Arama

drama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
drama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2010 Salı

The Tourist (2010)

*** Ameliyata iki milyon euro verdin ve bu suratı mı seçtin ***

Konusu şöyle; Rus mafyasından İnterpol'e neredeyse tüm dünyanın peşinde olduğu hırsız/dolandırıcı Alexander Pearce'in sevgilisi Elise (Angelina Jolie) peşindekileri atlatmak için trende fiziksel olarak Alexander'ı andıran bir adamın yanına oturup konuşur. Karısını kaybetmiş, casus romanı seven bir matematik öğretmeni olan Frank Tupelo (Johnny Depp) kendisini bu çekici kadına kaptırır.

Ne anladım; Başkalarının Hayatı ile tanıdığımız Donnersmarck'ın iki yıldız oyuncu ile kotardığı bir yeniden çevrim. Orijinal filmdeki Sophie Marceau bence Jolie'den daha çok uygun bu role. Paris'ten Venedik'e görsel albenisi olan mekanlarda geçen film klasik tadını izleyiciye verebiliyor. İki karakter arasındaki çekimi izah etmekte zorlanması ise senaryonun eksisi bence.

Aklımda kaldı; son jenerikte çalan Starlight (Muse) filmin tonuna mükemmel uyan bir parça. Çatılarda pijamalarla kaçan Frank. Frank'in İtalya'da ispanyolca konuşmaya çalışması ve elektronik sigara da senaryoda çok güzel detaylar.

Sonuç; eğlencelik

25 aralık ctesi günü sinemada izledik

Av Mevsimi (2010)

*** Bakış açısını değiştir ***

Konusu şöyle; ormanlık bir alanda kesik bir kol bulunur. Cinayet masasından tecrübeli detektif Ferman (Şener Şen) ve deli laz İdris (Cem Yılmaz) konuyu araştırmakla görevlendirilir. Eleman eksikliğinden yanlarına çömez Hasan(Okan Yalabık)'ı da alırlar. Araştırma zengin holding patronu Battal'a (Çetin Tekindor) kadar uzandığında bakanların da devreye girdiği ve çözümü zorlaşan bir savaşa dönüşür.

Ne anladım; Yavuz Turgul'un senaryo ve yönetimi ile sinemamızda pek görmediğimiz bir tür filmi denemesi. Öncelikle görüntü yönetiminin tonu ve başarısını kabul etmek lazım. Bir polisiye çekmek de bu kadro için güzel bir deneme olmuş. En ciddi sıkıntı karakterlerin fazla derin olmaması, nihai çözümün filmin adında bile iddia edilen av/avcı/zekaların savaşı gibi sözlerin ağırlığı altında kalması ve dialoglardaki etkileyicilikten uzaklık bana göre. Beni rahatsız eden birkaç kısmını sıralayayım; İdris'in sıkı araba takibine başlar başlamaz Hasan'a antropoloji konusunda laf sokmaya çalışması, gene İdris'in eski karısıyla yakınlaştığı gece, gene İdris'in barda duyduğu şarkı karşısında gösterdiği çocukça heyecan tepkisi vs. vs.

Aklımda kaldı; gölde ilerleyen ve kesik ele ulaşan giriş jeneriği. Ferman'ın ikisini aşağıda haşladığı sahne.

Sonuç; iyi niyetli bir deneme

6 Mart 2010 Cumartesi

$9.99 (2008)

*** Swim like a dolphin ***

Konusu şöyle; Sydney'de bir apartmanda yaşayan bir grup insanın yaşamda anlam arayışı. Küçük bir çocuk oyuncak almak için babasının verdiği bozuk paraları domuzcuk kumbarasında biriktirir, genç bir adam kendisini terk eden sevgilisinin ardında uyuşturucularla hayali arkadaşlarıyla parti yapar, bir başkası yeni süpermodel sevgilisi için vücudundaki kılları traş eder ve bir diğeri hayatın anlamını 9.99'a sunan kişisel gelişim kitapları sipariş eder.

Ne anladım; İsrail asıllı yönetmen Tatia Rosenthal'ın Avustralya ortak yapımı çok kaliteli bir stop motion. Kendi başlarına çok etkileyici kısa hikayeler ve anlarla kurulu hikaye bir bütün olarak içine girilmesi biraz zor bir yumak oluşturuyor. Aynı döneme ait Vals With Bashir'i anımsatan tarzı diğeri farklı bir animasyon olmasına rağmen bir İsrail animasyonundan bundan sonraki beklentileri pekiştiriyor. Ne boyutta model kullanılmış bilmiyorum ama ekrana yansıyan görüntü sinemanın bir çok kadrajı yeniden hamurlarla yaratabilecek bir teknoloji olduğu hissini uyandırdı. Açık zihinle izlenebilecek bir felsefik deneme.

