Arama

25 Aralık 2009 Cuma

Paranormal Activity (2007)

** Sen uyurken **

Konusu şöyle; genç bir çift, Micah ve Katie, banliyöde yeni taşındıkları evde garip sesler duymaları üzerine gece uykuları sırasında neler olduğunu görmek için kamera düzeneği kurup gizemi çözmeye karar verirler.

Ne anladım; İsrailli yönetmen adayı Oren Peli bulduğu fikri kendi evi ve kızarkadaşını kullanarak düşük bir bütçeyle çeker ve Blair Cadısının üzerinden yeterince zaman geçtiğini düşünen sinema devleri yeni bir bomba diye piyasaya salar bu filmi. Gerçi Cloverfield ile aynı zamana denk düşen, gene olaylar bittikten sonra bulunan görüntüler sahte belgeseli temasını kullanan bu film ile bunlar bir türe dönüşmeye başlıyor, çünkü genç ve bütçesiz film yapmaya çalışan sinemacılar için uygun bir çıkış noktası. Belki de tam bu yüzden olmuş bitmiş bir şeyleri kameradan izliyorum rahatlığı ile normalde korku filmlerine mesafeli duran ben hiç sıkıntı çekmeden bitirdim filmi. Zaten türü de pek sevmem, sonunda "ee yani?" sorusu ile boşa geçen vakte yandım, iyi ki süresi kısa filmin.

Aklımda kaldı; sonunu söyleyemeyeceğim ama son karesi tek başına akılda kalıcı.

Sonuç; gereksiz

25 aralık 2009 da izledik

http://www.imdb.com/title/tt1179904/

5 Aralık 2009 Cumartesi

Marley & Me (2008)

**** Kelepir köpek ****

Konusu şöyle; muhabir olmayı isteyen John Grogan (Owen Wilson) artık bir çocuk isteyen karısı Jennifer'ı (Aniston) bir süre idare etmek için bir köpek alır. Raggae üstadından esinlenerek Marley adını verdikleri köpek evdeki herşeyi kemiren, bacaklara sürtünen, dünyanın en kötü köpeğidir ama yaşamı boyunca ailenin vazgeçilmez bir birey olur.

Ne anladım; aynı isimli gazetecinin otobiyografik öyküsünden uyarlanan bu hikaye kesinlikle yeni bir Beethoven değil. Filmin adında ve afişinde geçmesine rağmen burada özne ismin ikinci yarısı yani John. Bir çiftin çok yaramaz bir köpekle komik maceralarını vaat eden köpük bir komedi olarak başlayan hikaye ikinci yarısında John'un olmak istedikleri ile yapmak zorunda oldukları arasındaki gerilime, Jennifer'in işkadınlığı ile annelik arasındaki seçimine, bu ailenin on yıla yayılan epik öyküsüne odaklanarak izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Yeni bir konuşan köpek hikayesi izleme korkusuyla başlanan filmi de salya sümük bitiriyoruz. Bu arada filmin en büyük sürprizi izlerken tanıyamadığım köpek eğiticisi rolündeki Kathleen Turner.

Aklımda kaldı; gerçi kötü bitiyor ama köpek sahilinde özgürlük anları. Veda sahnesi.

Sonuç; iyiymiş.

4 aralık cuma günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0822832/

4 Aralık 2009 Cuma

2012 (2009)

*** When they tell you not to panic... that's when you run! ***

Konusu şöyle; Maya takviminde kıyamet gibi bir son olarak görünen 2012 yaklaşırken bu başarısız yazar/limuzin şoförü Jackson Curtis (John Cusack) olayların başlamasıyla çocuklarını kurtarmaya çalışır. Bir kaç yıl öncesinden bilim adamları olayları görmüş, devletleri uyarmış, devasa gemiler gizlice inşa edilmeye başlanmıştır ve sadece insanlığın şanslı bir azınlığı bu gemide yer alabilecektir.

Ne anladım; felaket fantezilerinden ekmek yiyen Roland Emmerich gene fırsatı kaçırmıyor ve tüm dünyayı gene perdede altüst ediyor. Kendini feda eden Amerikan başkanı başarısız bir duygusallık katma denemesi, rus zengin tiplemesi de çeşitlilik olsun diye konulmuş gibi yapaylık hissettiriyor ama rus pilot ve Woody Harrelson'un Charlie Frost'u filmin en renkli tipleri. Yarın dünya üzerinde yaşamın yok olacağını bilsek nelere değer verirdik fikrini Nuh'un gemisi ile birleştiren filmi zaten devasa patlama, yıkılma ve kaçış sahneleri haricinde bir sebeple izlemek isteyen var mıdır bilemiyorum. Ama vaad ettiklerini gayet iyi yapıyor, üstüne üstlük görünce içimizin rahatladığı Cusack başta olmak üzere oyuncular izliyoruz. Tsunamiden 10 metre uzaktaki Hintlinin sulara gömülürken hala cep telefonundan konuşabiliyor olması mantıklı mı? Bu film kafa yormak için değil ki..

Aklımda kaldı; limuzinle kaçış sahnesi. Dev geminin kapılarındaki sahne görsel hafızada rahatlıkla iz bırakabilecek büyüklükte. Yuri'nin kokpitteki uçağın burnunu kaldırma sahnesi. Frost'un meczup halleri.

Sonuç; pişman değilim

4 aralık günü izledik

14 Kasım 2009 Cumartesi

Che : Part Two (2008)

**** Comandante ****

Konusu şöyle; Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) 1967 yılında Küba'lı küçük bir grup ile devrim yapmaya Bolivya'ya gelir. Bu kez devrimcilerin başında yer alacaktır ancak olaylar beklenen şekilde gelişmez.

Ne anladım; Soderbergh'in Che'yi anlattığı devasa filmin bu ikinci bölümü Bolivya'da başarıya ulaşamayan çabaları içeren yaşamının yaklaşık son bir yılını içeriyor. Başından sonuna bir yaşam hikayesi yerine Che'yi Che yapan iki efsanevi dönemi; Küba'da Castro ile tam bir devrim ve komünizmin uygulanmasına giden başarı ve Bolivya'da Amerikan destekli kontrgerilla tarafından katledilip efsaneye dönüşmesini derinlemesine ele alıyor. Küba'da halkla bütünleşen ve Fidel'in siyasal beyin olduğu hareketteki güçlerin olması gerektiği şekilde dağılması istenilen sonucu getirirken Ernesto'nun sonraki deneyiminde köylülerden gelmeyen bir isyanı dayatıyor konumuna gelen, bir yabancının başında olduğu bir harekete destek bulunamayan ve nihayetinde CIA'in gayet güçlü desteğiyle çılgın romantik derecesinde zayıf kalan hareket çözülmese de güçlenemeden eriyip gidiyor. Belki de önceki başarısı kendisine aşırı bir güven sağlıyor ve Guevara astım ilaçlarını yanına almayacak kadar zarar görmez biri olduğunu düşünüyor ve gene aynı sebeple imkansız bir savaşa balıklama dalıyor sonucu çıkarılabilir. Soderbergh gene sağlam görüntülerle izleyiciyi gerillalardan biriymişçesine olayların içerisine katıyor. Devrimcinin hayatının ve uzun dönüşümünün her önemli noktasını içermiyor senaryo (gençlik yılları, Castro ile tanışmadan önceki fikirleri, iki film arasındaki dönem gibi noktalara hiç değinilmiyor örneğin) ancak temiz bir çerçeve içerisinde önemli bir portre çiziyor.

Aklımda kaldı; atı bıçakladığı sahne. Son anlarındaki öznel çekim. Son sözler "Shoot. Do it. Shoot me, you coward! You are only killing a man. You will never kill my spirit, or the spirit of the revolution!"

Sonuç; iyi

14 kasım günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0374569/

9 Kasım 2009 Pazartesi

State Of Play (2009)

**** List of who eats free at Ben's - Bill Cosby - No one else ****

Konusu şöyle; yolsuzluklarla mücadele eden kongre üyesi Stephen Collins'in (Ben Affleck) yanında çalışan bir kız ölü bulunur. Olayın araştırmasında polisin yanında Stephen'ın okuldan arkadaşı Cal (Russell Crowe) da yer alır. Araştırmada Stephen'ın kızla ilişkisi ortaya çıkar ve karısı ile de arası bozulur.

Ne anladım; Tony Gilroy'un elinden çıkan senaryoyu sinemaya uyarlayan Last King Of Scotland ile bildiğimiz Kevin Macdonald. Aynı senaristten çıkan Michael Clayton gibi sağlam bir politik gerilim çıkmış gene ortaya, Robert Redford'lu Sydney Pollack'lı dönemin tadını hissettiriyor. Rachel McAdams'ın karakteri hırslı yeni gazeteci eski blog yazarı, sert patron Helen Mirren, aldatılan eş Robin Wright Penn ile kadın karakter ve oyuncular kontenjandan değil sağlam altyapılarla katılıyorlar gösteriye. Kara filmlerin en gözde işyeri olan gazete binası
dijital devrimin baskısı altında belki de son heybetli duruşunu sergiliyor. Russell Crowe'un tombul yanaklı, hırpani, ağlanacak omuz Cal karakteri de özdeşleşilebilecek bir havalı adam.
Aklımda kaldı; gazete mekanı.

