Arama

bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2022 Çarşamba

Altered States (1980)

*** Gerçeğin Ötesinde ***

Konusu şöyle; Psiko-fizyolog Eddie Jessup (William Hurt) uyarıcı ilaçlar ile yalıtılmış tanklarda saatlerce kalarak yaptığı deneylerle bilincin sınırlarını çözmeye çalışmaktadır, bu sırada da ateist olmasına rağmen birçok dinsel halüsinasyon görür. Son derece asosyal neredeyse akıl hastası bir kişilik olmasına rağmen kendisi gibi sıradışı Emily'i bulur ve evlenir, kariyerine devam eder. Yıllar sonra Meksika'da yerlilerden bulduğu bir mantarlarla aynı deneyleri tekrarladığında farklı bir fiziksel ve zihinsel varlığa dönüştüğünü ve ulaştığı yerin insanlığın tarihi atalarının yaşamları olduğunu düşünür.
Ne anladım; Ken Russell'ı roman uyarlaması bu psikolojik bilimkurgusu William Hurt için birkaç televizyon dizisi sonrası ilk sinema deneyimi, cesur ve etkileyici bir başlangıç. Romanın yazarı Paddy Chayefsky yönetmenle hiç anlaşamamış ve filme de senarist olarak adını vermemiş. Film  Jacob's Ladder ya da ilham kaynağı olduğu Cronenberg'in The Fly tonunda.
Aklımda kaldı; 80 yapımı bir film için derinin kabarması gibi efektlerini başarılı buldum. Drew Barrymore'un ilk filmi.
Sonuç; Bob Balaban varsa film kötü olmaz.
14 mart günü izledim

2 Ocak 2010 Cumartesi

Avatar (2009)

*** jaksali ***


Konusu şöyle; belden aşağısı tutmayan deniz piyadesi Jake Sully (Sam Worthington) ölen bilimadamı ikiz kardeşinin yerine aynı genlere sahip olduğu için kaynak açısından zengin Pandora gezegenindeki bir göreve katılır. Burada makinaya bağlanarak bir avatar kullanacak ve Navi halkının güvenini kazanarak değerli kaynakları insanlara bırakmaya ikna etmeye çalışacaktır.


Ne anladım; James Cameron'ın yeni bir devrim iddiasındaki filmi. Olumlu yanlarını sıralayayım; değerli kaynakların üzerinde yaşayan halk ve sömürgeci insanların bu mekana göz koyması üzerinden hem savaş ve işgal karıştı hem de insanların para hırsıyla doğaya verdikleri zararları ön plana koyan naif, çevreci ve hiç yoktan iyi olan mesajı, istese izleyicinin aklını alabilecek 3 boyut teknolojisini usturuplu kullanması. Ticari anlamda insanlara sinemada izlemeye mecbur kalacakları bir ürün sunması muhtemelen maliyetini kısa sürede çıkarmasını sağlayacak, ama 3-d olarak izleyemedikten sonra dvd ya da tvde bu film izlenir mi bilmem. Hikaye anlamında değil tabii ama teknik açıdan tıpkı Terminator 2 nin yaptığı gibi kendisinden sonrasını etkileyeceği de kesin. Bunlara rağmen uzun süresi, çok sert başlayıp birden aşırı duygusal bir karaktere dönüşen doktor, son yarım saatte birden dönüşüveren hırslı patron ve iyice kartonlaşan general karakteri ile bunları pek önemsemeyen filme karşı ilgimi kaybettim. Ben Real 3-d ile izledim belki imax daha iyidir bilemem ama on yıl sonrasında gene film izleme alışkanlıklarımızın ciddi şekilde değişeceğinin işaretidir.


Aklımda kaldı; giriş sahnesi - elemanın uyanırken uçuşan hava baloncukları ile yaşadığı şaşkınlık izleyici ile doğrudan bağ kuran güzel bir başlangıç. Jake'in avatarı ilk kullandığında koşturduğu sahne. Toruk Macto.


Sonuç; idare eder.

2 ocak günü izledim


http://www.imdb.com/title/tt0499549/

4 Aralık 2009 Cuma

2012 (2009)

*** When they tell you not to panic... that's when you run! ***

Konusu şöyle; Maya takviminde kıyamet gibi bir son olarak görünen 2012 yaklaşırken bu başarısız yazar/limuzin şoförü Jackson Curtis (John Cusack) olayların başlamasıyla çocuklarını kurtarmaya çalışır. Bir kaç yıl öncesinden bilim adamları olayları görmüş, devletleri uyarmış, devasa gemiler gizlice inşa edilmeye başlanmıştır ve sadece insanlığın şanslı bir azınlığı bu gemide yer alabilecektir.

Ne anladım; felaket fantezilerinden ekmek yiyen Roland Emmerich gene fırsatı kaçırmıyor ve tüm dünyayı gene perdede altüst ediyor. Kendini feda eden Amerikan başkanı başarısız bir duygusallık katma denemesi, rus zengin tiplemesi de çeşitlilik olsun diye konulmuş gibi yapaylık hissettiriyor ama rus pilot ve Woody Harrelson'un Charlie Frost'u filmin en renkli tipleri. Yarın dünya üzerinde yaşamın yok olacağını bilsek nelere değer verirdik fikrini Nuh'un gemisi ile birleştiren filmi zaten devasa patlama, yıkılma ve kaçış sahneleri haricinde bir sebeple izlemek isteyen var mıdır bilemiyorum. Ama vaad ettiklerini gayet iyi yapıyor, üstüne üstlük görünce içimizin rahatladığı Cusack başta olmak üzere oyuncular izliyoruz. Tsunamiden 10 metre uzaktaki Hintlinin sulara gömülürken hala cep telefonundan konuşabiliyor olması mantıklı mı? Bu film kafa yormak için değil ki..