Aklımda kaldı; girişteki kahve için borç isteyen silahlı adamlı sahne. Çocuğun sınıfa gülen kumbarasını anlatışı. Modelin koltukları.

Sonuç; ilginç

5 mart günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0790799/

7 Şubat 2010 Pazar

Up In The Air (2009)

**** We are not swans, we're sharks ****

Konusu şöyle; çalışanlarını işten atmak isteyen ancak bunu kendileri yerine başka bir insan kaynakları şirketine bırakan firmalara Ryan Bingham (George Clooney) ülke içerisinde uçakla seyahat ederek gider ve bu çalışanlarla görüşme yaparak kovar. Ancak artık zaman değişmiştir ve bu işi yapmanın daha teknolojik bir yöntemi denenmektedir. Uçmak dışında bir hayatı olmayan Ryan için bu ölmek gibidir.

Ne anladım; her sene bir izlenesi film çıkartan Jason Reitman'dan bu senenin mahsulü. Senaryolara da el atan yönetmen Clooney'i çok doğru bir rolde kullanıyor. Sahne aralarındaki o bölümün geçeceği şehrin havaalanının havadan görüntüleri Ryan'ın sürekli gözlerinin önündeki manzara. Şehirlerin yukarıdan bakınca o kadar birbirinden farkı da yok. Vera Farmiga'nın canlandırdığı Alex'te hayat arkadaşı olma potansiyeline sıkıca sarılan Ryan'ın sonrasında yaşadığı sürpriz bize de vuruyor aynı şaşırtıcılık ve acıyla. Natalie'nin ise terkediliş biçimi o gözyaşlarının karşısında kahkaha atmamıza neden oluyor.

Aklımda kaldı; J.K. Simmons'un işten atma görüşmesinde Natalie'nin söze karışması, adamın onu feci haşlaması sonrasında Ryan'ın "ama bu senin hep yapmak istediklerini yapman için bir fırsat olabilir" mealinde konuşmasıyla sakinleştirdiği sahne. Ryan ile Alex'in Natalie'ye kendi kuşaklarını anlattıkları sahne. Ryan'ın sunumda yaptığı "sahip olduklarımız arttıkça yavaşlar ve ölürüz" temalı konuşması.

Sonuç; izlenesi

31 ocak pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1193138/

Buddha Collapsed Out Of Shame (2007)

**** Küçük buda ****

Konusu şöyle; küçük Baktay okumayı öğrenmeyi çok ister ve komşusunun oğlu ile bir gün okula gitmek için evden çıkarlar. Okul eşyalarını almak için yumurta satmak, yoluna devam edebilmek için savaş oyunu oynayan erkek çocuklarını aşmak, okula ulaşabilirse de derse gitmek için önyargıları aşmak zorundadırlar.

Ne anladım; ünlü İran'lı yönetmen Muhsin Makmalbaf'ın kızı Hana'nın 19 yaşındayken ortadoğuda eğitim, yoksulluk, kadınların durumu gibi konuları çerçevelediği ve küçük amatör oyuncular üzerinden anlattığı acı filmi. Kamera, renk, görsellik, teknik gibi unsurlarıyla değerlendirildiğinde sınıfta kalabilecek film çevçeveleri, samimiyeti, hikayesinin basitliği ve aktardıklarıyla görevini layığıyla yapıyor. Taliban'ın dev Buda heykelini yok etmesinin görüntüleri ile açılan ve Buda Utancından Yıkıldı başlığı ile sunulan film bir müslüman İran'lı yönetmenin; aşırı dinci Afgan Taliban'ların yarattığı, yalnız erkek çocukların okula gitmelerine izin verilen, kadınların yalnız burka giyerek insan içine çıkmasına izin verilen, ruj sürdüğü için öldürülebildiği bir dünyayı küçük bir kız çocuğunun gözlerinden sorgulaması.

Aklımda kaldı; önce Taliban'cılık oynayan çocukların sonra da Amerikan'cılık oynamaları ama sonuçta gene şiddetin tarafında olmaları. Açık hava derslikleri.

Sonuç; izlenir.

30 ocak cumartesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt1094627/

25 Ocak 2010 Pazartesi

Law Abiding Citizen (2009)

*** Can't fight fate ***

Konusu şöyle; evine girip karısı ve kızını öldüren katillerden biri savcı Nick Rice (Jamie Foxx) ile anlaşıp dışarı çıkınca, Clyde Shelton (Gerard Butler) tüm adalet sistemine savaş açar.