Sonuç; iyi

8 kasım günü izledik

8 Kasım 2009 Pazar

Kıskanmak (2009)

**** Tatlılardan ne yicez? ****

Konusu şöyle; Cumhuriyet'in ilk yıllarında Zonguldak'ta göreve gelen mühendis Halit (Serhat Tutumluer) güzel karısı Mükerrem (Berrak Tüzünağaç) ve evde kalmış kız kardeşi Seniha (Nergis Öztürk) ile birlikte yaşarlar. Mükerrem kentin zengin ailelerinden birinin oğlu Nüshet ile ilişkiye girer ve bu durumu kocasından gizlemek için Seniha'dan yardım bekler.

Ne anladım; Zeki Demirkubuz'un ilk dönem filmi çalışması. Kostümlü, balo sahneli bir giriş insanı güzel bir şaşırtıyor. Sonrasında film bir Demirkubuz filminden beklenecek şekilde üç karakterin durumlarına odaklanıyor. Romana ne kadar bağlı kalıyor bilemiyorum ama filmin ikinci yarısında yönetmenin ağırlığı iyiden iyiye hissediliyor. Tüzünağaç'ın başarılı diyemem ama durumu idare eden oyunculuğu Nergis Öztürk'e biraz yapay çirkinleştirilmiş hissi verse de unutulmaz bir Seniha performansında yardımcı oluyor. Her üç karakter de pasif varoluşçu karakterler olarak başlarken sırayla her birinden beklenmeyecek dönüşler izlediğimiz hikayede görsel olarak da değişik denemeler var.
Aklımda kaldı; "Ya niye böyle şeyler yaptı ki şimdi bu?" sorusuna değişik bir yanıt veren Seniha'nın son monoloğu. Nüshet ile Halit'in karşılaştığı sahne. Zifiri karanlık içerisinde Halit'in gaz lambasını yaktığı sahne.

Sonuç; iyi.

7 kasım cumartesi günü izledik

My Sister's Keeper

**** Engineered baby ****


Konusu şöyle; Kate (Cameron Diaz) ve Brian Fitzgerald'ın (Jason Patric) kızları Anna, büyük kızkardeşi lösemi hastası Kate'in tedavisi için ailesi tarafından
sürekli tıbbi müdahalelere zorlandığı ve bunun sona erdirilmesi isteğiyle bir avukata başvurur.

Ne anladım; usturuplu dramaların yönetmeni Nick Cassavetes, Jeremy Leven ile yazdığı senaryodan çekmiş filmi. Abigail Breslin ve Cameron Diaz'ın hastası değilim, afişe bakınca da duygusal bir kanser draması çıkacakmış gibi görünüyor. Ama yönetmenin hatrına bir şans tanıdık ve değdi kanımca. Evet ağlamaklı bir drama ama özgünlüğünü de sağlayabilmiş bir senaryo var ortada. Anne baba verdikleri zor karar sayesinde hayatlarını bir şekilde devam ettirebilmiş ancak küçük kızın artık büyüyüp kendine ait kararları olabileceği gerçeği ile diğer kızlarını kaybetme gerçeği ile karşı karşıya kalıyor. Baba Anna'yı birey olarak kabul etmeye çalışırken anne kendi otoritesine bir saldırı olarak algılıyor. Kate'in de mesleği avukatlık olduğundan mahkeme salonundaki dava merkeze yerleşirken finalde bambaşka bir yöne dönerek asıl meseleyi basit bir haklılık mücadelesinin dışına da başarıyla taşıyor.


Aklımda kaldı; Taylor ile Kate'in hastane aşkı.


Sonuç; başarılı



8 kasım pazar izledik


http://www.imdb.com/title/tt1078588/

30 Ekim 2009 Cuma

Wit (2001)

**** I trust this will have a soporific effect ****


Konusu şöyle; kanser teşhisi konulan Profesör Bearing (Emma Thompson) hayatını yeniden gözden geçirmeye başlar.


Ne anladım; Mike Nichols'dan Emma Thompson'un senaryosuna da katkıda bulunduğu televizyon draması. Ana karaktere ölümcül kanser teşhisinin konulması ile başlayan ve onun hastanedeki tedavi süreci süresince orada yatan başka bir hastamışız gibi kamerayla konuşarak kariyerine karar verişinden duygusal duvarlarını kuruşuna bir özet geçilen hikayesini usta ekip melodrama hiç yüz vermeden aktarıyor. Thompson'ın oyunu müthiş. Şiir gibi duygusal olduğu düşünülen bir konunun soğuk uzmanı sağlık gibi özünde insani olması gereken bir sorunla karşılaştığında kendi yarattığı hayatın benzeri bir ayna ile karşılaşıyor. Özellikle dialogları ve monologları çok başarılı.

Aklımda kaldı; buz yalama sahnesi (akla kötü birşey gelmesin). Öğretmeninin geldiği sahne.


Sonuç; çok iyi


30 ekim günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0243664/

Gray Man (2007)

** Gri hannibal **


Konusu şöyle; 1920'lerin Amerikasında küçük çocuklar ortadan kaybolmaya başlar. Detektif King (Jack Conley) bu davaya atanırken diğer yanda da Albert Fish'in (Patrick Bauchau) yetişkin çocukları ile ve yaşadığı apartmandaki komşuları ile garip ilişkilerini izleriz.


Ne anladım; Scott Flynn'in hikayesi Amerika'nın bilinen ilk seri katillerinden birinin takibi ve aranmasının filmi. Küçük çocukları kaçırıp öldüren bir
akıl hastasının psikolojik tahlili ve onu takip eden detektifin araştırma öyküsünü paralel anlatma kaygısındaki bu televizyon filmi (hem görsel hem yapım kalitesi olarak) grafik şiddete bulaşmadan temiz bir şekilde anlatıyor hikayesini ama bir çok noktada izleyiciye duygu geçirme konusundaki sıkıntıdan dolayı ilişki kurmakta zorlandım. Eastwood'un Changeling'inde kadın karakterin sorunlarını ön plana çıkartan dönem hissi burada yaşananların bizden uzak ve alakasız bir evrende geçtiği gibi bir soğukluk yaratıyor.

Aklımda kaldı; sepetli adam. Gayet munis bir adam gibi görünürken Fish'in komşuya dişini gösterdiği sahnedeki dönüşümü.


Sonuç; beğenmedim.


25 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0478329/

Aliens vs. Monsters (2009)

*** I think I at least deserve a chance to be with Derek! ***

Konusu şöyle; hava durumu sunucusu sevgilisi ile evlenmen üzere olan Susan (Reese Witherspoon) düğün gününde kafasına düşen bir meteor ile dev boyutlara ulaşır. Hükümetin ve ordunun gözlem altında tuttuğu yaratıkların arasına alınan Susan ve yaratık arkadaşları, intikam peşindeki uzaylı Gallaxhar'a karşı dünyanın umudu haline gelir.

Ne anladım; Dreamworks'ün Sevimli Canavarları anımsatan isimli bu yılın animasyonu 1950'li yılların sıradışı korku/bilimkurgularını mizah ve karakter kaynağı olarak alan bir animasyon. Üçüncü Türden Yakın İlişkilerden Dr. Strangelove'a ve bir çok daha eski filmlere göndermelerle dolu olmasına, Seth Rogen, Kiefer Sutherland, Hugh Laurie'li sağlam kadrosuna ve yetişkin hedefli mizahına rağmen çok da dört dörtlük bir iş çıkmamış. Dilinin ve esprilerinin çok büyük işi olmasına rağmen öykünün klasik dramatik yapısı ve tahmin edilebilirliği bu "hoş ama boş" havasına sebep oluyor. Geçen senenin Bee Movie'sinin tadında ve saydığım olumlu sebeplerden dolayı da bir göz atılmayı hakeden bir yapım.

Aklımda kaldı; başkanın sahneleri komikti. Uzaydan gelen bilinmeyen yapıya orgla müzik çaldığı ya da savaş odasındakı dev butonları karıştırdığı sahneler.

Sonuç; idare eder

27 ekim 2009 günü izledim

Proposal (2009)

*** Ramone ***

Konusu şöyle; çalışanları tarafından nefret edilen sert patron Margaret Tate (Sandra Bullock) Amerika'dan sınırdışı edilme tehlikesi belirince yanında üç yıldır çalışan, sürekli ezdiği asistanı Andrew Paxton'ı (Ryan Reynolds) yeşil kart alabilmek için kendisiyle evlenmesi için tehdit eder. Buna karşılık da Andrew kitabının basılması için yardım etmesini ister. Aile ile tanışmak üzere Andrew'un kasabasına Alaska'ya giderler.