Aklımda kaldı; limuzinle kaçış sahnesi. Dev geminin kapılarındaki sahne görsel hafızada rahatlıkla iz bırakabilecek büyüklükte. Yuri'nin kokpitteki uçağın burnunu kaldırma sahnesi. Frost'un meczup halleri.

Sonuç; pişman değilim

4 aralık günü izledik

12 Ekim 2009 Pazartesi

Star Trek (2009)

**** Once you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth ****

Konusu şöyle; doğduğu gün babasını Nero'nun (Eric Bana) başını çektiği bir saldırıda kaybeden James Tiberius Kirk (Chris Pine) babasının arkadaşı yüzbaşı Pike tarafından serseriliği bırakıp pilotluk eğitimi almaya ikna edilir. Sonunda gene Nero'nun ortaya çıktığı gün Kirk, Spock'un (Zachary Quinto) komuta ettiği Enterprise'da kaçak yolcudur.

Ne anladım; TV dünyasının efsanesi J.J. Abrams sinemada da popüler kültürü beslemeye devam ediyor. Standart yapım ve senaryo ekibiyle MI den sonra bu kez de uzay yoluna el atıyor, ve bu sefer yola ilk giren olduğu için temayı alıp yepyeni bir şey yaratmaya soyunuyor. Her bir karakterin gemideki pozisyonlarına nasıl geçtiklerini teker teker görüyoruz, bunun yanında dizi ve film dünyasında pek bir derinliği olmayan bu karton tiplemelerin her birine değişik karakter özellikleri verilerek daha canlı bir mürettebat yaratılmaya çalışılmış. McCoy'un sinirli ama harbi dostluğu, Scotty'nin teknolojik dehası, Chekov'un aksanlı ingilizcesi ile çözümler üretmesi, hepsinin tıfıl hallerinde onlarla özdeşleştirdiğimiz hareketleri ilk kez yapışlarına tanık oluyoruz. Bence çok zekice bir senaryo çözümü olan zamanda yolculuğu da çok iyi kullanan senaryo ve hikayenin en başa gitmesi Star Trek dünyası ile hiç ilgisi olmayan genç izleyicileri de tanıştırma açısından ticari anlamda da başarılı. Casting de iyi, ana karakterlerin yanında özellikle Eric Bana Nero rolünde çok etkili bir ruh hastası.

Aklımda kaldı; Sabotage eşliğinde uçuruma araba süren küçük Kirk. Leonard Nimoy'un çıkması süper. Kirk'ün motorsikletle gemiye geldiği sahne Top Gun'u, buzul gezegene atıldığı sahne Empire Strikes Back'i hatırlattı, acaba bugünün klasik sahnelerini farketmeden izliyor muyuz yoksa artık yok mu öyle şeyler diye de düşündürdü.

Sonuç; iyi.

10 ekim günü projeksiyonla izledim

http://www.imdb.com/title/tt0796366/

30 Eylül 2009 Çarşamba

Surrogates (2009)

*** Plastik Suretler ***

Konusu şöyle; gelecekte insanlar yerine kendilerini temsil eden suretler ortalıkta dolaşır ve onlar adına yaşamlarını sürdürür, insanlar da evlerinden makinalara bağlı olarak onları yönlendirir ve olanları ekrandan izlerler hissetmeleri gerekenleri makinalar aracılığıyla yaşarlar. Ancak bir suretin hem de ona bağlı olan sahibiyle birlikte öldürülmesi üzerine detektif Tom Greer (Bruce Willis) olayı araştırmaya başlar.

Ne anladım; ortalama aksiyon yönetmeni olarak bildiğimiz Jonathan Mostow çıtayı çok da yükseltmediği bir bilimkurgu ile karşımızda. Önce ilk sahnelerde cinayet mahalline Mavi Ay'daki David tipi ve saçları ile gelen bir Bruce Willis i görüyoruz, neyse ki bu suret bir süre sonra bildiğimiz kel Willis'e yerini bırakıyor. Suretlerin göründüğü sahnelerde tam bir bilgisayar efekti ve oyunların estetiği hakim ki bu hikayede bir yandan sağladığı yabancılaşma ile mükemmel bir fikir ama aynı zamanda da yapaylığın verdiği garip bir tat var. Sonuçta bu tarz bence filmi izlemeye değer kılan bir seçim olmuş. Hikayenin gerisi Total Recall'dan Westworld'e bildiğimiz dünyada yaşanan bilimkurgu temasının çeşitlemelerinden biri olmuş. Anafikirin felsefik imkanlarını kullanmayan, Tom'un karısı ile olan dramatik çabaları hariç ortalamadan da pek sapmayan bir çalışma. Ama suretler sayesinde suç oranının düşmüş olması, bütün gün yatan insanların vücudunun sonunda lapa gibi olmaması ya da kendini yok eden sistemin önce insanları sonra suretleri yok ediyor olması açıkları senaryonun mantık bacağını çok dibe batırmış.

Aklımda kaldı; Bruce Willis'in saçları. Girişteki gece klübü sahnesi.

Sonuç; idare eder.