Ne anladım; F. Gary Grey'in filmi ailesi gözleri önünde öldürülen ve intikam saplantısı dışında hayata tutunacak bağı kalmayan adam hikayesini anlatıyor. Ancak aynı hikayeyi yeniden anlatmasını mazur kılacak bahaneye de sahip; mağdur hapisteki hücresindeyken bile onlarca insanı öldürebiliyor ve tüm şehri sarsacak eylemler yapabiliyor. Bu gizem sayesinde olaylar zıvanadan çıktıkça iki başrolün de usturuplu oyunuyla komediye dönüşmüyor. Bol saçmalıkları dolayısıyla ciddiye alınması mümkün değil ancak Crank, Saw gibi utanılarak zevk alınabilecek bir eğlencelik.

Aklımda kaldı; kemikle cinayet. Yargıcın öldürüldüğü sahnede yok artık dedim tabi daha sonunu görmemiştim.

Sonuç; eğlencelik

24 ocakta izledik

3 Ocak 2010 Pazar

Hurt Locker

** The rush of battle is often a potent and lethal addiction, for war is a drug **

Konusu şöyle; Irak'ta görev yapan bomba imha ekibinin başçavuşu bir görevde ölünce yerine William James (Jeremy Renner) gelir. Daha ilk günden sanki ölmek istiyormuş gibi gözükara davranışları tüm ekibin hayatını tehlikeye atar.

Ne anladım; Kathryn Bigelow'u yıllar sonra yeniden ve daha da tepeye taşıyan film de açıkçası bende yarıştığı eski kocasının filmi ile aynı şekilde hiç heyecan uyandırmadı. Büyük kısmı bomba imha ekibinin birkaç değişik vakasından oluşan sahneler ile film aksiyona mesafeli duruyor. Çok doğru bulduğum bir yorumun özeti şöyle; onların ruh haline odaklanan bir hikaye olmasına rağmen saldıran değil aksine terörist yerlilerin yaptıklarını engellemeye çalışan, dolayısıyla orada bulunmalarını haklı göstermeye çalışan, üstüne de geri dönünce de rahat edemeyen tavrıyla bir propaganda filmine daha yakın görünüyor. Belki de sadece insan psikolojisi ile ilgili tespit yapıyordur ve savaş tutkunu bir adamın profilidir ama ben anlamadım değerini.

Aklımda kaldı; yatakhanede debelenme sahnesi. Afişte de yer alan bomba öbeğini ortaya çıkardığı sahne.

Sonuç; tırt

http://www.imdb.com/title/tt0887912/

2 ocak günü izledim

5 Aralık 2009 Cumartesi

Marley & Me (2008)

**** Kelepir köpek ****

Konusu şöyle; muhabir olmayı isteyen John Grogan (Owen Wilson) artık bir çocuk isteyen karısı Jennifer'ı (Aniston) bir süre idare etmek için bir köpek alır. Raggae üstadından esinlenerek Marley adını verdikleri köpek evdeki herşeyi kemiren, bacaklara sürtünen, dünyanın en kötü köpeğidir ama yaşamı boyunca ailenin vazgeçilmez bir birey olur.

Ne anladım; aynı isimli gazetecinin otobiyografik öyküsünden uyarlanan bu hikaye kesinlikle yeni bir Beethoven değil. Filmin adında ve afişinde geçmesine rağmen burada özne ismin ikinci yarısı yani John. Bir çiftin çok yaramaz bir köpekle komik maceralarını vaat eden köpük bir komedi olarak başlayan hikaye ikinci yarısında John'un olmak istedikleri ile yapmak zorunda oldukları arasındaki gerilime, Jennifer'in işkadınlığı ile annelik arasındaki seçimine, bu ailenin on yıla yayılan epik öyküsüne odaklanarak izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Yeni bir konuşan köpek hikayesi izleme korkusuyla başlanan filmi de salya sümük bitiriyoruz. Bu arada filmin en büyük sürprizi izlerken tanıyamadığım köpek eğiticisi rolündeki Kathleen Turner.

Aklımda kaldı; gerçi kötü bitiyor ama köpek sahilinde özgürlük anları. Veda sahnesi.

Sonuç; iyiymiş.

4 aralık cuma günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0822832/

14 Kasım 2009 Cumartesi

Che : Part Two (2008)

**** Comandante ****

Konusu şöyle; Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) 1967 yılında Küba'lı küçük bir grup ile devrim yapmaya Bolivya'ya gelir. Bu kez devrimcilerin başında yer alacaktır ancak olaylar beklenen şekilde gelişmez.