Ne anladım; Anne Fletcher tarafından yönetilen bir Sandra Bullock projesi. Bullock hemen akla Devil Wears Prada'yı getiren kötü patron portresi ile uzun zamandır olmadığı kadar izleyiciyi yakalıyor. Karşısındaki de sevimli ve komik Reynolds olunca ve roller oturunca kimyasal bir eksiği olmayan bir romantik komedi ortaya çıkmış. İki oyuncunun birbirine uyum anlamında sıkıntısı yok ama böyle bir patron işçi ilişkisinden tutkulu bir aşk çıkmasında biraz sıkıntı var, ortalara doğru bu klişeye dönmeyecek hissini verince sonlarda başka yönlere kayabileceğinden umutlanmıştım ama olmadı. Tanıdık oyuncuların canlandırdığı aile bireylerinin bu sevimli portre içerisinde hoş anları var. Toplamda iyi bir eğlencelik.

Aklımda kaldı; kasabanın herşeyi Ramone. Sıtka'daki evleri ve tekneleri.

Sonuç; fena değil

29 ekim 2009 günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1041829/

20 Ekim 2009 Salı

Hunger (2008)

**** Ölüm orucu ****

Konusu şöyle; 1980'lerin başında hücre hapsinde tutulan ama siyasi tutuklu değil adi suçlu olarak kabul edilen IRA mensupları bu durumu mahkum elbiselerini giymeyi reddederek protesto ederler. Şartlar kötüleşince Bobby Sands'in (Michael Fassbender) de aralarında olduğu bir grup ölüm orucunu başlatır.

Ne anladım; Steve McQueen'in yazıp yönettiği film bir hikaye örgüsünden ziyade durum tanıklığı bakış açısından hapishanelerde şiddet olgusunu ele alıyor. Önce bir gardiyanın ellerindeki kan ve yaralardan işkence yaptırılanların tarafından bir kesit alıyor. Sonra kıyafet direnişi ve bunun sonucunda hücrelerde dışkılarından kurtulmak için duvara sıvamak zorunda kalan ve sürekli dayak yiyen mahkumların durumunu izliyoruz. Bu koşulların sonucunda ise ellerinde direniş için kendi vücutlarından başka bir silahı olmayan mahkumların sözcüsü konumundaki Sands'in rahiple yaptığı eylem üzerine uzun bir tartışma ve ölüm orucunu izliyoruz başından sonuna. Sands neden bu eylemi tercih ettiğini anlatırken rahip de bu eylemin daha az zarar verici ve verimli bir başka yolunu aramaya ikna etmeye çalışıyor. Eylemin IRA temsilcileri tarafından yapılması filmin anlatısı içerisinde önemli bir nokta değil. Dünyanın büyük bölümünde devletlerin yasadışı kontrgerilla faaliyetlerinin yanında sistematik olarak hapishaneleri işkencehane olarak kullanmaya başladığı ezici dönemin başlangıcı olan bu tarihlerin
anlatısı bu. Yanında okuma parçası olaran 12 eylül ve sonrasında buradaki hapishaneleri anlatan Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler kitabına bakınca yöntemlerdeki inanılmaz aynılık dünya çapında yayılan amaçlı ve sistematik bir vahşetin de varlığını üzerek gösteriyor. Fassbender birkaç sene önce Christian Bale'in Makinistte yaptığına benzer şekilde anormal zayıflayarak fiziksel bir performans sergileyerek insanın nasıl açlıktan öleceğini alenen gösteriyor.

Aklımda kaldı; onbeş dakikalık Sands rahip diyaloğu. Geyik hikayesi.

Sonuç; etkileyici.

20 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0986233/

16 Ekim 2009 Cuma

Che : Part One (2008)

**** Vatan yahut ölüm! ****


Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.


Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?


Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.


Sonuç; iyi


16 ekim sabahı izledim


http://www.imdb.com/title/tt0892255/

12 Ekim 2009 Pazartesi

(500) Days Of Summer (2009)

***** This is a story of boy meets girl. But you should know up front, this is not a love story. *****

Konusu şöyle; tebrik kartları üreten bir şirkette yazar olarak çalışan Tom (Joseph Gordon-Levitt) yönetici asistanı olarak işe başlayan Summer'a (Zooey Deschanel) görür görmez aşık olur. Toplamda beşyüz gün süren ilişkilerinden parçalar halinde neler olduğunu izleriz.

Ne anladım; klip yönetmeni Marc Webb'in ilk uzun metrajı. İlişkiler üzerine yapılmış Annie Hall, Eternal Sunshine, Once gibi modern klasiklerin yanına rahatlıkla alınıp konulabilecek kadar iyi bir anlatı. Bağımsız tadında ama cgi ve kurgu tekniklerini sürekli zorlayan dinamik yapısı, üzerine zamanda bir ileri bir geri zıplaması hafıza üzerine olan hikayeye uygun. Bitmiş bir ilişkinin ardından erkeğin zihninden olayları hatırlamasına tanık oluyoruz, bazı günler güneşli bazı günler puslu. Kırılgan erkek Tom ruh ikizi ve ölümsüz aşk gibi romantik kavramlara küçüklüğünden beri inanmış erkek, Summer kendisini birinin kızarkadaşı olarak nitelendirmeye bile tahammül edemeyen, bir ilişkiye girmeye hiç niyeti olmayan, upuzun saçlarını gözünü kırpmadan kesebilen kız, en başından itibaren de gayet dürüstlükle bunu söylüyor. Parçaları birleştirerek görüyoruz ki zamanla Tom, Summer'ın bu söylediklerini anlamamakta ısrar edip kendisini giderek kaptırırken, kız bugünü yaşamaya devam ediyor. Summer'ın dünyasına çok fazla girmeden Tom ile beraber dolaşıyoruz hep çünkü bu hikaye, tanıştığı kızı ulaşılmaz yerlere koyan ama gerçekte mükemmel çift olmadıklarının farkına varamayan adamın hikayesi. Ayrıldıktan kısa bir süre sonra kızın evlendiği haberini alması ve parktaki kısa konuşmaları da zaten hikayenin ana fikrini özetliyor. Joseph Gordon-Levitt Tom rolünde dans ediyor, içip içip şarkı söylüyor, duygusallaşıyor cıvıyor, kısacası her şeyi yapıyor. Bazı sahnelerde Heath Ledger'ı da çok andıran eleman çok başarılı. Smiths'li soundtrack de de çok iyi şarkılar var (Wolfmother'ın Vagabond'una tenis topuyla ritm tutarak katıldığı ve mimarlık çalışmalarına başladığı ya da müzikal dans sahneleri çok iyi bir müzik kullanımına örnek).

Aklımda kaldı; unutulmaz bir Ikea sahnesi "Hayatım musluk bozuk" Tom'un sinematekte Dolce Vita, Seventh Seal gibi filmlerde kendisini gördüğü sahneler. Sid ve Nancy muhabbeti. Karaoke sahnesi. Aynı Summer montajı üzerine bir onu nasıl sevdiğini bir de ondan nasıl nefret ettiğini anlattığı sahneler. Ekranın ikiye bölündüğü, solda beklenen sağda gerçekleşeni izlediğimiz sahne. "No, Paul, no jobs. I'm still unemployed." "Roses are red, violets are blue... fuck you, whore."

Sonuç; mükemmel

11 ekim pazar günü Capitolde izledik

http://www.imdb.com/title/tt1022603/

Star Trek (2009)

**** Once you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth ****

Konusu şöyle; doğduğu gün babasını Nero'nun (Eric Bana) başını çektiği bir saldırıda kaybeden James Tiberius Kirk (Chris Pine) babasının arkadaşı yüzbaşı Pike tarafından serseriliği bırakıp pilotluk eğitimi almaya ikna edilir. Sonunda gene Nero'nun ortaya çıktığı gün Kirk, Spock'un (Zachary Quinto) komuta ettiği Enterprise'da kaçak yolcudur.