30 eylül günü Trioda gittik yıldönümü kutlaması çerçevesinde

http://www.imdb.com/title/tt0986263/

15 Haziran 2009 Pazartesi

Terminator Salvation (2009)

** Terminatörden kurtuluş yok **

Konusu şöyle; Skynet insanlığın büyük kısmını yok etmiştir, John Connor (Christian Bale) direnişin lideri olmuştur. Organizasyon düşmanın merkezini yok etmek üzere büyük bir saldırıya başlama arefesindeyken Marcus Wright (Sam Worthington) adında biri gelir ve John'un geçmişe göndereceği ve babası olacak olan Kyle Reese'in orada tutulduğunu söyler.

Ne anladım; James Cameron'un başlattığı ve bence en önemli bilimkurgu filmi olan devam filmi ile efsaneleştirdiği film üçüncü zayıf halka ile bir seriye dönüşmüştü. Şimdi makinelerle insanların mücadelesinin geçtiği, yeni yetme John Connor'un bir ordu komutanı rütbesine ulaştığı ve kendisinin doğumuna yol açacak olayları izleyeceğimiz yeni bir üçleme bu film ile başlıyor, yönetmen de McG. Yıkım sonrası insanların yer altına çekildiği, kıyamet sonrası tabir edilen ortamda geçen hikaye hemen akla Mad Max'i getiriyor. Otoritenin başdüşmanı asi John Connor bu filmle birlikte beyinsiz bir askere dönüşüyor ve izleyici ile arasına çelikten bir duvar örülüyor. İnsan olmadığını öğrendiğimiz Marcus karakterinin çelişkileri ve karizması bu film boyunca ilgiyi tutuyor ama finalde çok çiğ bir sahne ile kalbini hediye etmesi ile birlikte sonraki filmde bizim ilgimizi çekecek bir karakter kalmaması gibi bir sorun doğuyor. Tüm süresi boyunca heralde sonu bu değildir, akla ilk gelen şekilde bir senaryo yazılmamıştır umudunun sönmesi de altında imzası olan Jonathan Nolan hakkında bende şüphe yarattı. Bizde sinemaya verecek para oldukça yapımcılar bu tür seyirci sağmalık filmlere maalesef devam edecek.

Aklımda kaldı; başlarda Connor'un denizaltıya ulaşmak için açık denize atladığı sahne agorafobik bir ürperti veriyor. Nehir kenarında Connor'un Marcus'un kaçmasına göz yumduğu sahneler karanlık atmosferin akılda kalan bir parçası.


Sonuç; olmamış


14 haziran pazar günü izledik


http://www.imdb.com/title/tt0438488/

3 Mayıs 2009 Pazar

CQ (2001)

** So this is the end... or is it the start? Of what? **

Konusu şöyle; yapımcı Enzo'nun (Giancarlo Giannini) filme bir son bulamadığı için filminden kovduğu yönetmen Andrezej (Gerard Depardieu) ve yerine gelen çılgın yönetmen Felix DeMarco'nun yanında, bir seksi bir kadın ajan olan Dragonfly'ın hikayesinin anlatıldığı filmde çalışan kurgucu Paul (Jeremy Davies) bir yandan da kendi otel odasında kız arkadaşıyla da beraber kendi yaşamını konu alan sinema tarihinin en dürüst filmini çekmeye çalışmaktadır.

Ne anladım; büyükustanın oğlu Roman Coppola'nın film yapma tarihi ve sürecine bir bakış atan ilginç denemesi 60 ve 70 lerin avrupa sinemasının ana figürlerini, tür filmi çekmeye çalışan bir sanat filmi ekibini ve filmin bir sonu olması gerekliliğinin sorgulanması konu alıyor. Deneysel bir proje havasının hakim olduğu film bu temaları arkaplanda tutarken aslen Paul'un varoluşçu deneyimine yöneliyor. Karakterin psikoterapi seansları haline gelen kendi mini film çekimleri nihayetinde kabuğunu kırıp tırtılın kelebeğe dönüşümüne zemin hazırlayacak bir itici güç oluyor. Film içindeki filmin sorunu olan bir sonuca bağlanmama bu filmin yapımcısı için problem olmamıştır ama izleyici için parçalar eğlenceli olabilse de bütün olarak pek anlam ifade etmiyor. Dragonfly filminin sonunun havada kalması yerine olabildiğince rasyonel bir bilimkurgu finaline bağlanması zaten günümüzdeki ana akım sinemasının başımıza açtığı bela değil mi.

Aklımda kaldı; kirpiğe üflerken tuttuğu dilek "Kedilerin konuşmasını isterdim."

Sonuç; bayık.

1 mayıs günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0254199/

14 Nisan 2009 Salı

Knowing (2009)

**** Bilmek ya da bilmemek ****

Konusu şöyle; MIT'de astrofizik profesörü John Koestler (Nicholas Cage) karısını bir felakette kaybetmiştir ve oğlu Caleb'i yetiştirmeye çalışmaktadır. Caleb'in okulunda elli yıl öncesindeki öğrencilerin gelecek vizyonlarını döktükleri kağıtları içeren bir zaman kapsülü açılır ve Caleb'in şansına kendini kaybetmiş gibi görünen Lucinda'nın tıkabasa rakamlarla doldurduğu kağıt çıkar.