Ne anladım; Soderbergh'in Che'yi anlattığı devasa filmin bu ikinci bölümü Bolivya'da başarıya ulaşamayan çabaları içeren yaşamının yaklaşık son bir yılını içeriyor. Başından sonuna bir yaşam hikayesi yerine Che'yi Che yapan iki efsanevi dönemi; Küba'da Castro ile tam bir devrim ve komünizmin uygulanmasına giden başarı ve Bolivya'da Amerikan destekli kontrgerilla tarafından katledilip efsaneye dönüşmesini derinlemesine ele alıyor. Küba'da halkla bütünleşen ve Fidel'in siyasal beyin olduğu hareketteki güçlerin olması gerektiği şekilde dağılması istenilen sonucu getirirken Ernesto'nun sonraki deneyiminde köylülerden gelmeyen bir isyanı dayatıyor konumuna gelen, bir yabancının başında olduğu bir harekete destek bulunamayan ve nihayetinde CIA'in gayet güçlü desteğiyle çılgın romantik derecesinde zayıf kalan hareket çözülmese de güçlenemeden eriyip gidiyor. Belki de önceki başarısı kendisine aşırı bir güven sağlıyor ve Guevara astım ilaçlarını yanına almayacak kadar zarar görmez biri olduğunu düşünüyor ve gene aynı sebeple imkansız bir savaşa balıklama dalıyor sonucu çıkarılabilir. Soderbergh gene sağlam görüntülerle izleyiciyi gerillalardan biriymişçesine olayların içerisine katıyor. Devrimcinin hayatının ve uzun dönüşümünün her önemli noktasını içermiyor senaryo (gençlik yılları, Castro ile tanışmadan önceki fikirleri, iki film arasındaki dönem gibi noktalara hiç değinilmiyor örneğin) ancak temiz bir çerçeve içerisinde önemli bir portre çiziyor.

Aklımda kaldı; atı bıçakladığı sahne. Son anlarındaki öznel çekim. Son sözler "Shoot. Do it. Shoot me, you coward! You are only killing a man. You will never kill my spirit, or the spirit of the revolution!"

Sonuç; iyi

14 kasım günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0374569/

9 Kasım 2009 Pazartesi

State Of Play (2009)

**** List of who eats free at Ben's - Bill Cosby - No one else ****

Konusu şöyle; yolsuzluklarla mücadele eden kongre üyesi Stephen Collins'in (Ben Affleck) yanında çalışan bir kız ölü bulunur. Olayın araştırmasında polisin yanında Stephen'ın okuldan arkadaşı Cal (Russell Crowe) da yer alır. Araştırmada Stephen'ın kızla ilişkisi ortaya çıkar ve karısı ile de arası bozulur.

Ne anladım; Tony Gilroy'un elinden çıkan senaryoyu sinemaya uyarlayan Last King Of Scotland ile bildiğimiz Kevin Macdonald. Aynı senaristten çıkan Michael Clayton gibi sağlam bir politik gerilim çıkmış gene ortaya, Robert Redford'lu Sydney Pollack'lı dönemin tadını hissettiriyor. Rachel McAdams'ın karakteri hırslı yeni gazeteci eski blog yazarı, sert patron Helen Mirren, aldatılan eş Robin Wright Penn ile kadın karakter ve oyuncular kontenjandan değil sağlam altyapılarla katılıyorlar gösteriye. Kara filmlerin en gözde işyeri olan gazete binası
dijital devrimin baskısı altında belki de son heybetli duruşunu sergiliyor. Russell Crowe'un tombul yanaklı, hırpani, ağlanacak omuz Cal karakteri de özdeşleşilebilecek bir havalı adam.
Aklımda kaldı; gazete mekanı.

Sonuç; iyi

8 kasım günü izledik

8 Kasım 2009 Pazar

Kıskanmak (2009)

**** Tatlılardan ne yicez? ****

Konusu şöyle; Cumhuriyet'in ilk yıllarında Zonguldak'ta göreve gelen mühendis Halit (Serhat Tutumluer) güzel karısı Mükerrem (Berrak Tüzünağaç) ve evde kalmış kız kardeşi Seniha (Nergis Öztürk) ile birlikte yaşarlar. Mükerrem kentin zengin ailelerinden birinin oğlu Nüshet ile ilişkiye girer ve bu durumu kocasından gizlemek için Seniha'dan yardım bekler.

Ne anladım; Zeki Demirkubuz'un ilk dönem filmi çalışması. Kostümlü, balo sahneli bir giriş insanı güzel bir şaşırtıyor. Sonrasında film bir Demirkubuz filminden beklenecek şekilde üç karakterin durumlarına odaklanıyor. Romana ne kadar bağlı kalıyor bilemiyorum ama filmin ikinci yarısında yönetmenin ağırlığı iyiden iyiye hissediliyor. Tüzünağaç'ın başarılı diyemem ama durumu idare eden oyunculuğu Nergis Öztürk'e biraz yapay çirkinleştirilmiş hissi verse de unutulmaz bir Seniha performansında yardımcı oluyor. Her üç karakter de pasif varoluşçu karakterler olarak başlarken sırayla her birinden beklenmeyecek dönüşler izlediğimiz hikayede görsel olarak da değişik denemeler var.
Aklımda kaldı; "Ya niye böyle şeyler yaptı ki şimdi bu?" sorusuna değişik bir yanıt veren Seniha'nın son monoloğu. Nüshet ile Halit'in karşılaştığı sahne. Zifiri karanlık içerisinde Halit'in gaz lambasını yaktığı sahne.