Ne anladım; TV dünyasının efsanesi J.J. Abrams sinemada da popüler kültürü beslemeye devam ediyor. Standart yapım ve senaryo ekibiyle MI den sonra bu kez de uzay yoluna el atıyor, ve bu sefer yola ilk giren olduğu için temayı alıp yepyeni bir şey yaratmaya soyunuyor. Her bir karakterin gemideki pozisyonlarına nasıl geçtiklerini teker teker görüyoruz, bunun yanında dizi ve film dünyasında pek bir derinliği olmayan bu karton tiplemelerin her birine değişik karakter özellikleri verilerek daha canlı bir mürettebat yaratılmaya çalışılmış. McCoy'un sinirli ama harbi dostluğu, Scotty'nin teknolojik dehası, Chekov'un aksanlı ingilizcesi ile çözümler üretmesi, hepsinin tıfıl hallerinde onlarla özdeşleştirdiğimiz hareketleri ilk kez yapışlarına tanık oluyoruz. Bence çok zekice bir senaryo çözümü olan zamanda yolculuğu da çok iyi kullanan senaryo ve hikayenin en başa gitmesi Star Trek dünyası ile hiç ilgisi olmayan genç izleyicileri de tanıştırma açısından ticari anlamda da başarılı. Casting de iyi, ana karakterlerin yanında özellikle Eric Bana Nero rolünde çok etkili bir ruh hastası.

Aklımda kaldı; Sabotage eşliğinde uçuruma araba süren küçük Kirk. Leonard Nimoy'un çıkması süper. Kirk'ün motorsikletle gemiye geldiği sahne Top Gun'u, buzul gezegene atıldığı sahne Empire Strikes Back'i hatırlattı, acaba bugünün klasik sahnelerini farketmeden izliyor muyuz yoksa artık yok mu öyle şeyler diye de düşündürdü.

Sonuç; iyi.

10 ekim günü projeksiyonla izledim

http://www.imdb.com/title/tt0796366/

6 Ekim 2009 Salı

A.R.O.G. (2008)

*** Tahta tabi. Zoruna mı gitti? ***

Konusu şöyle; dünyaya gelip pişman olduğunu söyleyen komutan Logar (Cem Yılmaz) Arif'i (Cem Yılmaz) kandırarak zamanda bir milyon yıl geriye gönderir. Arif bu zamanda hızlıca medeniyetin adımlarını ilk insanlara atlatarak zamanını geri dönmeye çalışır.

Ne anladım; Cem Yılmaz gene Ali Taner Baltacı ile beraber bu devam filmini yönetiyor. Doğal olarak karşılaştırabileceğimiz ilk filme göre teknik kalitesi hayli yüksek, senaryo da karşılaştırılamayacak kadar iyi. En azından uzun bir süre iyi. İki saati aşkın süresi filme fazla geliyor ve en büyük sıkıntı son bölümü oluşturan futbol maçı. Tasarım ve uygulamada teknik bir sıkıntı yok ama amaçsız ve sıkıcı. O bölüm komple atılıp doğrudan finale bağlansa daha iyiymiş denilecek kadar sarkan ve anlamsız bir bölüm. Ancak filmin girişinin ve hızlıca keşiflerin üzerinden geçilen bölümlerin hakkını vermek lazım. Arada çok yetkin olmasa da sinema referanslarıyla bezeli mizahı ağır kaçmış olabilir genel izleyiciye ama filmin toplamına bakınca dünya değil Türk izleyicisine yönelik esprilerin ağırlıkta olması ve evrenselleşememiş mizah iki tarafa da yaranamamakla sonuçlanıyor, bu kadar eleştiri almasının sebebi de tarafına karar verememiş olması. Bir karakter üzerine kurulu filmde birkaç absürd espri, birkaç durum esprisi, arada düşme kalkma gibi akla gelen tarzlar arasında dolaşmak da tutarlılığından götürüyor.

Aklımda kaldı; Arif'in filmin başında Logar'ı dükkanına girerken görüp levyesi için taksi çağırdığı sahne gibi esprilerden çok daha olsaydı keşke.

Sonuç; fena değil.

6 ekim günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1286126/

30 Eylül 2009 Çarşamba

Surrogates (2009)

*** Plastik Suretler ***

Konusu şöyle; gelecekte insanlar yerine kendilerini temsil eden suretler ortalıkta dolaşır ve onlar adına yaşamlarını sürdürür, insanlar da evlerinden makinalara bağlı olarak onları yönlendirir ve olanları ekrandan izlerler hissetmeleri gerekenleri makinalar aracılığıyla yaşarlar. Ancak bir suretin hem de ona bağlı olan sahibiyle birlikte öldürülmesi üzerine detektif Tom Greer (Bruce Willis) olayı araştırmaya başlar.

Ne anladım; ortalama aksiyon yönetmeni olarak bildiğimiz Jonathan Mostow çıtayı çok da yükseltmediği bir bilimkurgu ile karşımızda. Önce ilk sahnelerde cinayet mahalline Mavi Ay'daki David tipi ve saçları ile gelen bir Bruce Willis i görüyoruz, neyse ki bu suret bir süre sonra bildiğimiz kel Willis'e yerini bırakıyor. Suretlerin göründüğü sahnelerde tam bir bilgisayar efekti ve oyunların estetiği hakim ki bu hikayede bir yandan sağladığı yabancılaşma ile mükemmel bir fikir ama aynı zamanda da yapaylığın verdiği garip bir tat var. Sonuçta bu tarz bence filmi izlemeye değer kılan bir seçim olmuş. Hikayenin gerisi Total Recall'dan Westworld'e bildiğimiz dünyada yaşanan bilimkurgu temasının çeşitlemelerinden biri olmuş. Anafikirin felsefik imkanlarını kullanmayan, Tom'un karısı ile olan dramatik çabaları hariç ortalamadan da pek sapmayan bir çalışma. Ama suretler sayesinde suç oranının düşmüş olması, bütün gün yatan insanların vücudunun sonunda lapa gibi olmaması ya da kendini yok eden sistemin önce insanları sonra suretleri yok ediyor olması açıkları senaryonun mantık bacağını çok dibe batırmış.

Aklımda kaldı; Bruce Willis'in saçları. Girişteki gece klübü sahnesi.

Sonuç; idare eder.

30 eylül günü Trioda gittik yıldönümü kutlaması çerçevesinde

http://www.imdb.com/title/tt0986263/

25 Eylül 2009 Cuma

Ghosts of Girlfriends Past (2009)

*** Love is magic comfort food for the weak and uneducated! ***

Konusu şöyle; mümkün olduğu kadar çok sayıda kadınla birlikte olmak gibi bir yaşam felsefesine sahip olan fotoğrafçı Connor Mead (Matthew McConaughey) kardeşi Paul'un (Breckin Meyer) düğünü için eve döner, ancak amacı onu bu yanlış karardan vazgeçirmektir. Düğünün organizatörlüğünü çocukluk arkadaşı Jenny'nin (Jennifer Garner) yaptığı malikane Connor'un yakınlarda ölen amcası Wayne'e (Michael Douglas) aittir ve kısa bir süre sonra kendisine tüm kalbini kırdığı kız arkadaşlarını izleten hayaletler görmeye başlar.

Ne anladım; fantastik film geçmişi olan Mark Water'ın bu hikayesi de bir noel hikayesi gibi isimlerle bildiğimiz yaşamının bir döneminde geçmişinde yaptığı kötülüklerle yüzleşen ve geleceğini yapayalnız sevilmeyen biri olarak tamamlayacağının farkına varan adamı anlatıyor, ama bu şablonu bir aşk hikayesine uyguluyor. Açıkçası fragmanından bile her şeyini anlayabildiğimiz ve gereksiz görünen bir hikaye bu ama olumlu yanları sayesinde izleniyor. Öncelikle Douglas'ın yarattığı amca karakteri iyi özelliklerinden. Diyaloglar hiç fena değil. Senaryoda karakterin değişimi gibi noktalar çok üstünkörü olmasına ve Brad karakterinin önemli bir çatışma yaratacağını düşündürürken aniden ortadan yokolması gibi falsolara rağmen en azından şimdiki zamanın çok dışına çıkmaması ve fantastik öğelerin çok göze sokulmadan bütünlüğe katılması gibi başarıları da var. Breckin Meyer yüzünden sanırım, Connor pençeleri olmayan bir Garfield'ı hatırlatıp durdu bana.

Aklımda kaldı; Time After Time eşliğinde romantik montaj. Gökten dökülen eski sevgililerin gözyaşları, peçeteleri ve kullanılmış prezervatifler.

Sonuç; felaket değil

24 eylül perşembe gecesi izledik

23 Eylül 2009 Çarşamba

Duellists (1977)

**** Nothing cures a duellist ****

Konusu şöyle; Napolyon'un Fransa'nın başına geçtiği yılda subay D'Hubert (Keith Carradine) Feraud'u (Harvey Keitel) çağırmakla görevlendirilir. Bu sırada D'Hubert'in davranışını kendisine hakaret olarak algılayan Feraud subayı düelloya davet eder ve uzun yıllar boyunca sürecek bir kovalamaca başlar.