Ne anladım; Dark City ile bildiğimiz ve beğendiğimiz Alex Proyas'ın ona yakın değerde bir bilimkurgusu. Merak ve gerilim unsurlarını sürekli tavanda tutan, bu gizemli hikayesini sonuçta tatmin edici bir finale de taşıyabilen hikayede sıkıntı verici noktalar anne veya baba karakterinin "Çocuğuma bir şey olmasına izin vermem" tarzındaki kendini aşırı önemseyen uyumsuz hareketleri ya da Koestler'in kendisini içkiye boğmuş karakterinin bir an sonra oğluyla çok ilgilenen babaya dönüşebildiği zorlayıcı dönüşler. Buralar daha sakin bir oyuncu yönetimiyle ele alınsa bir başyapıt hissiyatına ulaşabilecek olan film gene de yabana atılacak gibi değil. Giderek felsefik noktalara ulaşan, sonuçta tesadüflerin oluşturduğu bir dünyayı mı yaşıyoruz yoksa herşey önceden yazılı mı ikilemine yer veren, X-files ile Spielberg'in "üçüncü türden.. "lerini akla getiren anlarıyla iyi bir bilimkurgu.

Aklımda kaldı; uçaklı ve metrolu felaket sahneleri mükemmel. Fısır fısır duyulan sesler, ki çocuğun duyma problemini görünce finalin buna bağlanacağını falan sandım ki yanılmışım.

Sonuç; izlenir

11 nisan ctesi günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0448011/

25 Aralık 2008 Perşembe

Los Cronocrimenes (2007)

**** En büyük suç zamanı boşa harcamak değil midir :P ****

Konusu şöyle; karısı Clara (Candela Fernandez) ile yeni bir eve taşınan Hector (Karra Elejalde) komşu bahçede dürbünüyle gördüğü cıbıl bir kızın peşinden giderken peşine biri takılır, sığındığı laboratuar gibi bir mekandaki adamın saklaması için gösterdiği alet bir zaman makinasıdır ve zamanda bir saat geriye gider. Burada başına gelecekleri engellemeye çalışır.

Ne anladım; Nacho Vigalondo tarafından yazılıp yönetilmiş bir de ana karakterlerden biri oynanmış bu ilginç bilimkurgu, deneme aşamasındaki bir zaman makinasına düşen sıradan bir adam üzerine kurulu ve bu sıradan insanın zamanda yolculuğun getirdiği ahlaki ikilemde bir yol bulma çabaları da öykünün temelini oluşturuyor. Olayın başından itibaren birden fazla kez geri gelen karakterin hep yanında kalarak izlediğimiz filmde Back To The Future ya da Quantum Leap'i görüp geçirmiş bir nesil olarak genelde hikayenin önünden gidiyoruz, en azından üçte ikilik süre boyunca. Son dönemeçte ise tüm hikayeyi kendi içinde gayet tutarlı bir finale bağlamasıyla güzel bir seyirlik çıkmış ortaya. Zaman makinası fikrinin sorunu pratikte asla gerçekleşemeyecek (çünkü gelecekteki herhangi bir anda zaman makinası icat edilmiş olsa şu ana gelecekten gelmiş bir sürü insancık zaten görüyor olmamız gerekirdi vs..) bir fantezi üzerine kurulacak her tür mantığın üzerinde düşünülmeye başlandığında içinden çıkılamayacak boşluklara sahip olması. Burada da Hector'un karakterindeki ani dönüşler, kabullenişler de teknik açıdan olmasa da karakter gelişimi açısından kolaycı bir senaryo olduğunu hissettiriyor. İyice karışık bir filmin bitişi ve sonrasında yaşanan kafa zorlayıcı çözme çabalarını sevenlere..

Aklımda kaldı; bandajlı elemanın ellerini dürbün yapıp Hector'u bulma denemeleri. Portakal sıkacağı tasarımındaki makine.

Sonuç; gayet iyi

24 aralık çarşamba gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0480669/

12 Aralık 2008 Cuma

Southland Tales (2006)

* Hayırlı kıyametler *

Konusu şöyle; 2005 yılındaki bir nükleer saldırının ardında Amerika'daki yaşam California'ya sıkışmış ve despot bir hükümetin baskıcı yönetimi vardır. Seçim yılı 2008'de ünlü bir film yıldızı Boxer Santoro (Rock) 3 gün ortadan kaybolur ve sonra geri gelir ancak hafızasını yitirmiştir. Deniz suyunu enerjiye çeviren ve kablosuz enerji iletimi konusunda devrim niteliğinde bir buluşu tanıtmak üzere olan bir şirket var. Porno yıldızından televizyonda sosyal konulara parmak basan programcıya dönüşen Krysta Now (Sarah Michelle Gellar) var. İkiz kardeşini arayan polis Taverner var (Seann William Scott) Var oğlu var.

Ne anladım; Donnie Darko ile büyük patlama yapan Richard Kelly beş yıl sonrasında bunu yaptı ve çok aşağılandı. Konusunu toparlayamadığım gibi türüne bile karar vermek çok zor. Neyse sabredip iki saatini devirdikten sonra zamanda yolculuk sırasında kopyalanan insanlar, deney yapan bilim adamları gibi ipuçlarından bilimkurguya karar verdim, ya da meylettim diyeyim ama daha fazla düşünmek istemiyorum. Temel sorun sanırım çok daha geniş bir evreni anlatan bir çizgi roman grubunun bir parçasının önümüze konulması. İçinde Lynch'in rüyada görülmeyecek fantezilerinden de var, John Waters'un rengarenk iğrenç karakterlerinden de var, Austin Powers'ın mizahından da. Çözülme noktasından sonra film doğrudan zihnimize olmasa da bilinçaltımıza birşeyler bırakıyor. Pişman mıyım? Hayır. Bir daha? Aman diyim..