Sonuç; iyi.

7 kasım cumartesi günü izledik

My Sister's Keeper

**** Engineered baby ****


Konusu şöyle; Kate (Cameron Diaz) ve Brian Fitzgerald'ın (Jason Patric) kızları Anna, büyük kızkardeşi lösemi hastası Kate'in tedavisi için ailesi tarafından
sürekli tıbbi müdahalelere zorlandığı ve bunun sona erdirilmesi isteğiyle bir avukata başvurur.

Ne anladım; usturuplu dramaların yönetmeni Nick Cassavetes, Jeremy Leven ile yazdığı senaryodan çekmiş filmi. Abigail Breslin ve Cameron Diaz'ın hastası değilim, afişe bakınca da duygusal bir kanser draması çıkacakmış gibi görünüyor. Ama yönetmenin hatrına bir şans tanıdık ve değdi kanımca. Evet ağlamaklı bir drama ama özgünlüğünü de sağlayabilmiş bir senaryo var ortada. Anne baba verdikleri zor karar sayesinde hayatlarını bir şekilde devam ettirebilmiş ancak küçük kızın artık büyüyüp kendine ait kararları olabileceği gerçeği ile diğer kızlarını kaybetme gerçeği ile karşı karşıya kalıyor. Baba Anna'yı birey olarak kabul etmeye çalışırken anne kendi otoritesine bir saldırı olarak algılıyor. Kate'in de mesleği avukatlık olduğundan mahkeme salonundaki dava merkeze yerleşirken finalde bambaşka bir yöne dönerek asıl meseleyi basit bir haklılık mücadelesinin dışına da başarıyla taşıyor.


Aklımda kaldı; Taylor ile Kate'in hastane aşkı.


Sonuç; başarılı



8 kasım pazar izledik


http://www.imdb.com/title/tt1078588/

30 Ekim 2009 Cuma

Wit (2001)

**** I trust this will have a soporific effect ****


Konusu şöyle; kanser teşhisi konulan Profesör Bearing (Emma Thompson) hayatını yeniden gözden geçirmeye başlar.


Ne anladım; Mike Nichols'dan Emma Thompson'un senaryosuna da katkıda bulunduğu televizyon draması. Ana karaktere ölümcül kanser teşhisinin konulması ile başlayan ve onun hastanedeki tedavi süreci süresince orada yatan başka bir hastamışız gibi kamerayla konuşarak kariyerine karar verişinden duygusal duvarlarını kuruşuna bir özet geçilen hikayesini usta ekip melodrama hiç yüz vermeden aktarıyor. Thompson'ın oyunu müthiş. Şiir gibi duygusal olduğu düşünülen bir konunun soğuk uzmanı sağlık gibi özünde insani olması gereken bir sorunla karşılaştığında kendi yarattığı hayatın benzeri bir ayna ile karşılaşıyor. Özellikle dialogları ve monologları çok başarılı.

Aklımda kaldı; buz yalama sahnesi (akla kötü birşey gelmesin). Öğretmeninin geldiği sahne.


Sonuç; çok iyi


30 ekim günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0243664/

20 Ekim 2009 Salı

Hunger (2008)

**** Ölüm orucu ****

Konusu şöyle; 1980'lerin başında hücre hapsinde tutulan ama siyasi tutuklu değil adi suçlu olarak kabul edilen IRA mensupları bu durumu mahkum elbiselerini giymeyi reddederek protesto ederler. Şartlar kötüleşince Bobby Sands'in (Michael Fassbender) de aralarında olduğu bir grup ölüm orucunu başlatır.

Ne anladım; Steve McQueen'in yazıp yönettiği film bir hikaye örgüsünden ziyade durum tanıklığı bakış açısından hapishanelerde şiddet olgusunu ele alıyor. Önce bir gardiyanın ellerindeki kan ve yaralardan işkence yaptırılanların tarafından bir kesit alıyor. Sonra kıyafet direnişi ve bunun sonucunda hücrelerde dışkılarından kurtulmak için duvara sıvamak zorunda kalan ve sürekli dayak yiyen mahkumların durumunu izliyoruz. Bu koşulların sonucunda ise ellerinde direniş için kendi vücutlarından başka bir silahı olmayan mahkumların sözcüsü konumundaki Sands'in rahiple yaptığı eylem üzerine uzun bir tartışma ve ölüm orucunu izliyoruz başından sonuna. Sands neden bu eylemi tercih ettiğini anlatırken rahip de bu eylemin daha az zarar verici ve verimli bir başka yolunu aramaya ikna etmeye çalışıyor. Eylemin IRA temsilcileri tarafından yapılması filmin anlatısı içerisinde önemli bir nokta değil. Dünyanın büyük bölümünde devletlerin yasadışı kontrgerilla faaliyetlerinin yanında sistematik olarak hapishaneleri işkencehane olarak kullanmaya başladığı ezici dönemin başlangıcı olan bu tarihlerin
anlatısı bu. Yanında okuma parçası olaran 12 eylül ve sonrasında buradaki hapishaneleri anlatan Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler kitabına bakınca yöntemlerdeki inanılmaz aynılık dünya çapında yayılan amaçlı ve sistematik bir vahşetin de varlığını üzerek gösteriyor. Fassbender birkaç sene önce Christian Bale'in Makinistte yaptığına benzer şekilde anormal zayıflayarak fiziksel bir performans sergileyerek insanın nasıl açlıktan öleceğini alenen gösteriyor.