Ne anladım; Ridley Scott'un Alien'den önce çektiği ve ilk uzun metraj filmi olan bu kostümlü dönem filmi klasik bir drama değil. Düelloya ve meydan okumaya doyamayan, filmin büyük kısmında pek konuştuğuna tanık olmadığımız Feraud'un acaip hırsı ve tutkusu hayatını ölüm ve onur kavramlarıyla içiçe geçirmeye alışmış ve buna bağımlı bir canki görünümü çiziyor. Yanında bulunduğumuz D'Hubert ise bu düşmanı kendine edinen, arkasını dönüp kaçamayan ve sakınmak için elinden geleni yapan ama nihayetinde sürekli bu kötülükle karşı karşı gelmeye mecbur kalan bir adam. Bir Rus cephesinde karlar içinde, bir Fransa kırsalında çimler üzerinde çeşitli silahlarla birbirini öldürmeye çalışan ama oyunun kurallarını bozmayan bu iki adamın hikayesi hem senaryo hem de müthiş sinematografisi ile çok üst düzey bir ilk film. Tarzı ile bir Peter Greenaway filmini anımsatıyor.

Aklımda kaldı; en son kadrajda Feraud bir tepeden aşağıya bakar, inanılmaz bir görüntü.

Sonuç; izlemek lazım.

23 eylül günü izledim.

http://www.imdb.com/title/tt0075968/

Duplicity (2009)

**** Tony Gilroy yeni David Mamet mi? ****

Konusu şöyle; MI6 ajanı Ray Koval (Clive Owen) Dubai'deki bir görev sırasında Claire Stenwick (Julia Roberts) ile birlikte olur. Claire'de CIA adına çalışan bir ajandır ve önemli belgelerini çalıp ortadan kaybolur. Yıllarını kızı bulmaya adayan Ray bu arada özel sektöre geçer ve büyük bir şampuan firmasının rakiplerine karşı teknoloji casusluğu faaliyetlerinde çalışmaya başlar.

Ne anladım; sağlam politik gerilim "Michael Clayton"un yönetmeni Tony Gilroy gene yazıp yönetiyor. Geçen filmde Clooney karizmatikti burada bu yük Owen'da, üstelik Clive Owen International başta olmak üzere genelde canlandırdığı rollere gene yakın bir rolde. Kapağına bakınca çok bir şey vaad etmiyor paket, ama içindeki gerçekten lezzetli bir sürpriz. Öncelikle bir casus hikayesine yakışır şekilde, olabildiğince karışık anlatılmış bir hikaye, buna çok uyumlu bir tarz var. Tüm bu soğuk savaş tarzı espiyonajın kozmetik firmaları arasında olması Coen'lerin bu dünyayı tiye alan filmine paralel keyifler sunuyor. Paul Giamatti ve Tom Wilkinson asıl çiftten daha ateşli perdede ama olsun Owen/Roberts'da gayet ikna ediciler. Zaten artık biliyoruz ki ekranda Clive Owen varsa gördüklerimizin biraz sonra yalan çıkacağını varsayabiliriz. Sonuçta biraz uzun süresine rağmen finale kadar güzel sahnelerle bezeli kalburüstü bir kara komedi diyebiliriz, karşılaştırmak gerekirse "Mr. And Mrs. Smith"'den daha ilgi çekici. Başlıktaki soruya gelince, cevap vermek için bir kaç film daha yapmasını bekleyelim.

Aklımda kaldı; girişte iki patronun slow motion birbirine giriştikleri sahne. Yeniden karşılaşma replikleri.

Sonuç; beklentilerimi aştı

19 eylül günü izledik

Sunshine Cleaning (2008)

** Big Miss Sunshine **

Konusu şöyle; lisedeki aşkı Mac (Steve Zahn) başkasıyla evlenmiş olan ama ondan olan oğluna bir gelecek sağlamaya çalışan Rose (Amy Adams) amaçsız kız kardeşi Norah (Emily Blunt) ile birlikte suç mahalli temizleme işine girişirler. Bir yandan Mac ile hala arada birlikte olup karısını terk edeceği ümidini taşıyan Rose diğer yandan lisede beraber okuduğu arkadaşları ile yıllar sonra bir araya geldiğinde onlardan ne kadar uzak ve başarısız bir hayat yaşadığının ezikliğinden kurtulmak ister.

Ne anladım; bağımsız tadında sevimli film kategorisine uyan, isminin hatırlattığı diğer filme yapımcıları ve oyuncuları ile de organik bağı olan film sıradan insanların kendilerini Amerikan rüyasına ulaştırabilecek bir adımı atması ve bunu ilginç bir fikirle yapması üzerine kurulu bilindik üzere. Bu sefer fikir kanlı olayların geçtiği mekanların temizlenmesi için yüksek ücretle çalışan firmalara küçük bir alternatif oluşturmak ve iki kızın ellerine bezi alıp beyin parçaları ve kan göllerini temizleyerek bu soğuk durum içerisinde insancıl yanları da ortaya çıkartması üzerine kurulu. Karakterlerin hikayeye göre işlenmek yerine önceden denenmiş parçaların bir kolajından oluşması bir bütünlük hissi vermiyor. Çocuk Finding Neverland'den, baba Little Miss Sunshine'dan, kız kardeş herhangi bir depresif karakter (örneğin gene LMS'in punk abisinin kız versiyonu da diyebiliriz) , tek kollu dükkan sahibi hariç hepsi bildik ve ilgi çekmeyen tipler. Her yanıyla standart hale gelen bir şablona bağlı çekilmiş vasat bir drama.

Aklımda kaldı; Winston'un maketleri ve acil durumda çocuğa bakıcılık yapması. Kedi peşinde koşarken evin kökten temizlendiği sahne.

Sonuç; gereksiz.

19 eylül cumartesi günü izledik

14 Eylül 2009 Pazartesi

Inglourious Basterds (2009)

***** I'm gonna give you a little somethin' you can't take off. *****


Konusu şöyle; İkinci dünya savaşının ortalarında Alman işgali altındaki Fransa'da Yahudi Avcısı Binbaşı Hans Landa (Christopher Waltz) genç bir kız olan Shosanna'nın ailesini katleder ama kızın kaçmasına izin verir. Savaşın sonlarına doğru ailesinden kendisine kalan sinemayı işleten Shosanna Alman ordusunun Hitler dahil neredeyse tüm üst düzey komutasına gösterim yapmak zorunda kalır. Bunu bir intikam fırsatına dönüştürürmeye çalışırken aynı gösterimde benzer bir saldırı düzenlemeye çalışan başkaları da vardır; Teğmen Aldo Raine'in (Brad Pitt) liderliğindeki nazi öldürme timi Inglorious Basterds.


Ne anladım; QT'nun onuncu filmi sayılabilecek bu vahşi batı (avrupa) filminin bir yerinde sinema sahibi Shosanna kendisine asılan askere ayar vermek için "Biz yönetmenlere önem veririz" diyor. Bir laf sokmanın ötesinde yazan yöneten ve filminin her noktasına hakim olan bir yaratıcı olarak sinema serüveninin başından beri bir auteur olmayı hedeflediğini açıkça ortaya koyan Tarantino filmin son karesinde Teğmen'in izleyicilere doğru söylediği gibi "en büyük eseri"ni ortaya koyuyor gibi. Şahsen Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction sonrası filmlerine genelde mesafeli bakan biri olarak sinemada o eski tadı sonuna kadar aldığım bir film oldu bu seferki. İnanılmaz oyuncu yönetimiyle Christopher Waltz'ın oyunu başta olmak üzere (oynamaya bayılırım diyip el çırpan çocuksu tavırlarından tekinsiz hallerine kadar müthiş) Brad Pitt gene "kopartıyor". Til Schweiger kendi yönettiği filminde çok karizmatik bir adamı canlandırmaya çalışırken zayıf kalmıştı, ama burada rolünü aslında nasıl yapması gerektiğini Tarantino göstermiş sanırım ona. Girişteki sahne elbette çok başarılı. Ama onun yanında klostrofobik bar sahnesi uzun süresine rağmen yağ gibi akıyor. Sinemadaki galanın girişinde aslında sıradan bir sahnenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceği görünüyor. Ben filmi Tarantinonun filmlerini sevme sıralamamda PT ile RD arasına ikinci sıraya koydum.


Aklımda kaldı; ekibin italyan hali en komik yeri. Ağız sulandıran tatlı yeme sahnesi. Yanan perdeden bulut gibi havada asılı kalan kızın görüntüsü. "German three". "Au Revoir Shosanna!" "Jew Bear" ve Hugo Stiglitz'in tanıtıldığı sahneler.


Sonuç; über alles.


12 eylül cumartesi günü izledim.


http://www.imdb.com/title/tt0361748/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Crank: High Voltage (2009)

*** Ölüydü. Biraz iyileşti. ***


Konusu şöyle; Chelios'un (Jason Statham) müthiş dayanıklı kalbi Çin mafyası tarafından çalınır ve yerine elektrikle çalışan bir pompa takılır. Chelios kendi kalbini ararken bir yandan da statik, kinetik, kuru, sulu bulabildiği her yöntemle içindeki kalbi şarj etmek zorundadır.