Aklımda kaldı; Timberlake'in "ruhum var ama asker değilim" gibi sözleri olan şarkısı. Amerikan marşının özgün yorumu. Bu nasıl bir repliktir "I'm a pimp... and pimps don't commit suicide. "

Sonuç; sabırtaşı

11 aralık perşembe

http://www.imdb.com/title/tt0405336/

30 Kasım 2008 Pazar

The Incredible Hulk (2008)

*** Don't make me hungry. You wouldn't like me when I'm hungry. ***

Konusu şöyle; Bruce Banner (Edward Norton) kendi üzerinde yaptığı bir deney sırasında genetik mutasyona uğrar ve öfkesini kontrol edebilmek için ortadan kaybolarak bir kendini eğitim sürecine girer ancak sorununa çözüm bulamaz. Tedavi için gizlice Amerika'ya geri dönerken General Ross (William Hurt) silah olarak kullanmak için onun peşindedir. Generalin kızı Betty (Liv Tyler) de kenar süsü olarak ona destek olmaya çalışır.

Ne anladım; 2003 yılında Ang Lee tarafından çekilen ama fazla ağır kaçan sinir küpü abinin hikayesi yeniden büyük bir projenin parçası olarak perdede. Marvel kendisinin de film işine iyice girmesiyle bir çok çizgi roman karakterinin hikayelerini anlatıyor, sonrasında da bu elemanları çeşitli filmlerde birleştirmek gibi planları var. Dolayısıyla artık hedef mümkün olduğunca gençleri ele geçirebilecek aksiyonlar yaratmak olmuş. Hulk, yaratığa dönüştüğünde ilkel benliğin ortaya çıktığı, konuşamayan bir tip. Film finale kadar fena ilerlemese de son dövüş sırasında takke düşüyor ve son derece yüzeysel bir hikaye izlediğimizin farkına vardırıyor. "Edward Norton'da olsun, William Hurt de olsun, Tim Roth mu? tabi o da olsun" diyen bir zihniyetin ürünü olduğu belli. Transporter 2 ile piyasaya çıkan Louis Leterrier de yönetmen olarak aksiyonu iyi bir film çıkarmış.

Aklımda kaldı; girişteki Brezilya kenar mahallelerinin bitmek bilmeyen tıkış tıkış görüntüsü ve buradaki kovalamaca. Ortalardaki ses dalgası püskürten tankımsı aletlerle gün ışığındaki mücadelesi.

Sonuç; idare eder.

29 kasım 2008 ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0800080/

28 Kasım 2008 Cuma

The X Files : I Want To Believe (2008)

**** Kök hücreye inanmak istiyorum ****

Konusu şöyle; Mulder paranormal dünyaya iyice kendisini kaptırdığı için, Scully de artık bu konularda çalışmak istemediği için bir kaç yıldır teşkilattan uzakta birbirlerinden de habersiz olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Scully beyin tümöründen ölümü bekleyen bir çocuk hastasının tek kurtuluş ihtimali olabilecek deneysel bir tedaviye başlamak konusunda ikilem yaşarken bir ajanın kaçırılması konusunda Mulder'ı göreve geri çağırması için kendisinden yardım istenir.

Ne anladım; dizinin yaratıcısı Chris Carter'ın bu sefer yönettiği de uzun metraj versiyon. Uzaylı meselesine girmediği için dizinin hayranlarının pek de iyi karşılamadığı filmi Carter, senelerce bütün olup bitenlerden sonra serinin temel konularından inanç ve ikilemler üzerine yapmakla bence doğru bir seçim yapmış. İkilinin bilimsel çehresi Scully bir çocuğun hayatını kurtarmak için tıbbın sınırlarının ötesindeki bilinmeye sulara girmek konusunda ikilemler yaşarken, mistik Mulder ise gaipten görüntüler gelen pedofil rahibe hem inanıyor hem de şüphelerini bastıramıyor. Dizi hakkında derinlemesine bilgi de gerektirmeyen ekonomik tutumuyla içine girilmesi kolay olmasına rağmen bir aksiyon beklentisiyle izlendiğinde ağır temposu hevesleri kursakta bırakır. Robinson tipiyle Duchovny ve Anderson tanıdık iki karakteri yeniden canlandırırken Scully'nin hikayesi daha arka planda ama aslında temel dönüşüm orada. Billy Connolly medyum rahip rolünde sakin ve etkili oynamış.

Aklımda kaldı; büroda Bush'un resmi önünde tema müziğinin çaldığı sahne. Girişte rahibin geniş buzların üzerinde ceset aradığı ve uzun bir sıra ajanın karı tarayarak yürüdükleri sahne.

Sonuç; beğendim

27 kasım perşembe gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0443701/

20 Ekim 2008 Pazartesi

Iron Man (2008)

*** Buzlanma problemini nasıl hallettin? ***

Konusu şöyle; babasının kurduğu silah şirketini sürdüren süper zengin Tony Stark (Robert Downey Jr.) Afganistan'a silah satmaya gittiği gezisinde kaçırılır. Ürettiği silahların dünyada yarattığı yıkımı gören Stark şirketiyle artık silah üretmeyi bırakmaya karar verir. Kaçmak için ürettiği demir adam kostümünü de geliştirerek kötülükle mücadeleye başlar.