Aklımda kaldı; onbeş dakikalık Sands rahip diyaloğu. Geyik hikayesi.

Sonuç; etkileyici.

20 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0986233/

16 Ekim 2009 Cuma

Che : Part One (2008)

**** Vatan yahut ölüm! ****


Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.


Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?


Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.


Sonuç; iyi


16 ekim sabahı izledim


http://www.imdb.com/title/tt0892255/

12 Ekim 2009 Pazartesi

(500) Days Of Summer (2009)

***** This is a story of boy meets girl. But you should know up front, this is not a love story. *****

Konusu şöyle; tebrik kartları üreten bir şirkette yazar olarak çalışan Tom (Joseph Gordon-Levitt) yönetici asistanı olarak işe başlayan Summer'a (Zooey Deschanel) görür görmez aşık olur. Toplamda beşyüz gün süren ilişkilerinden parçalar halinde neler olduğunu izleriz.

Ne anladım; klip yönetmeni Marc Webb'in ilk uzun metrajı. İlişkiler üzerine yapılmış Annie Hall, Eternal Sunshine, Once gibi modern klasiklerin yanına rahatlıkla alınıp konulabilecek kadar iyi bir anlatı. Bağımsız tadında ama cgi ve kurgu tekniklerini sürekli zorlayan dinamik yapısı, üzerine zamanda bir ileri bir geri zıplaması hafıza üzerine olan hikayeye uygun. Bitmiş bir ilişkinin ardından erkeğin zihninden olayları hatırlamasına tanık oluyoruz, bazı günler güneşli bazı günler puslu. Kırılgan erkek Tom ruh ikizi ve ölümsüz aşk gibi romantik kavramlara küçüklüğünden beri inanmış erkek, Summer kendisini birinin kızarkadaşı olarak nitelendirmeye bile tahammül edemeyen, bir ilişkiye girmeye hiç niyeti olmayan, upuzun saçlarını gözünü kırpmadan kesebilen kız, en başından itibaren de gayet dürüstlükle bunu söylüyor. Parçaları birleştirerek görüyoruz ki zamanla Tom, Summer'ın bu söylediklerini anlamamakta ısrar edip kendisini giderek kaptırırken, kız bugünü yaşamaya devam ediyor. Summer'ın dünyasına çok fazla girmeden Tom ile beraber dolaşıyoruz hep çünkü bu hikaye, tanıştığı kızı ulaşılmaz yerlere koyan ama gerçekte mükemmel çift olmadıklarının farkına varamayan adamın hikayesi. Ayrıldıktan kısa bir süre sonra kızın evlendiği haberini alması ve parktaki kısa konuşmaları da zaten hikayenin ana fikrini özetliyor. Joseph Gordon-Levitt Tom rolünde dans ediyor, içip içip şarkı söylüyor, duygusallaşıyor cıvıyor, kısacası her şeyi yapıyor. Bazı sahnelerde Heath Ledger'ı da çok andıran eleman çok başarılı. Smiths'li soundtrack de de çok iyi şarkılar var (Wolfmother'ın Vagabond'una tenis topuyla ritm tutarak katıldığı ve mimarlık çalışmalarına başladığı ya da müzikal dans sahneleri çok iyi bir müzik kullanımına örnek).

Aklımda kaldı; unutulmaz bir Ikea sahnesi "Hayatım musluk bozuk" Tom'un sinematekte Dolce Vita, Seventh Seal gibi filmlerde kendisini gördüğü sahneler. Sid ve Nancy muhabbeti. Karaoke sahnesi. Aynı Summer montajı üzerine bir onu nasıl sevdiğini bir de ondan nasıl nefret ettiğini anlattığı sahneler. Ekranın ikiye bölündüğü, solda beklenen sağda gerçekleşeni izlediğimiz sahne. "No, Paul, no jobs. I'm still unemployed." "Roses are red, violets are blue... fuck you, whore."

