0499603/

21 Ocak 2008 Pazartesi

The Hunting Party (2007)

**** Bu hikayenin sadece en saçma kısımları gerçektir ****

Konusu şöyle; yıllarca birlikte çalışan savaş muhabirleri kameraman Duck (Terence Howard) ile muhabir Simon'ın (Richard Gere) Bosna'da izledikleri bir katliamın ardından Simon'ın canlı yayında kontrolünü kaybetmesi sonucunda yolları ayrılır. Birkaç yıl sonra Simon CIA ve Birleşmiş Milletler dahil hiç kimsenin bulamadığı bir Sırp savaş suçlusunun izini bulur ve Duck'ı kendisi ile birlikte haberi yapmaları için ikna eder.

Ne anladım; Matador'un yönetmeni bu sefer politik komedi denebilecek tarzda bir filme imza atmış. Yakın sularda seyreden No Man's Land'i anımsatan film biraz dağınık yapısıyla daha zayıf kaçıyor. Yalnız bir fars olduğunun en baştan altını çizen film başlığa koyduğum açılış cümlesiyle ciddi bir konuyu uzun bir fıkraymış gibi anlatacağını zaten bildiriyor. Bu yüzden bunu bir zayıflık olarak nitelemek güç. Netice itibarıyla ırkçı katiller ile hakim güçlerin arasındaki karanlık ilişkilerin bu adamların nerede olduklarını üç elinde hiç bir kaynak olmayan adam iki günde bulabilirken işi bu olan güvenlik güçlerinin yaklaşamaması gibi trajikomik sonuçlara yol açtığını anlatıyor.

Aklımda kaldı; sanırım boşnakça çalan "I Fought The Law". Bosna'daki gazeteye verilen ve yalnızca Amerikadan aranabilen bir telefon numarasının verildiği aranıyor ilanı.

Sonuç; beğendim

20 ocak pazar gecesi

http://www.imdb.com/title/tt0455782/

Eastern Promises (2007)

***** I am driver. I go left, I go right, I go straight ahead - that's it *****

Konusu şöyle; bir kadın hastanede doğum yapar ve ardından ölür. Hastanede ebelik yapan Anna bebeğe bakabilecek bir aile bulabileceği düşüncesiyle kızdan kalan Rusça günlüğü göçmen amcasına çevirtir. Hikaye başka bir Rus göçmeni güçlü mafya ailesine ve onların şoförüne bağlanır.

Ne anladım; Cronenberg klasik sayılabilecek tarzda bir hikayeyi kendine özgü yöntemlerle anlatıyor. Baba rolünde Semyon, oğul rolünde Vincent Cassel gayet iyi seçimler, filmi taşıyan Nikolai rolünde Viggo Mortensen role tam oturmuş. Zaten filmin ağırlığı bu Nikolai karakteri üzerinde, onun aile ile, Anna ile olan mesafeli ilişkileri, soğuk karakteri, örneğin amcayı öldürmekle görevlendirilip peşinde gördüğümüz ama sonrasında işi nasıl hallettiğini görmediğimiz sahne gibi karakteri hep bir perdenin arkasında gizliyor. Buradaki tüm hikaye aslında mafya aksiyonu ile geçen bir filmin geri dönüşle gösterilen hikayesi olabilirdi, ama bence başı sonu olan ve finaldeki bebeği kurtarma sahnesi dışında gayet iyi bir tempo ile izlenen bir film çıkmış.

Aklımda kaldı; çok bahsedilen hamamda cıbıl dövüş sahnesi. Film bir adam boğazlama sahnesi ile açılıyor. Dövmeler.

Sonuç; mükemmel

http://www.imdb.com/title/tt0765443/

Once (2006)

***** Broken Hearted Hoover Fixer Sucker Guy *****

Konusu şöyle; adam annesinin ölümünün ardından babasına yardım etmek için Londra'dan Dublin'e dönmüş, eski sevgilisini unutamayan ve ona şarkılar yazan, yarı zamanlı babasının elektrikli süpürge tamirhanesinde çalışan yarı zamanlı sokak şarkıcılığı yapan biridir. Kız Çek Cumhuriyetinden Dublin'e gelmiş, müzik eğitimi almış, çiçek satan ve kızına bakarak ayakta kalmaya çalışan biridir. Müzik sayesinde tanışırlar.