Ne anladım; Marvel'ın sinema dünyasına markajı tüm ivmesiyle devam ediyor, her sezon birkaç yeni elemanın serisinin başlamasına da tanıklık ediyoruz. Tek kahramanlı seriler, ekiplerden oluşan seriler sonunda farklı süperkahramanların buluştuğu filmlere de yaklaşıyor. Iron Man ilk filminde olmasa da devam filmlerinde Hulk ile buluşup Avengers oluşumunu başlatma yoluna çıkıyor bu filmle. Fantastik filmlerin yönetmeni Jon Favreau'nun payına düşmüş bu ağır metal kahramanın doğum hikayesi. Dünyadışı varlıklarla bezeli çizgiromanın sinema uyarlaması için gerçekçiliğin en üst düzeyde olduğu bir hikaye ve karakterler seçilmiş. Tony Stark zaten çok yetenekli bir mühendis ve tasarımcı. Süper zengin yaşamı yaptıklarının sonucunu görmesi ve yaşamını bunları önlemeye adamasıyla tamamen değişirken karşısına çıkan siftah düşmanı; kendi yarattığı ürünü kullanan, borsadaki şirketin değerinin düşmesinden endişelenen ortakları oluyor. Para, sermaye ve açgözlülüğün gerçek tehlike olduğu yönündeki tema güzel, ama kendi vatandaşları tarafından acımasızca işkence gören zavallı afgan ailenin yardımına koşanın gene Amerikadan uçup gelen bu adam olması filmin mesajını çok da masumca sunmadığını gösteriyor. Süper traşıyla Jeff Bridges'ın Obadiah Stane'i hem ismen hem de oyuncunun karizmasıyla leziz. Downey Jr. aksiyon filminde nasıl olur acaba diye şüpheyle bakıyordum ama tam ona göre biçilmiş bir karakter olmuş. Sekreteri Potts (Paltrow) ile yakınlaşma sahnelerinde de işin dramatik boyutunu iyi kotarmış bir senaryo var. Gelişmelerden geri kalmamak için bu çizgiroman uyarlamalarını da diziler gibi takip etmek gerekiyor.

Aklımda kaldı; gerçek kostümle ilk uçma denemeleri. Yangın çıkmadan söndürmeye çalışan robot.

Sonuç; idare eder.

http://www.imdb.com/title/tt0371746/

27 Temmuz 2008 Pazar

Jumper (2008)

* Zıpla, zıpla.. Zıplamayan.. *

Konusu şöyle; David Rice Bowl (Hayden Christensen) lisede bir kavgada buzun altına düşer ve o anda daha önceden gördüğü bir yere düşünce gücüyle teleport (ışınlanma) yetisine sahip olduğunu anlar. Bu yetenek banka kasalarına girip kısa sürede zengin biri olmasını sağlar. Ancak yüzyıllardır süregelen bir savaşın piyonlarından biridir.

Ne anladım; Bourne Identity ile iyi iş çıkaran ardından Mr. & Mrs. Smith ile sıradan da olsa sansasyonel bir filme imza atan Doug Liman fantastik bir karakter çalışması ile karşımızda. İzleyene kadar bir süper kahraman filmi olduğunu düşündüğüm hikaye aslında sıradışı bir güce sahip olan ve bunu önce kendi çıkarı için kullanan, sonunda da asil bir savaşa girmek zorunda olan bir gencin hikayesi çıktı. En sevilesi yanı öğle yemeğini Mısır piramidi tepesinde yiyip akşamüstüne Londra'ya zıplama fantezisi. Filmin neredeyse tüm öğeleri dökülüyor. Elemanın gençliğini başka oyuncuya oynatıp 6 yıl sonrasını Hayden'ın canlandırmasından başlayarak hem teknik seçimleri hem senaryo bayağı kötü sonuçlara sebep oluyor. Bu adamın ilk filmi bu olsaydı ikinci işini alamazdı sanırım.

Aklımda kaldı; adam diğerinin dolaylı da olsa ölümüne sebep oluyor, yıllar sonra tekrar karşısına çıkıyor, hiç şaşkınlık yok ve 2 dakika sonra gene arbede çıkarıyor, kız da "aa ne güzel hala yaşıyorsun!" diye sevindirik olup gayet normal birşey gibi devam ediyor. Bu rezillik unutulmaz bir sahneydi.

Sonuç; ne gerek var

22 temmuz salı

http://www.imdb.com/title/tt0489099/

20 Temmuz 2008 Pazar

Resident Evil : Apocalpyse (2004)

** Rezildent **

Konusu şöyle; ilk filmde Umbrella şirketinin kontrol altında tutamadığı t-virüsü bu sefer daha beter yayılır. Tüm şehir tehdit altında kalınca yönetim şehri yoketmeye karar verir. Alice ve yol arkadaşlarının kurtulmak için birkaç saati kalmıştır.

Ne anladım; herhalde bu serinin de hayranları var ki filmlerini çekip para kazanmaya devam ediyor adamlar. Bilimadamı sony vaiosu ile tüm şehrin kameralarını izliyor ve elemanlarımıza yol tarif ediyor ki kızını kurtarabilsinler. Bilgisayar oyunu kalitesini bile tutturamayan senaryo ve efektlerle tek olayı başroldeki güçlü kadın karakterler olan bu seri Lara Croft'la aynı pastayı paylaşıyor. Sebep sonuç ilişkilerini anlatmaya zahmet etmeyen hikayede zombiler de, şirketin amaçları da, Alice'in ekibi kilisede camdan motorla dalacak kadar nokta vuruşu nasıl bulduğu da havada kalıyor. Lise seviyesi çocukların ilgisini ancak çekebilecek bu filmlerin sorunu o yaştaki çocuklara yasaklanması olsa gerek.