Sonuç; mükemmel

11 ekim pazar günü Capitolde izledik

http://www.imdb.com/title/tt1022603/

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duellists (1977)

**** Nothing cures a duellist ****

Konusu şöyle; Napolyon'un Fransa'nın başına geçtiği yılda subay D'Hubert (Keith Carradine) Feraud'u (Harvey Keitel) çağırmakla görevlendirilir. Bu sırada D'Hubert'in davranışını kendisine hakaret olarak algılayan Feraud subayı düelloya davet eder ve uzun yıllar boyunca sürecek bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Ridley Scott'un Alien'den önce çektiği ve ilk uzun metraj filmi olan bu kostümlü dönem filmi klasik bir drama değil. Düelloya ve meydan okumaya doyamayan, filmin büyük kısmında pek konuştuğuna tanık olmadığımız Feraud'un acaip hırsı ve tutkusu hayatını ölüm ve onur kavramlarıyla içiçe geçirmeye alışmış ve buna bağımlı bir canki görünümü çiziyor. Yanında bulunduğumuz D'Hubert ise bu düşmanı kendine edinen, arkasını dönüp kaçamayan ve sakınmak için elinden geleni yapan ama nihayetinde sürekli bu kötülükle karşı karşı gelmeye mecbur kalan bir adam. Bir Rus cephesinde karlar içinde, bir Fransa kırsalında çimler üzerinde çeşitli silahlarla birbirini öldürmeye çalışan ama oyunun kurallarını bozmayan bu iki adamın hikayesi hem senaryo hem de müthiş sinematografisi ile çok üst düzey bir ilk film. Tarzı ile bir Peter Greenaway filmini anımsatıyor.

Aklımda kaldı; en son kadrajda Feraud bir tepeden aşağıya bakar, inanılmaz bir görüntü.

Sonuç; izlemek lazım.

23 eylül günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0075968/

Sunshine Cleaning (2008)

** Big Miss Sunshine **

Konusu şöyle; lisedeki aşkı Mac (Steve Zahn) başkasıyla evlenmiş olan ama ondan olan oğluna bir gelecek sağlamaya çalışan Rose (Amy Adams) amaçsız kız kardeşi Norah (Emily Blunt) ile birlikte suç mahalli temizleme işine girişirler. Bir yandan Mac ile hala arada birlikte olup karısını terk edeceği ümidini taşıyan Rose diğer yandan lisede beraber okuduğu arkadaşları ile yıllar sonra bir araya geldiğinde onlardan ne kadar uzak ve başarısız bir hayat yaşadığının ezikliğinden kurtulmak ister.

Ne anladım; bağımsız tadında sevimli film kategorisine uyan, isminin hatırlattığı diğer filme yapımcıları ve oyuncuları ile de organik bağı olan film sıradan insanların kendilerini Amerikan rüyasına ulaştırabilecek bir adımı atması ve bunu ilginç bir fikirle yapması üzerine kurulu bilindik üzere. Bu sefer fikir kanlı olayların geçtiği mekanların temizlenmesi için yüksek ücretle çalışan firmalara küçük bir alternatif oluşturmak ve iki kızın ellerine bezi alıp beyin parçaları ve kan göllerini temizleyerek bu soğuk durum içerisinde insancıl yanları da ortaya çıkartması üzerine kurulu. Karakterlerin hikayeye göre işlenmek yerine önceden denenmiş parçaların bir kolajından oluşması bir bütünlük hissi vermiyor. Çocuk Finding Neverland'den, baba Little Miss Sunshine'dan, kız kardeş herhangi bir depresif karakter (örneğin gene LMS'in punk abisinin kız versiyonu da diyebiliriz) , tek kollu dükkan sahibi hariç hepsi bildik ve ilgi çekmeyen tipler. Her yanıyla standart hale gelen bir şablona bağlı çekilmiş vasat bir drama.

Aklımda kaldı; Winston'un maketleri ve acil durumda çocuğa bakıcılık yapması. Kedi peşinde koşarken evin kökten temizlendiği sahne.

Sonuç; gereksiz.

19 eylül cumartesi günü izledik

14 Eylül 2009 Pazartesi

Inglourious Basterds (2009)

***** I'm gonna give you a little somethin' you can't take off. *****


Konusu şöyle; İkinci dünya savaşının ortalarında Alman işgali altındaki Fransa'da Yahudi Avcısı Binbaşı Hans Landa (Christopher Waltz) genç bir kız olan Shosanna'nın ailesini katleder ama kızın kaçmasına izin verir. Savaşın sonlarına doğru ailesinden kendisine kalan sinemayı işleten Shosanna Alman ordusunun Hitler dahil neredeyse tüm üst düzey komutasına gösterim yapmak zorunda kalır. Bunu bir intikam fırsatına dönüştürürmeye çalışırken aynı gösterimde benzer bir saldırı düzenlemeye çalışan başkaları da vardır; Teğmen Aldo Raine'in (Brad Pitt) liderliğindeki nazi öldürme timi Inglorious Basterds.