Ne anladım; ne sıklıkla doğru insanı bulursunuz cümlesini taşıyan ve ismiyle cevaplayan film modern bir müzikal olarak nitelendiriliyor. Glen Hansard ve Marketa Irglova isimli iki müzisyenin yeteneklerini sergiledikleri filmi Hansard'ın eskiden aynı grupta çaldığı John Carney yazıp yönetmiş ve Carney'den otobiyografik öğeler taşıyor (eski kız arkadaş görüntüleri Carney'in kız arkadaşına aitmiş) Film bir müzikal ama ana karakterlerin müzisyen olması ile filmin içine yedirilmiş bu durum, yani durup dururken şarkılar söyleyen insanlar görmüyoruz, yeri geldiği için söylenmiş parçalar var. İki oyuncu da başka oyunculuk denemeleri yapmayı düşünmediklerini ve müziğe yöneleceklerini açıklamışlar.

Aklımda kaldı; müzik mağazasında ilk beraber çaldıkları parça. Kayıt ettikleri parça. Otobüsün arka koltuğundaki sahne. Girişin ardından gece sokakta ilk çaldığı parça, kameranın yolun karşısından sabit durup parçanın sonuna doğru hareketlenerek yaklaştığı. Kızın dükkandan pil alıp yolda yürürken parçayı söylediği sahne. Kısacası tüm parçalar.

Sonuç; mükemmel

20 ocak pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0907657/

American Gangster (2007)

**** My Man ****

Konusu şöyle; Frank Lucas (Denzel Washington) şöförlükten gelip uyuşturucu dünyasının en tepesine sessiz sedasız çıkan bir barondur. Özel hayatı allak bullak, karısından boşanmış, çocuğun velayetini almak için davalara koşturan, dürüstlüğünden dolayı çalışma arkadaşları tarafından da dışlanmış, avukat olmak için eğitimini sürdürürken bir yandan da polis olarak işini yapmaya çalışan Richie Roberts (Russell Crowe) uyuşturucu kaçakçılığını araştıran bir birime alınır.

Ne anladım; biri suç diğeri kanun dünyasında iki karakteri paralel olarak anlatan hikaye iki güçlü oyuncu ve Ridley Scott gibi bir yönetmene sahip. Russell Crowe'un karakteri daha bir tanıdık geliyor, Serpico'da bu adamı tanımıştık gibi. Denzel Washington'un mafya babası ise değişik bir adam. Mafya patronunun şoförlüğünü yapmış uzun zaman, adam da bütün bildiklerini buna öğretmiş. Güvenilir adamlarla çevrelenmek istediğinden tüm ailesini, kardeş kuzen yanına topluyor. Asla gösterişe kapılmamaya çalışarak arka planda kalıyor, kimse de bir zencinin İtalyan mafyasının da üstüne çıkabileceğine ihtimal vermiyor. Godfather, Blow, Carlito's Way filmlerinin izinden giden filmin en ayrıksı yanı finali. Biraz hafifsiklet bir gangster portresi olarak çizilen Lucas iki ana karakterin karşılaştıkları Heat'i anımsatan kurgusunda, finalde büyük bir silahlı çatışma yerine masabaşı diplomasisine yöneliyor, bir fincan kahveyi itip çekerek satranç piyonu gibi kullanıyor. Filmden en akılda kalan karakter Josh Brolin'in canlandırdığı Detektif Trupo.

Aklımda kaldı; kahveli sohbet. Parkta Crowe'un patladığı sahne. Hazinenin koruyucusu köpek. Foyayı ortaya çıkaran kürk.