Ne anladım; Neveldine / Taylor ikilisi ilk filmin devamını da yazıp yönetiyor. Crank'da Chelios'u kesin ölümle sonuçlanacak bir gökten düşüş sırasında bırakmıştık ki eleman zaten ölüyordu. İkinci film aynı noktadan başlıyor. Artık bir süper kahraman mertebesine yükselen Chelios karakteri için bu ikinci macerada kural değişiyor ve hikaye bu elektrikle hayatta kalma trüğünün her şeklini kullanarak gene hızlı bir aksiyon yaratmanın peşinde koşturuyor bizi. Pornografiden de çekinmeyen hikaye süper kahramanlı bir çizgi romanın sinemaya kare kare uyarlanmış hali gibi. İlkinde de fazla B - filmine kayan ve amatör havasını iyice hissettiren ama akla gelebilecek en fantastik durumları da gözler önünde canlandırabilmesiyle bence izlenmeyi hakeden bir deneyim. Tabi akıl,mantık ve terbiye aramamak koşuluyla.


Aklımda kaldı; şişko elemanın kıçına silahı soktuğu sahne. Grevdeki yıldızlar. Hipodrom.


Sonuç; gene çılgın


23 ağustos pazar günü izledim


http://www.imdb.com/title/tt1121931/

The Soloist (2009)

*** Gene Jamie Foxx müzisyen, Robert Downey Jr. gazeteci ***

Konusu şöyle; Los Angeles'lı gazeteci Steve Lopez (Robert Downey Jr.) hikaye ararken Juliard'da eğitim gördüğünü söyleyen iki teli kalmış bir kemanı çalmaya çalışan ve kontrolsüzce konuşan Nathaniel Ayers (Jamie Foxx) ile karşılaşır.

Ne anladım; iki sene önce Atonement ile ödüllere adaylıklar kazanan Joe Wright'ın sonraki bu filmi gerçekten yazar Steve Lopez'in kitabından uyarlanmış. Öncelikle Lopez'in geçirdiği bir kazayı görüyoruz, ağzı burnunun dağıldığı bu kazanın ardından gazetesine döndüğünde boşandığı karısının da aynı yerde çalıştığını hatta patronu olduğunu ve iş hayatının mekanik ve karanlık dünyasına tanık oluyoruz. Hikaye arayışında karşılaştığı evsiz ise müziği içten yaşadığı belli olan biri ve onun bu tutkusunu Steve'de hissediyor. Ona istediğine biraz olsun yaklaşmak konusunda yardımcı olmaya çalışıyor. Oyunculuklarla ilgili bir sorunu olmamasına rağmen ister istemez filmi Shine ile karşılaştırdım ve derinlik anlamında ona yaklaşamayan bir film bu. Yalnız Lamp isimli yardım kuruluşu ile arka sokaklar o kadar güçlü anlatılmış ki sırf bu kısım üzerine çok güçlü bir belgesel çıkabilirmiş. Simge kullanımında da görünenin daha fazlasını anlatıyor hissi vermesine rağmen filmin sonuna yaklaşıldıkça tatmin etmiyor. Düşmüş bir müzisyenin yeniden keşfi desem değil, evsizlere dikkat çekmeye çalışıyor desem o da değil, daha doğrusu ikisi de tek başına bu filmi tanımlamıyor. Küçük ve duygularla ilgili bir film desem müziği görselleştirmek gibi anlara giriyor, ya da karakterin geçmişinden sahneler göstermek için zamanda oynamalar yapıyor. En iyisi çok da kafa yormamak, en azından Beethoven dinliyoruz.

Aklımda kaldı; çellonun alışveriş sepetinde Steve Lopez'e seyahati.

Sonuç; biraz dağınık

23 ağustos pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0821642/

I Love You, Man (2009)

**** Slapping the bass! Slappa da bass! Slappa da bass mon! Slappa de bass mon! ****

Konusu şöyle; Zooey (Rashida Jones) ile evlenmek üzere olan emlakçı Peter Klaven (Paul Rudd) hiç erkek kankası olmayan, kadınlarla iyi anlaşan biridir. Düğününde bir sağdıcı olabilmesi için kalan kısa sürede kendisine bir erkek bulmaya çalışır. Sonunda Sydney Fife'ı (Jason Segel) bulan Peter ile aralarındaki ilişki öyle bir hale gelir ki Zooey ile ilişkisi bozulur.

Ne anladım; daha önce Along Came Polly'sini izlediğimiz, Meet The Parents serisinin de yazarlarından John Hamburg'un bu komedisi türü tersyüz eden bir hikayeden çıkıyor. Beraber kankaların yaptığı şeyleri yapabileceği "hayatının erkeği"ni arayan erkek, Turk'ünü arayan J.D. teması üzerine kurulan hikayenin ilk bölümünde internetten ve tanıdıklarının vasıtasıyla ruh eşini arayan bir yalnızın ters açıdan hikayesini izliyoruz. İkinci bölümde ise Sydney isimli hayal kahramanı gibi bir adamla ilişkilerinin gelişmesi ve Peter'in kendisini bu duruma kaptırmasının sonuçlarını izliyoruz. Peter'in evliliğe giden ilişkisini bir kenarda tutmayı başarıp erkeğin bambaşka bir ihtiyacı üzerine tutarlı analizlerle sürüyor film. Jason Segel da Paul Rudd'da sağlam bir ikili oluşturuyor. Eşcinsel kardeş, en iyi arkadaşı baba, spor salonundaki tipler derken bir düğündeki en acaip sağdıç adayları listesinin karizmatik yürüyüşü de cabası.

Aklımda kaldı; Rush konseri, finalde beraber limelight'ı çaldıkları sahne. Sydney'in "Man Cave"i

Sonuç; gayet iyi

21 ağustos cuma gecesi

http://www.imdb.com/title/tt1155056/

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Choke (2008)

*** Boğulma ***


Konusu şöyle; seks bağımlıları terapi gruplarına katılan Victor (Sam Rockwell) gündüzleri Amerikan koloni günlerini canlandıran bir gösteride çalışır. Artık kendisini tanımayan annesi Ida'nın (Anjelica Huston) hastane masraflarını karşılamak için lokantalarda boğazına yemek tıkanmış numarası ile kendisini kurtartır ve varlıklı kurtarıcısının duygusal sebeplerle sorumluluk hissederek kendisine gönderdiği çekleri kullanır.


Ne anladım; Chuck Palahniuk'un büyük bomba Fight Club'undan uzun zaman sonra sinemaya uyarlanan bir başka romanı. Senaryoyu yazan ve yöneten, oyunculuk kariyerinden sonra ilk kez yönetmenlik yapan Clark Gregg. Annesi tarafından hiçbir zaman parka gitmesine bile izin verilmeyen Victor'u Sam Rockwell, çılgın anneyi Anjelica Huston'un oynaması filmi taşıyan en önemli seçimler, çünkü başka herhangi iki oyuncunun elinde bu karakterler çok yapay, itici gelebilir (çoğu kişiye bu haliyle de gelebilir ya neyse) Kitap senaryolaştırılırken doğal olarak ciddi seçimler ve elemeler yapılması gerekmiş ve kitapta daha ağırlıklı işlenen ve adını veren boğulma hikayeleri biraz ikinci planda kalırken anne ile oğulun ilişkisi geçmiş ve mevcut durumları ile eksene oturtulmuş. Bence bu sınırların çizilmesi derli toplu bir film olmasını da sağlamış, konu dağılmamış. Tamamen farklı bir anlatı olmasına rağmen dış ses ve geri dönüşlerle uyarlamanın tonu olarak daha önce yapılan Fight Club'dan esinlenmiş ve bambaşka bir tarz yaratmamış olması bir zayıflık, ayrıca anlatı da biraz hafif kalıyor. Kitabın ne hakkında olabileceğine dair fikir veriyor ama aslında oldukça farklı.


Aklımda kaldı; duvardaki resmin karşısında bile kendinden geçen mastürbasyon hastası. Uçaktaki tuvalet.


Sonuç; beni idare etti.

9 ağustos da izledim


http://www.imdb.com/title/tt1024715/

Horsemen (2009)

** Celalettin Cerrah alsın bu davayı da çözmeden bıraksın **

Konusu şöyle; yakın zamanda karısını kaybeden ve iki oğluyla yaşayan detektif Breslin (Dennis Quaid) kancalarla asılı bulunan ve çok usta bir doktorun açabileceği yaralarla kanından boğularak öldürülen bir seri cinayeti araştırır. Olaylar incilden alıntılanan mahşerin dört atlısını andırmaktadır.