Aklımda kaldı; "GTA, Motherfucker! Oh, yeah! Ten points." Grand Theft Auto göndermesi. Nemesis'in binaya yaptığı saldırıda zenci eleman hariç hepsini hedefleyip indirdiği sahne.

Sonuç; ne bekliyordum ki

20 temmuz pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0318627/

28 Nisan 2008 Pazartesi

Cloverfield (2008)

** Bu filmin atasını da sevmezdim ben **

Konusu şöyle; okulun bitmesinin ardından Japonya'ya çalışmaya gidecek olan Rob için bir veda partisi düzenlenir. İnsanların ona vedalarını çekmek için Hud'un eline bir kamera verilir. Partinin başlarında büyük patlama sesleri duyulur ve bir felaket yaşanmaya başlanır.

Ne anladım; Lost'u başımıza saran J.J.Abrams'ın başının altından çıkan ve Matt Reeves tarafından çekilmiş bir felaket filmi. Blair Witch'den hatırladığımız aşırı hareketli kamera gene iş başında çünkü hikaye Hud karakterinin elindeki kameranın gözüyle anlatılmış. Olayın neden nasıl başladığı ve sonunda ne olduğu konularına hiç girmeyen hikaye tamamen o sırada orada olmak nasıl bir deneyim olurdu sorusuna odaklanmış. Bunu yaparken de aksiyon sevmezler için uyduruk iki aşk hikayesi attırmış ortaya. Hud neden bu kadar inanılmaz olaylar yaşanırken kameradan başka bir şey düşünmüyor, Rob orada olup olmadığından emin olmadığı kıza ulaşmak için neden bütün şehri katetmeye çalışıyor ve diğer elemanlar niye peşinde koşuyor. Böyle temel sorulara takılınca da filmden bir tat alınmıyor. Transformers sevenler için yapılmış, teknik olarak eksiksiz ama fazlasıyla yapay.

Aklımda kaldı; görüntülerin bir ay öncesinde çekilmiş bir başka kasedin üzerine çekilmiş olması ve oradan görüntülerin arada karşımıza çıkması hoş olmuş.

Sonuç; zorlama olmuş

26 nisan cumartesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1060277/

24 Nisan 2008 Perşembe

The Nines (2007)

*** Avatarların dünyası ***

Konusu şöyle; ünlü bir oyuncu depresyon sırasında evini yakar ve alkollü araç kullanırken kaza yaparak ev hapsi ile cezalandırılır, bir yazarın senaryosu diziye çekilecektir ancak başrolde oynamasında ısrarcı olduğu kızdan vazgeçerse ve başarılı bir bilgisayar oyun programcısı karısı ve kızıyla yaptığı piknikten dönmek için araçlarına bindiklerinde arabanın çalışmadığını görürler. Bu hikayelerin hepsi de ilginç bir şekilde birbirine bağlıdır.

Ne anladım; genelde Tim Burton filmlerinin senaryoları ile adını duyurmuş olan John August'un ilk uzun metrajı. Temelde yaratıcılık ve bilgisayar oyunu alışkanlıkları veya saplantısı üzerine kurulmuş filmde üç hikaye de aynı oyuncular tarafından canlandırılıyor ve sonuna kadar ilgiyi üzerinde tutuyor ama çok tatmin edici bir şekilde de bitmiyor. Number 23 gibi rakamların gizemi üzerine bir hikaye değil ve türüne korku da denemez. Donnie Darko ve Cronenberg'in Existenz'ini anımsattı bana. Ryan Reynolds üç tipi de aynı şekilde canlandırıyor. Gözümüzün alışmadığı bir tip olan Melissa McCarthy başlarda konuk oyuncu gibi geliyor ama filmin çatısını oluşturuyor.

Aklımda kaldı; filmin başında üç tipin de arabada göründüğü sahne. En sonda mutfaktaki aile sahnesini çok anlamlandıramadım, heralde yaratıcı serbest bırakıyor.

Sonuç; değişik

23 nisan gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0810988/

17 Mart 2008 Pazartesi

The Mist (2007)

*** You don't have much faith in humanity, do you? ***

Konusu şöyle; küçük bir kasabada bir fırtına ufak çapta hasar verir. İnsanlar ertesi gün marketlerden alışveriş yaparken kalın bir sis tabakası tüm kasabayı kaplar. Sisin içerisinde ahtapot kolları gibi yaratıklar dolaşmaktadır ve ortaya çıkan insanlara saldırmaktadır. Büyük bir grup bir markette mahsur kalırlar.

Ne anladım; Shawshank Redemption, Green Mile ve Majestic'den sonra Frank Darabont gene bir Stephen King öyküsünden uyarlama ile karşımızda. Çıta giderek düşüyor. Klasik bir zombi filmi çatısına sahip hikaye anlatımında da bu tür filmlerine dayanıyor. Çok rahatsız edici kamera hareketleri var, kameranın elde duruyormuş gibi küçük düzeltmeler yapması, odağını değiştirme gibi küçük dokunuşlar yadırgatıyor kendini. Ancak bu tür ucuz film numaralarının iş yaratıkları görüntüleme gelince masraftan kaçınılmadığını (gerçi sisten fazla birşey görmüyoruz) görmemizle bir tercih meselesi olduğu vurgulanıyor. Filmin en ilginçleştiği nokta olanları tanrının işlenen günahlara ceza olarak gösterdiği gazabı olarak gören ve giderek güçlenen köktencilere karşı sayıları giderek azalan mantıklı insanların arasındaki gerilimin işlendiği sahneler. Darabont'u da hikayenin bu kısmı çekmiştir sanıyorum çünkü önceki filmleri referans olarak alınırsa giderek aşağıya inen bir yolda. Filmin finali özellikle ilk bakışta değişik bir son olsa da biraz bir insanın gerçekten bir tehlike ortalıkta görünmezken öyle davranması hiç inandırıcı değil.