Sonuç; güzel

20 ocak pazar capitolde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0765429/

20 Ocak 2008 Pazar

Good Luck Chuck (2007)

* Pornomedi *

Konusu şöyle; ergenliğe adım attığı günlerde şişe çevirme oyununda kendine düşen cadı/kızın tarafından her beraber olduğu kadının ondan sonra hayatının erkeğini bulması lanetiyle cezalandırılan Charlie Logan, gerçek hayatının aşkını bu şekilde kaybetmemek için çaba harcar.

Ne anladım; daha önce kurgu işinde olan yönetmen, Dane Cook ve tayfası ile birlik olmuş pornografik bir komedi tasarlamış, Jessica Alba'yı da bir şekilde kafalamışlar, bir sürü striptizci ile fantezilerini çekmişler. Farrelly filmlerinin (Heartbreak Kid en yakın örnek) bir adım ötesine gidip iyice iğrençleşen sahneler var, aşırı şişman kadının en iğrenç pozisyonları gibi.

Aklımda kaldı; penguenler de kendi bokunu yiyormuş. "Eveet geldim işte. Diğer iki dileğiniz nedir bayanlar?"

Sonuç; mide bulandırıcı

19 ocak ctesi gece izledik

http://www.imdb.com/title/tt0452625/

Persepolis (2007)

***** Bir millet susturuluyor *****

Konusu şöyle; İran İslam devriminin hemen öncesinde orada, komünist görüşe sahip bir ailenin küçük bir kızı olan Marjane'ın fransa ile ülkesi arasında gidip gelen otobiyografik hayat hikayesi.

Ne anladım; hiç olmaz denilenin 3-4 sene içerisinde gerçekleştiği bir ülkenin içinden çıkan bir yarı belgesel. Film hem bir kızın büyüme öyküsünü hem bir ülkenin dönüşüm öyküsünü anlatıyor. Türbanı bir özgürlük ifadesi diye yutturmaya çalışmalar vs bizim yaşadığımız dönemlerin bile öncesinden beri süregelen aynı oyunun ve planın bir parçası. Film bu yönüyle bir belgesel gibi düşünülebilir. Öte yandan yurtdışına gidebilme imkanını kullanıp Avusturya'da eğitim gören Marjane, burada da kendini evinde hissedemiyor, çok da ayak uyduramıyor. Finali, sonu başında görünen bir filmmiş gibi olmasına rağmen ters köşe etkisi yaptı bende. Komünizmi çok iyi birşeymiş gibi göstermekle eleştirilmesi bana kalırsa haksız, burada yüceltilen belirli bir sistemden ziyade özgürlüğe dayanan dogma karşıtı bir yaşam. Küçükken peygamber olmayı planlayan, tanrı ile marks'ı aynı hayalde birleştiren kızın büyükannesi özellikle çok sevilesi bir karakter.

Aklımda kaldı; avrupalı tacirlerin kışkırtması ile şahın diktatörlüğüne giden yolu anlatan kukla oyunu kısmı, ki burada şahın ilk hedefinin Atatürk gibi bir cumhuriyet kurmak olduğunu söylemesi hoşuna gidiyor insanın. "Eye of the tiger"ı söylediği kısım. Sokakta avrupa müziğini el altından satıp grup isimlerini söyleyemeyen yazıcıoğlunun satıcıları.

Sonuç; çok güzel olmuş.

19 ocak cumartesi gecesi Tolga ve Şölen ile izledik

http://www.imdb.com/title/tt0808417/

Sis ve Gece (2007)

**** Uğur Polat'ın bıyıkları ****

Konusu şöyle; amiri yakınlarda öldürülen gizli servis elemanı Sedat, içinde bulunduğu teşkilatın kendisini pasifize ettiğini düşünmektedir. Özel yaşamında da gizlice aşk yaşadığı resim öğrencisi Mine ortadan kaybolmuştur.