Ne anladım; klip yönetmeni Jonas Akerlund'un filme başlamadan önce artıları: Dennis Quaid var. Ziyi Zhang oynuyor. Yani kadro iyi. Dinsel motifleri kullanarak işlenen cinayetlerin anlatıldığı bir seri katil filmi. Yani "se7en" etkilenimi var. Minimum bir keyif vaat ediyor. Sonra film başlıyor. Kötü haber; yapımcı Michael Bay. SPOILER Karşımıza çıkan; ailelerin, özellikle tek başına çocuk yetiştiren babaların işlerini herşeyin önüne alıp çocuklarını başıboş bırakmaları durumunda kızların babalarını yatağa atan fahişeler, eşcinsel çocukların kendi kalbini canlı canlı çıkarabilecek operatörler haline gelebileceklerini, hatta sırf dikkat çekmek için inanılmaz bir seri cinayeti planlayabilecek dehşet suçlular haline gelebileceklerini anlatan bir hikaye. Onun için arada sırada odasına dalıp bir duvarda asılı olan posterleri kontrol etmekte fayda var diyor. Çocuk maça bilet alıyor, baba da tamam diyor. Mutluluk had safhada, o tam evden çıkılacakken telefon çalıyor ve bir cinayet haberi daha geliyor. Baba işe gidiyor, çocuk da o sinirle birini daha hacamat ediyor herhalde. SPOILER Aşırı didaktik olmak tuzağına kapılmış bir vasat deneme, senaryo faciası olarak süresini tamamlıyor. Hikayenin kendince sürprizleri gerçek olmaması gereken derecede saçma olduklarından insanın inanası gelmiyor.

Aklımda kaldı; o mükemmel ciğer deliklerini bu zibidilerin hangisi açıyor.

Sonuç; olmamış

7 ağustos gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0892767/

2 Ağustos 2009 Pazar

The Fall (2006)

***** Googly googly begone *****

Konusu şöyle; meyve toplarken kolunu kıran ve bir süre hastanede bakım altında tutulan beş yaşındaki Alexandria (Catinca Untaru) alt katta bir çekim sırasında kız arkadaşını etkilemek için tehlikeli bir sahne deneyen dublör Roy Walker (Lee Pace) ile tanışır. Roy küçük kıza 6 adamın bir kötü adama karşı mücadelesini konu alan fantastik bir hikaye anlatmaya başlar.

Ne anladım; Tarsem Singh The Cell ile çok parlak bir çıkış yapmıştı. Orada bir seri katil hikayesinin inanılmaz renkli sahnelerle bir masal gibi anlatan yönetmenin tarzını çok daha iyi kullanan, bu sefer alttaki hikayenin de çok iyi olduğu bir film var burada. Guillermo Del Toro (Pan's Labyrinth) ya da Tim Burton'ı (Big Fish) anımsatan tarzı bir yanıyla da Monty Python hissi veriyor. Kız oyuncunun çok doğal oyunu normal zamanda geçen hikayeyi masaldan daha fazla merak etmemize sebep oluyor. SPOILER Önce bu masalın anlatılması motivasyonunun adamın kızı kendisine intihar edebilmesi için gereken ilacı getirtmek için bir numara olduğunu öğreniyoruz. Zamanla kızın hikayeyi sahiplenmesi finalde hikayeyi kötü bitirmesi gereken adamın "Bu benim hikayem" kızgınlığı karşısında gözyaşları içerisinde "Ama benim de" demesine kadar geliyor. Afişinin esinlendiği Dali resimlerinin havasında sahnelerle dolu olmasına rağmen tüm çekimlerin yerinde yapıldığı ve bilgisayar özel efektlerinin kullanılmadığı söylenmiş ki inanılmaz.

Aklımda kaldı; ameliyatın temsil edildiği mükemmel stop motion sahne. Girişte yedinci semfoni eşliğinde sonradan kaza olduğunu öğrendiğimiz tren köprüsü sahnesi. M-O-R-P-H-I-N-3. Kelebek adası

Sonuç; çok iyi

2 ağustos pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0460791/

The Guitar (2008)

** Yoksa ben iki ayda gitarı öğrenmesine mi kızdım **

Konusu şöyle; ameliyat edilemez bir tümör ve iki aylık ömür teşhisi konulan Mel (Saffron Burrows) işten atılıp erkek arkadaşı tarafından terk edilmesinden sonra tüm birikimini bozdurup New York'un kaliteli bir semtine taşınır, tüm özenilesi tüketim malzemelerini kredi kartlarının limitine kadar satın alır ve yaşamında içinde kalan herşeyi bu iki aya sığdırmaya çalışır.

Ne anladım; Amos Poe'nun yazdığı hikaye Robert Redford'un kızı Amy tarafından çekilmiş. Teşhisin konulması şoku ile başlıyor hikaye. Sonraki sahnede tesadüfen patronu işten kovuyor kızı, bir sonraki sahnede erkek arkadaşı mızmız konuşup biraz ayrı yaşayalım diyor. Tamam diyoruz demek derdimiz başka, belki de bu kısmı kısa kesmek için fazla uğraşılmamış. Ardından uzunca bir süre tüketim toplumu ile ilişkili gibi gidiyor hikaye, her kataloğun telefonla sipariş edildiği, kızın evde anadan doğma takılıp bambaşka bir sanal yaşam kurduğu bir bölüm bu. Hatta gelen pizzacı kızı ve hamalı da ayartıp cinsel açıdan da heves ettiği sulara giriyor. Bu arada çocukluk hayalinin bir kırmızı gitar olduğunu da rüya çözümlemelerinden öğreniyor, bir tane sipariş edip iki ay içerisinde onu da bir grupta çalacak kadar kotarıyor abla. Sonuçta hayatın değerini bilmeliyiz diye bir sunum hazırlasa beş dakikada daha etkileyici olurdu.

Aklımda kaldı; o boş evin sipariş edilen eşyalarla yavaş yavaş döşenmesi sıfırdan yeniden oluşturulan bir hayatı düşündürmesi ile güzel. Girişte hastalığını öğrendikten sonra asansörde yabancı bir dilde konuşup gülüşen kadınlarla karşılaştığı sahneyi de etkileyici buldum. İçinde bulunduğu dünyaya bir anda yabancılaşmasını simgelediğini düşündüm.

Sonuç; birşeyler eksik

1 ağustos gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0942891/

28 Temmuz 2009 Salı

Last Chance Harvey (2008)

*** Dustin mi minyon Emma'mı kalıplı ***

Konusu şöyle; caz piyanisti olma hayalini gerçekleştiremeyip reklam müziği yazarı olabilmiş ama artık yerini gençlere bırakması beklenen Harvey (Dustin Hoffman) uzakta yaşadığı kızının düğününe gitmek için haftasonu Londra'ya gelir. Burada işinden kovulduğunu, kızının üvey babası tarafından damada verilmek istediğini öğrenen Harvey, bir havaalanında yolcularla anket yapan, duygusal yaşamında kimsesi olmayan, halen annesi ile yaşayan Kate Walker (Emma Thompson) ile tanışır.

Ne anladım; Joel Hopkins bu biri İngiliz biri Amerikalı, ikisi de orta yaşlarını geçmiş ama yaşamlarında huzuru bulamamış çift adayının hikayesini anlatırken çok sağlam iki oyuncu ile çalışmak gibi bir şansa sahip. Karakterlerin de çıkış noktaları gayet iyi, öyle ki herhalde 50 yaş üstü Before Sunrise izleyeceğiz beklentisi yaratıyor. Ama maalesef hikaye ilerlemeye başladığında ilk yakınlaşma sırasındaki kıvrak dialoglardan uzaklaşıp durumlara odaklanan anlatı izleyiciyi de avucundan kaçırıyor, çünkü bu durumlarda çok fazla bilindik durum var. Bir kıyafet deneme sahnesi, müzik eşliğinde geçiştirilen yürüyüşler, kurs sahneleri, anne karakterinin yan komşuyu pencereden gözleyip katil olduğunu düşünmesi gibi kısımlarla dolu kolaycı senaryo tatmin etmiyor. Bu yüce oyuncuları sıradan insanları canlandırırken izleme şerefi de yeter diyebiliriz ama fazlası olsa fena olmazdı.

Aklımda kaldı; düğündeki konuşma. Kate telefonu şimdi konuşamam diye kapatır. "Bu hareketinden umutlanmalı mıyım?" Kate hafifçe gülümser "Bundan daha büyük bir gülümseme gerek"

Sonuç; idare etmez maalesef.

30 temmuz günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1046947/

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Zack And Miri Make A Porno (2008)

*** Granny Pants ***

Konusu şöyle; çocukluklarından beri yakın arkadaş olan Zack (Seth Rogen) ve Miriam (Elizabeth Banks) aynı evi de paylaşmaktadırlar. İyice parasız kaldıklarında akıllarına bir porno film çevirmek gelir. Kameralar önünde bir şey hissetmeden birlikte olup etkilenmeden yaşamlarına devam edebileceklerini düşünürler.