Ne anladım; QT'nun onuncu filmi sayılabilecek bu vahşi batı (avrupa) filminin bir yerinde sinema sahibi Shosanna kendisine asılan askere ayar vermek için "Biz yönetmenlere önem veririz" diyor. Bir laf sokmanın ötesinde yazan yöneten ve filminin her noktasına hakim olan bir yaratıcı olarak sinema serüveninin başından beri bir auteur olmayı hedeflediğini açıkça ortaya koyan Tarantino filmin son karesinde Teğmen'in izleyicilere doğru söylediği gibi "en büyük eseri"ni ortaya koyuyor gibi. Şahsen Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction sonrası filmlerine genelde mesafeli bakan biri olarak sinemada o eski tadı sonuna kadar aldığım bir film oldu bu seferki. İnanılmaz oyuncu yönetimiyle Christopher Waltz'ın oyunu başta olmak üzere (oynamaya bayılırım diyip el çırpan çocuksu tavırlarından tekinsiz hallerine kadar müthiş) Brad Pitt gene "kopartıyor". Til Schweiger kendi yönettiği filminde çok karizmatik bir adamı canlandırmaya çalışırken zayıf kalmıştı, ama burada rolünü aslında nasıl yapması gerektiğini Tarantino göstermiş sanırım ona. Girişteki sahne elbette çok başarılı. Ama onun yanında klostrofobik bar sahnesi uzun süresine rağmen yağ gibi akıyor. Sinemadaki galanın girişinde aslında sıradan bir sahnenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceği görünüyor. Ben filmi Tarantinonun filmlerini sevme sıralamamda PT ile RD arasına ikinci sıraya koydum.


Aklımda kaldı; ekibin italyan hali en komik yeri. Ağız sulandıran tatlı yeme sahnesi. Yanan perdeden bulut gibi havada asılı kalan kızın görüntüsü. "German three". "Au Revoir Shosanna!" "Jew Bear" ve Hugo Stiglitz'in tanıtıldığı sahneler.


Sonuç; über alles.


12 eylül cumartesi günü izledim.


http://www.imdb.com/title/tt0361748/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

The Soloist (2009)

*** Gene Jamie Foxx müzisyen, Robert Downey Jr. gazeteci ***

Konusu şöyle; Los Angeles'lı gazeteci Steve Lopez (Robert Downey Jr.) hikaye ararken Juliard'da eğitim gördüğünü söyleyen iki teli kalmış bir kemanı çalmaya çalışan ve kontrolsüzce konuşan Nathaniel Ayers (Jamie Foxx) ile karşılaşır.

Ne anladım; iki sene önce Atonement ile ödüllere adaylıklar kazanan Joe Wright'ın sonraki bu filmi gerçekten yazar Steve Lopez'in kitabından uyarlanmış. Öncelikle Lopez'in geçirdiği bir kazayı görüyoruz, ağzı burnunun dağıldığı bu kazanın ardından gazetesine döndüğünde boşandığı karısının da aynı yerde çalıştığını hatta patronu olduğunu ve iş hayatının mekanik ve karanlık dünyasına tanık oluyoruz. Hikaye arayışında karşılaştığı evsiz ise müziği içten yaşadığı belli olan biri ve onun bu tutkusunu Steve'de hissediyor. Ona istediğine biraz olsun yaklaşmak konusunda yardımcı olmaya çalışıyor. Oyunculuklarla ilgili bir sorunu olmamasına rağmen ister istemez filmi Shine ile karşılaştırdım ve derinlik anlamında ona yaklaşamayan bir film bu. Yalnız Lamp isimli yardım kuruluşu ile arka sokaklar o kadar güçlü anlatılmış ki sırf bu kısım üzerine çok güçlü bir belgesel çıkabilirmiş. Simge kullanımında da görünenin daha fazlasını anlatıyor hissi vermesine rağmen filmin sonuna yaklaşıldıkça tatmin etmiyor. Düşmüş bir müzisyenin yeniden keşfi desem değil, evsizlere dikkat çekmeye çalışıyor desem o da değil, daha doğrusu ikisi de tek başına bu filmi tanımlamıyor. Küçük ve duygularla ilgili bir film desem müziği görselleştirmek gibi anlara giriyor, ya da karakterin geçmişinden sahneler göstermek için zamanda oynamalar yapıyor. En iyisi çok da kafa yormamak, en azından Beethoven dinliyoruz.

Aklımda kaldı; çellonun alışveriş sepetinde Steve Lopez'e seyahati.

Sonuç; biraz dağınık

23 ağustos pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0821642/