Ne anladım; Ahmet Ümit'in tanınmasını sağlayan eserlerinden Sis ve Gece, Turgut Yasalar tarafından senaryolaştırılıp sinemaya aktarılmış. Aksiyonu arka planda kalan, karakterlere odaklanan bir polisiye, hatta psikolojik drama denebilir. Aynı dönemin ürünü olan Haluk Bilginer'li Polis akla geliyor ama ben o filmi hiç beğenmediğim için aynı kefeye koyamıyorum bununla. Bana Insomnia'yı anımsattı. Kitabı okuyalı çok zaman olmasına rağmen filmde sahnelerin ilerlemesiyle bölümleri tek tek hatırlattı. Tanınmış bir romanı sinemaya aktaran kişiler bir bağlılık yemini etmek zorunda değil tabi ama gördüğüm en iyi kitap uyarlamalarından biri diyebilirim. Romanın ruhunu çok başarılı yansıtıyor. Sürekli bir tanıdık oyuncunun çıkıp bir sahne oynayıp bir daha görünmemesi ilginç, "aa bak bu da oynuyor" etkisi yapıyor. İlyas Salman, Uğur Polat ve Mine rolündeki Selma Ergeç üzerlerine düşeni yapıyorlar.

Aklımda kaldı; tabi ki finali. Sorgulama için gidilen mekan. Yargısız infaza dönüşen baskın.

Sonuç; çok beğendim

19 Ocak Ctesi günü izledik.

http://www.imdb.com/title/tt0903021/

14 Ocak 2008 Pazartesi

Mr. Woodcock (2007)

** Rhetorical Movie **

Konusu şöyle; yıllar sonra doğup büyüdüğü kasabaya geri dönen başarılı kişisel gelişim kitapları yazarı John Farley annesinin, kendisi ve tüm kasaba gençlerine çocukluklarını zehir eden lise beden eğitimi öğretmeni ile birlikte olduğunu öğrenir ve bu birlikteliği engellemek için elinden geleni yapar.

Ne anladım; Thornton'ın bıkkın, ifadesiz suratı Bad News Bears'dekini hatırlatan performansı bir kaybedeni de kendine güveni yüksek adamı da aynı şekilde oynayabileceğiniz sergiliyor. Yıllardır yalnız olan anne rolünde Sarandon'da idare ediyor. Amerikan Pastası ve türevlerinin sevilmeyesi karakterlerini canlandıran Seann William Scott burada ana karakter olmasına rağmen pek sıcak değil. My Name Is Earl den tanıdığımız Ethan Suplee'nin de yer aldığı film pek gülümsetmeyi başaramıyor.

Aklımda kaldı; girişteki ders sahnesi, Woodcock ve öğrencilerin çektiklerini anlatan, en eğlenceli kısmı.

Sonuç; vasat

13 ocak pazar gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0419984/

The 50 Worst Movies Ever Made (2004)

*** O kadar kötü ki hakkaten kötü filmler ***

Konusu şöyle; sinema tarihinde yapılmış en kötü 50 film.

Ne anladım; büyük çoğunluğa Amerikan sinemasından, aralarda uzak doğu filmleri olmak üzere bir kötü film seçkisi. Her biri yaklaşık 1 dakikada anlatılmış olmuş bir saatlik bir kaynak. Arada Haluk Bilginer de Ishtar dolayısıyla görünüyor. Ed Wood filmleri de olmazsa olmaz ama en azından listenin tepesinde daha önceden duymadığım filmler vardı.

Aklımda kaldı; ikinci olan Eegah! birinci filmden daha akılda kalıcı bir rezalet.

Sonuç; değişik bir liste

13 ocak pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0449786/

Saw IV (2007)

*** Nerden geliyor bu kadar teybin parası ***

Konusu şöyle; Jigsaw ile partneri ve suç ortağı Amanda'nın öldüklerini serinin üçüncü filminde görmüştük. Ama bir detektifin ölü bulunması ile başka bir yardımcı olabileceği kuşkusuyla iki FBI ajanı yeni bir soruşturmaya başlar.