Aklımda kaldı; dışarı bilinemeyen bir durum varken aklın yerine korkudan beslenen bir akımın kazanacağını konuştukları ve insanlığın bu konuda sabıkalı olduğunu söyledikleri sahne. "Din ve politika nasıl çıktı sanıyorsun?"

Sonuç; izlenir ve unutulur

16 mart pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0884328/

9 Mart 2008 Pazar

I Am Legend (2007)

*** 28 gün sonra da Londrayı gezdik, bi de New York'u gezelim ***

Konusu şöyle; kansere çare arayan bilim adamları genleriyle oynanmış bir virüs yaratarak başarılı olurlar. Kısa süre sonra bu virüs tüm insanlığı zombilere çeviren bir tehdite dönüşür ve dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı ölür, küçük bir kısmı zombi olarak yaşar, bir tek kişi de bağışık olarak hayatta kalır. Virüsün yapımında da çalışmış olan askeri doktor Robert Neville (Will Smith)

Ne anladım; Constantine ile tanıdığımız Francis Lawrance, daha önce Charlton Heston'la sinemaya Omega Man ismiyle uyarlanmış olan bir romanı üçüncü kez aktarıyor. Senaryoda Akiva Goldsman'ın da imzası var. Bu sefer Neville olayın sebebine de bulaşmış, bir bilimadamı olarak tanımlanıyor. Bütün Manhattan ona ait, gerçi yolları otlar bürümüş ve geyikler koşturuyor ama sonuçta tüm şehir emrine amade. Bu fantezi mükemmel biçimde perdeye yansımış. Ancak "gece avlananlar"ın görünmesi ile film zayıflıyor ve bence tırt bir finale doğru sürükleniyor. O ana kadar en üst düzeyde zevk alınıyor o yüzden izlenmeyi hakediyor. Kadının Neville'i kurtarması (nasıl becerdi o işi, oraya gelmesi bile mucize) ve final (madem sen de sığıyosun o deliğe niye girmiyosun kardeşim) ciddi senaryo boşlukları olarak görünüyor. Bir de bu "bak genlerle falan fazla oynayıp tanrının işine karışırsanız felakete sürükleniriz" korkutmacası çiğ kalıyor.

Aklımda kaldı; şehirde geyik avı. Gece avlananlar çok kötü canlandırılmış şehir görüntülerinin mükemmelliği yanında. Neville'in tuzaktan kendini kurtardığı ve yaratıkların saldırdığı sahne.

Sonuç; izlenir

8 mart 2008 ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0480249/

8 Mart 2008 Cumartesi

The Man From Earth (2007)

*** Orada olan adam ***

Konusu şöyle; Profesör John Oldman on yıllık çalışmanın ardından herşeyi bırakıp ayrılmaya karar verir. Diğer öğretim görevlisi dostlarının evinde toplandığı veda partisinde aslında 14.000 yıldır yaşayan ve yaşlanmayan bir adam olduğunu öne sürünce arkadaşları hikayesinin doğruluğunu anlamak için mini bir soruşturma yapmaya başlarlar.

Ne anladım; afişi her ne kadar dünya dışı varlıklarla ilgili bir bilimkurgu gibi gösterse de Jerome Bixby (kendisi Star Trek senaristlerindenmiş ve bu senaryoyu ölüm döşeğinde bitirmiş)'nin senaryosundan Richard Schenkman'ın kotardığı film tam bir bağımsız yapım. 6-7 kişinin bir odada bir kişiye sorular yönelttiği ve zihin jimnastiği yaptığı film ana karakteri itibarıyla K-Pax'i anımsattı. Geri dönüş, canlandırma gibi anlatım unsurlarına hiç başvurmadan sadece dialoga dayalı anlatılınca bir buçuk saatlik bir sohbet olmuş sonuçta, ama senaryonun doğrudan film için yazılmış olması sayesinde takip edilebilir ve bir bütünlüğe sahip yoksa uyarlandığı romanın peşine düşmek gerekecekti. O kadar yıl dayanıp bu sefer çenesini tutamayan, çünkü sonuçta bir insan olan John'un anlattıkları o kadar ilginçleşiyor ki insanlık tarihi hakkında bildiklerimizin ne kadar sınırlı olduğunu yüzümüze vuruyor. Anlatılanlar hayal olabilir ama aynı ölçüde çürütülemeyebilir de. Aynı zamanda akademik dünyanın bile ne kadar dogmacı olabileceğini sergilemesi de çarpıcı. Sonuç itibarıyla görüntü kalitesi ya da oyunculuk ile kesinlikle hatırlanmayacak ama izleyicide vizyon genişletebilecek bir çalışma. Ondört bin yaşında biriyle karşılaşsaydık biz ne sorardık?

Aklımda kaldı; filmin budist söylemi. Jesus isminin oluşumu hakkındaki hikayesi. Finalde baba oğul çıkma ve kalp krizi sahnesi yapmacıklığı ile zayıf kalıyor.

Sonuç; gayet ilginç

8 mart ctesi sabah izledim

http://www.imdb.com/title/tt0756683