Ne anladım; Saw II'den beri serinin yönetmenliğini yapan Darren Lynn Bousman gene iş başında. İkinci filmden sonra daha geniş bir hikaye evrenini anlatmaya dönüşen seriden kendi başına pek de bir anlam ifade etmeyen filmler çıkmaya devam ediyor. Artık karakterleri, yaklaşımı ve şiddetini kanıksadığımız için rahat takip edebildiğimiz bu film de bittiğinde pek çok soruyu cevaplamamış oluyor. Hatta o kadar ki filmin sonunu başında gördüğümüzü ve aslında üçüncü filmin son kısmı ile aynı zaman diliminde geçtiğini yani aynı yere bağlandığını kavramak için biraz zaman gerekiyor. Hikayelerdeki boşluklar ve bağlantılar üzerinde kafa yormaya gerek var mı bilemiyorum. Tüm seri tamamlanınca belki anlam ifade edebilir ama o zaman buna vakit ayıracağımı sanmıyorum. Tek başına da idare eder bir seyirlik.

Aklımda kaldı; şık sahne geçişleri, örneğin ekranın bir köşesindeki karaltının giyilen bir cekete dönüştüğü gibi. Buz kütleleriyle kafa pörtletme sahnesi. I want to play a game :)

Sonuç; seriyi takip edenler için

13 ocak 2008 pazar gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0890870/

13 Ocak 2008 Pazar

Knockin' On Heaven's Door (1997)

*** Pinokyo kim? ***

Konusu şöyle; Martin ve Rudi az bir ömürleri kaldığını öğrenen iki kanser hastasıdır. Teşhisin konulduğu hastaneden kaçarlar ve tesadüfen mafyanın milyon dolarının bulunduğu arabayı çalarlar.

Ne anladım; başrollerden birini de üstelenen Til Schweiger'in yapımcılığını da üstlendiği ve Thomas Jahn'ın yazıp yönettiği film mainstream alman sineması oluşturma çabalarının bilindik örneklerinden. Hüzünlü bir çıkış noktasını alıp film boyunca ironik tatlar taşıyan ve finaldeki kaçınılmaz sona ilerleyen film gayet rahatlıkla izleniyor. Geri zekalı mafya maşalarından birini oynayan Moritz Bleibtreu'nun ilk filmlerinden. Absürd komedi havasında, yerli kısa filmcilerimizin de sık sık yapmaya çalıştığı tarzda silahlı falan zararsız bir komedi.

Aklımda kaldı; müzikler yol filmi havasını iyi yansıtıyor. İsim şarkısı güzel bir finale eşlik ediyor.

Sonuç; idare eder.

13 ocak pazar gündüz izledik

http://www.imdb.com/title/tt0119472/

The Last King Of Scotland (2006)

**** Amin'in beyaz maymunu ****

Konusu şöyle; genç ve idealist yeni doktor Nicholas Garrigan (James McAvoy) becerisini insanlığa yararlı bir amaçta kullanmak için çalışmaya Uganda'ya gider. Darbe ile yeni iktidara gelen Idi Amin'le tesadüfen tanışır ve ailenin özel doktoru olması için teklif alır.

Ne anladım; özelde Idi Amin'in genelde herhangi bir diktatörün profilini çıkarmayı hedefleyen film, merkezine hoppa, evli kadınlarla ilişki kurmaktan çekinmeyen, iyimser ve idealist bir doktor karakterini koyuyor. Doktor Uganda'da ilk olarak "sizden biriyim" diyen, sanki seçimle gelmiş bir lider gibi görünen Idi Amin ile tanışıyor. İlişkileri film boyunca yakınlaşarak ilerlerken aslında afrikalı askerin paranoyak ve güvenilmez taraflarıyla tanışıyor. Batı dünyasının da uzaktan izleyerek vardığı yargıların bu anlaşılmaz topraklar için ne kadar yanıltıcı olabileceğini sergiliyor. Filmin sonlarına doğru gerçek vahşet su yüzüne çıkarken rahatsız edici sahneler gelmeye başlıyor. Bu sahneler (Kolları ile bacakları kesilmiş ve birbirinin yerine dikilerek cezalandırılmış kadın, kancalarla tavana karnından asılan adam) sevimli görünen adamın asıl hatırlanacak yüzünü izleyiciye gerçekten sergileyen kilit sahneler. James McAvoy ve Forest Whitaker çok iyi oynuyorlar.

Aklımda kaldı; Idi Amin Uganda'yı Afrika'nın iskoçyası olarak görürmüş. Filmin adı da ordan geliyor. İşkence sahneleri. Her gelen iktidarla sokaklarda dans eden halk :)

Sonuç; gayet güzel

12 ocak ctesi gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0455590/

7 Ocak 2008 Pazartesi

Session 9 (2001)

*** Mary kim ki? ***

Konusu şöyle; bir asbest temizleme ekibinin başındaki Gordon, işe ihtiyacı olduğu için terkedilmiş bir hastanenin temizlenmesi için 3 haftalık işi 1 haftada bitireceğine söz vererek işi alır. Hastane pek tekin değildir.

Ne anladım; Makinist (2004) filminin yönetmeninin daha önceki bir çalışması. En doğrudan paralellik Shining ile kurulabilir. Görüntülerinin tv filmi seviyesinde olmasına rağmen iyi bir oyuncu kadrosu var. CSI serileri ile bilinen David Caruso, Peter Mullan (sadece bir sağlam oyuncu olsa direk ondan şüphelenicem, ama böyle iki adam olunca sonuna kadar katili bulmak da zorlaşıyor) ve Josh Lucas başta olmak üzere 5-6 kişiden oluşan karakterlerin ıssız bir akıl hastanesinde sesler ve hayallerle yüklü gerilimli macerası serbest kamera hareketleri ile yer yer Blair Cadılaşıyor. Finalinde olayların sebebinin tam olarak açıklanmaması ile seyirciye de büyük iş bırakan değişik bir gerilim. SPOILER: (En akla yakın senaryo, adam katliam yapar, ket vurur, sonrasında bir de işin kısa sürede bitirilmesi stresi ile tamamen çöker)

Aklımda kaldı; yarasa şekilli bina. Phil: [to the crew] Good first day, guys.
Henry: Yeah. If it keeps up like this, we'll all be dead by Monday. :)

Sonuç; iyi

6 ocak pazar gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0261983/

Becoming Jane (2007)

*** Affection is desirable. Money is absolutely indispensable! ***

Konusu şöyle; hepi topu altı roman yazmış olmasına rağmen 18 yüzyıl film uyarlamalarında adını sıkça duyduğumuz yazar Jane Austen'in henüz meşhur olmadan önce bir aşk ve mantık evliliği arasında yaşadığı çelişkiler.

Ne anladım; kadınların, tek başına bir değer taşımadıkları, ailelerine yük olmaktan kurtulmak için evlenmekten başka çıkış yolları olmayan zamanlarda, bir kadının para kazanıp tek başına ayakta kalması hele bunu kalemiyle yapması imkansız. Tıpkı daha sonra yazacağı romanlardaki kahramanların yaşayacağı gibi ikilemler ve özlemlerle gelişen kişiliğinin geçirdiği önemli bir dönüm noktası ve düş kırıklığını izliyoruz burada. Gayet sade ilerleyen kurgu ve görsellik Lefroy'un karar anına yaklaştıkça kaydırmalarla ve ekranın kaplayan at arabası penceresinin hızla uzaklaşması gibi sahnelerle göze çarpan bir iki hareket yapıyor. Bu sene içerisinde gene tarihi bir dramada (Atonement) izlediğimiz James McAvoy hınzır, tutkulu ve değişken bir karakteri başarılı canlandırmış. Anne Hathaway de başarılı. Yazarın, Pride And Prejudice ve Emma gibi filmlerde canlanan Austen karakterlerinden biri gibi kurgulandığı iyi bir dönem draması.

Aklımda kaldı; dans sahneleri. Ulaşım için kullanılan at arabası hatları, mekanları ile inandırıcı bir dönem kurulmuş.

Sonuç; beklentileri karşılıyor

6 ocak 2008 pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0416508/

6 Ocak 2008 Pazar

Rush Hour 3 (2007)

*** I'm Yu ***

Konusu şöyle; büyükelçiye, Birleşmiş Milletlerdeki konuşması sırasında tam Çin mafyasının büyük sırrını açıklayacakken suikast düzenlenir. Elemanlarımız da olayın izini sürmeye Paris'e giderler.

Ne anladım; Serinin üçüncü filmi de mizah ve aksiyon bakımından hiç zayıf değil. Doğası itibarıyla klişelerle yüklü filmde Max Von Sydow göründüğü anda sonunda kötü adam çıkacağı belli olduğu için pasif bir rolde kalmış. Roman Polanski acaip fransız polis şefi rolünde güzel bir seçim.

Aklımda kaldı; gereksiz yere adam öldürüp kendini Amerikalı hisseden taksi şoförü rolünde Yven Attal rol çalıyor. Paris ve finaldeki Eiffel kulesinin kullanımı gayet başarılı.

Sonuç; eğlenceli

5 ocak 2008 ctesi gecesi

http://www.imdb.com/title/tt0293564/

Gracie (2007)

** Futbol salağı bir aile **

Konusu şöyle; ailenin gözbebeği, geleceğin futbol yıldızı Johnny'nin bir trafik kazasında hayatını kaybetmesinin ardından ailenin bir küçük kızı Gracie okul takımında onun yerine oynamayı kafaya takar.

Ne anladım; Tema olarak 70lerde sadece erkeklerin sporu olarak görülen futbolda, okulun takımına bir kızın girme çabası üzerine kurulu film. Ama filmin bu konuda olduğunu ancak film bittikten sonraki yazıdan anlıyoruz. Hem Amerikada futbol kız sporu olarak kabul edilir diye biliyordum ben. İşin kötüsü kız sahaya çıkınca pozitif ayrımcılık olmadan başaramayacağını kabak gibi görüyoruz ki bu yüzden film ne anlatıyor belli değil. Bend It Like Beckham ve She's The Man aynı tarzdan ve çok daha iyi filmlerdi. Kelly Prestondan (Death Sentence) sonra Elisabeth Shue'e da anne rolünde çıkmaya başlamış. Yaşlanmışız bea..

Aklımda kaldı; kızın sağına soluna tekme geldikçe oh olsun dedim.

Sonuç; olmamış

5 ocak ctesi günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0441007/

5 Ocak 2008 Cumartesi

Allegro Non Troppo (1977)

**** Sanatçı yaratıyor ****

Konusu şöyle; bir film yapımcısının dahiyane bir fikri vardır: Klasik müzik parçalarını animasyon eşliğinde canlandırmak.

Ne anladım; Debussy, Vivald, Stravinsky, Ravel, Dvorak ve Sibelius'un birer parçasına birer hikaye anlatan film aralarda da kısa olmayan sahnelerle bir yönetmen, yaşlı kadınlardan oluşan orkestra, zalim maestro ve esir tutulan çizer aracılığıyla geçişleri ve anlatımı yapıyor ki o kısımlar normal çekilmesine rağmen bir çizgi filmden çok farklı değil. Walt Disney'in 1940 yapımı Fantasia'sına Avrupa'dan bir yanıt. Bir Disney filminde görülemeyecek kadar serbest çağrışımlarla, çıplaklıkla bezeli. Çizimlerin kalitesi o kadar ahım şahım değil, yeterli ölçüde.

Aklımda kaldı; Prisney mi Grisney mi güya biri daha önce yapmışmış. Bolero'nun bir kola şişesinden üreyen tek hücrelilerle başlayarak evrimi canlandırması en iyi bölümü bence.

Sonuç; gayet güzel

5 ocak ctesi sabahı izledim

http://www.imdb.com/title/tt0074121/

4 Ocak 2008 Cuma

Sheitan (2006)

** Katil Uşak **

Konusu şöyle; Noelden bir gün önce bir gece kulübünde 3 genç adam 2 kızla tanışır ve onların kır evinde kısa bir tatil geçirmek üzere giderler. Orada geri zekalı görünümlü kahya ve ailesinin acaiplikleri yavaşça gerilimi arttırır ardından bir ölüm kalım mücadelesine dönüşür.

Ne anladım; Evil Dead gibi başlayan (kalite olarak da aynı seviyede) ve tekinsiz bir eve yönelen bir kara büyü, cadı, şeytan hikayesi. Vincent Cassel'in enerjik oyunu en akılda kalıcı tarafı. Küçük Kıyamet'te yaratılmaya çalışılan kahya karakterinin tam olmuş halini canlandırıyor. Hostel, Saw gibi gore ağırlıklı bir film olacak gibi görünüyor ama birkaç sahne haricinde ciddi rahatsızlık veren kısmı da yok. Cassel'i izlemenin haricinde bir anlamı olamaz.

Aklımda kaldı; Cassel'in o tüm çene kemiğinin ağzının dışına çıktığı ve finalde de kameraya karısı/kendisi ile birlikte gösterdiği sırıtma. Kaplıcada geçen sahneler.

Sonuç; alkol eşliğinde çekilebilir

3 ocak 2008 perşembe günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0450843/

2 Ocak 2008 Çarşamba

Stardust (2007)

**** Do the stars gaze back? ****

Konusu şöyle; Londra'nın yanıbaşında görünmeyen bir dünya olan Stormhold'da yaşayan genç Tristan, etkilemek istediği Victoria için kayan bir yıldızı getirmek üzere yola çıkar. Aynı yıldızın peşinde kral olmak için altı kardeşini ekarte etmeye çalışan prens ve sonsuz yaşamın peşindeki cadılar da vardır.

Ne anladım; Guy Ritchie filmlerinde yapımcı ve oyuncu olarak daha önce tanıştığımız ve ilk filmi Layer Cake ile bildiğimiz Matthew Vaughn fantastik sinemaya el atmış, iyi de yapmış. Karşımızda bir masal var. Herşeyden önce devamı çekilip bir seriye dönüştürülecek hesapçılığını hissettirmiyor (böyle bir plan varsa bile) Karakterler çok eğlenceli (efemine korsan, yaşlı cadı ve ölü prensler) bilindik tiplemeler olmasına rağmen hepsine bir kendine özgülük katılmış. Peter O'Toole beş dakikalık bir rolde kralı oynuyor. Fantastik bombardımanı arasında (Yüzükler, Potter, Karayipgiller vs.) derli toplu, samimi ve çekici bir masal.

Aklımda kaldı; her biri farklı bir şekilde ölen yedi kardeş. Kapı görevlisinin ikinci denemedeki başarılı savunması. Uçan geminin tayfası.

Sonuç; fantastişe

1 ocak 2008 salı gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0486655/

Mavi Gözlü Dev : Nazım Hikmet (2007)

** Hatırla Sevgilinin bir bölümü gibi **

Konusu şöyle; Komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla hapise atılan ve sonuçta 28 yıl ceza alan, bunun 12 yılını yatan Nazım Hikmet'in hapiste geçirdiği yıllar.

Ne anladım; değer yaratmakta kısır, olanların tepesine binmede cevval ülkemizin yetiştirdiği en büyük şairlerden Nazım Hikmet hakkında yapılan ilk film. Nazım rolünde Yetkin Dikinciler fiziksel olarak çok benziyor, insan gözünü alamıyori gerçi çok özellikli bir oyunculuk yok, Atatürk'ü de oynasa böyle oynar. Bir biyografi olarak ana karakteri fazlasıyla temiz ve soyut gösteriyor film. Senaryoda da bir bütünlük yok, kopuk kopuk skeçlerden kurulu gibi, tiyatro tadında. Hikaye tamamen hapisteki yalnızlığına ve duygusal dünyasına odaklanıyor. Goodbye Bafana'yı anımsattı film ama ondan da zayıf. Gerçek kişileri ve olayları anlatan bu tür filmler sağlam bir sinemanın oluşması için temel bir taş ve bu da önemli bir deneme kanımca ama keşke biraz daha fazla emek harcansaymış.

Aklımda kaldı; durup dururken bilinen şiirlerini laf arasında patlatıvermesi komik kaçmış.

Sonuç; iyi niyetli bir deneme ama incelikten yoksun.

1 ocak 2008 salı günü evde izledik

http://www.imdb.com/title/tt0929775/