Ne anladım; acaip karakterlerden bir evren yaratan ve bunlara sık sık dönen yönetmen Kevin Smith'in bir de Jersey Girl gibi edepli romantik komedilere yaklaştığı ama pek de iyi olmayan denemeleri var. Burada hikayenin kendisi provokatif ama geneline bakılırsa sevimli bir romantik komedi olma denemesinde bir çalışma var. Belki Jason Mewes'in bulunduğu sahneler olmasa da ailecek izlenecek bir tatlı bir iş çıkacakmış ortaya. Ancak gene de onun testislerinin silüeti ile de katkıda bulunduğu filmin az sayıdaki komik sahneleri onlar. Gelenek olduğu üzere en beklenmedik ve ters köşe mizah Mewes ile geliyor Kevin Smith filmlerinde. Geri kalanı birkaç sene önce Jim Carrey'in de oynadığı bir çiftin mali durumları bozulunca beklenmeyen bir yola sapmalarından yola çıkan, sonuçta uzun süredir birbirine açılamayan ama birbirlerine aslında delice aşık olduklarının ortaya çıktığı bir romantik komediye dönüşüyor. Bana ters gelen, çok serbest tiplemeler yaratmasına rağmen hikayenin sonuçta konu çiftin birbirine olan sevgisini o gün diğer kadınla o sahneyi çekmemiş olma, birlikte olmamış olma kıstasına indirgemesi. Bir de maalesef Mewes haricindeki sahnelerin sadece durumun acaipliğine dayanıp mizah içermemesi bir sıkıntı.

Aklımda kaldı; yazılarda bittikten sonra gelecekte kurdukları Zack & Miri yapım şirketi hakkında bir bölüm var. Filmi çekerken edepsiz sözler söylemeye çalışması. Filme isim bulma çalışması "fuckback mountain" "cocunt" "star sex"

Sonuç; idare eder.

25 temmuz günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt1007028/

23 Temmuz 2009 Perşembe

Fuck (2005)

**** There is no English equivalent for 'fuck off,' because... it *is* English ****

Konusu şöyle; her yönüyle fuck kelimesi üzerine bir belgesel.

Ne anladım; Steve Anderson bu çok kullanılan, bazı kesimler tarafından aforoz sebebi sayılan, yerine göre kendini ifade aracı, bazen saldırı silahı olabilen kelime üzerinden küfürün sosyal yaşamda yerinden tutun cinselliğin tabularına her yönüyle ekrana getiriyor. Kelime anlamıyla incelemek üzere porno yıldızları, sosyal yönler için psikologlar, sanatla ilişkisi için rapçisi oyuncusu müzisyeninden muhafazakarına çok sayıda isim var röportaj yapılan. Kelime ile ilgili konu başlıkları altında bilindik filmlerden (tabii ki Scarface) dizilerden (Seinfeld'in bir çocuğun yanında ağzından kaçırıp başını derde soktuğu bölüm de var) şarkı sözlerine, politik olaylarla ilgisine bence çok hızlı ve tempolu bir film. Tabi hayli rahatsız edebilecek kısımları da var, adı üstünde. Ama özellikle Billy Connolly'nin değişik tonlaması ve klasik İngiliz aksanıyla tatlı tatlı kelimenin fonetiğine övgüler düzdüğü sahneler başta olmak üzere güzel kısımları çok fazla. Kelimenin kökeni tam olarak bilinmediği halde "fornication under consent of king" ifadesinin kısaltması olduğu şeklinde genel bir kanı olması ilginç geldi. Lenny Bruce ya da George Carlin'e verilen önem sadece insanların sahnede küfür edildiğini duymaktan hoşlanması ile açıklanamaz. İfade özgürlüğü tarafından bakıldığında çığır açan adamlar bunlar. Steril ikiyüzlü bir ahlak anlayışı ile dayatılan toplumsal baskılarla mücadelenin bir bakıma simgesi. Özellikle Bush yönetimi ile birlikte para basmaya başlayan sözde toplumu koruyucu oradaki kurumların buradaki karşılığı rtük de bunlardan ekmek yiyor. Üstelik sigaraları kapatarak, içkileri mozaikleyerek tvde rastgelinecek herhangi bir filmin de zevkle izlenmesini imkansız kılarak buradaki öğrenilmiş çaresizliği daha büyük boyutlarda uygulayarak. Sonuçta toplumsal değerler kılıfından güç alarak tüm akılcı ağaçları budamaya kararlı bir zihniyet egemen zamanımızda.

Aklımda kaldı; Pat Boone'un kendi soyadını küfür yerine kullanması.

Sonuç; herkese göre değil

23 temmuzda izledim

http://www.imdb.com/title/tt0486585/

19 Temmuz 2009 Pazar

Religulous (2008)

***** You don't have to pass an IQ test to be in the Senate *****

Konusu şöyle; komedyen Bill Maher dünyadaki tüm belli başlı dinlere giydiriyor.

Ne anladım; Seinfeld ekibinden, Borat'ın da yönetmeni Larry Charles, Bill Maher'in bu özel projesini yönetmiş. Sivri dilli komedyenin Iconoclasts'da en "gurur duyduğum iş" diye tanımladığı röportaj ağırlıklı belgesel kutsal topraklarda açılıyor. Uzunca bir bölüm hristiyanlığa ayrılırken paragöz tv din adamı mı zırtapoz politikacı mı en gerzek emin olamadım. Sonrasında diğer dinlere de el atan, karikatür krizinden mormonlara, soykırımı inkar konferansına katılan hahamdan scientology zırvalarına birkaç dine daha bulaşıyor. Mistik doğu dinlerini pek kullanmamasına rağmen gözle görülmeyen ispat edilemeyecek hiç bir kanıya pabuç bırakmayacağını açıkça belli ediyor. İsa'nın reenkarnasyonu olduğunu iddia eden ve yüzbin müridi olan adam, insanlarla dinazorları aynı dönemde resmeden zırva müze, konuşan yılana inanan politikacıların dünyayı yönetmesi gibi sahnelerle dolu dinamik bir belgesel. Belki dinleri gruplamak yerine benzerlikleri üzerinden eleştirilecek noktaları ele alsaydı daha tempolu bir sunum olabilirdi. Köşeye sıkışınca düşünmeden inanmanın erdemlerini savunmanın, aklı inkar etmenin acıklı hikayesi. Bizim için eğlence tabi.

Aklımda kaldı; finalde annesi ile "- Cennette görüşürüz. - Kim bilir" diyip gülüşmeleri. Yahudilerinde kutsal gününde hiç bir alet kullanmamalarından para kazanmak amacıyla üretilmiş alet.

Sonuç; helal :P

19 temmuzda izledim

http://www.imdb.com/title/tt0815241/

17 Temmuz 2009 Cuma

Zeitgeist : Addendum (2008)

**** Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz ****

Konusu şöyle; belgesel dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; paranın nasıl oluştuğunu, ekonomik sistemin ana bileşenlerini ve kapitalizmin işleyişini anlatıyor. İkinci bölümde; bu sistemin dünyadaki politik yansımaları bir Ekonomik Tetikçi olan John Perkins tarafından anlatılıyor. Üçüncü bölüm; bu para bazlı sistemin yerine bir alternatif olarak kaynak bazlı bir sistemin olarak tasarlanan Venüs projesinin ilgili toplum mühendisleri tarafından anlatımı ve dördüncü ve son bölümde de bu sisteme alternatifleri en azından zorlamaya başlamak için izleyiciye öneriler şeklinde özetlenebilir.

Ne anladım; ilk filmin bir uzantısı olarak düşünülebilecek bu bölüm gene tamamıyla Peter Joseph'in her tarafını kotardığı bir belgesel. Gene bir görüntüler kolajı izliyoruz ancak bu sefer özellikle ilk bölümde izleyicini takibini kolaylaştıran animasyonlar son derece profesyonel ve konuya odaklı. Özellikle ilk iki bölüm mükemmel derecede bilgilendirici içerik ve sunuma sahip. İkinci bölümde anlatılanların detaylarına elemanın kitabından ulaşmak da mümkün. Üçüncü bölümde anlatılan Venüs projesi ve anlatılanlar elbette ütopik ya da tatil köyü reklemı gibi geliyor. Vizyon açması, düşündürmesi açısından iyi ama mesela paranın yok olmasıyla insanların minimuma insede kendilerinden toplum tarafından bekleneni yapmaya güdüleyecek olan nedir gibi soruları sorsa da yanıtlamıyor. Sondaki öneriler de iyi niyetle kulak arkası edilebilir, nihayetinde kimseyi sokağa dökemeyeceğini bilen yayımcı daha pasif eylemlere cesaretlendirmeye çalışıyor ama günümüzün "bir benim yapmam neyi değiştirir ki" bilincine sahip kuşağını harekete geçirmeye yetmez bunlar. İlk filme göre daha net hedeflere en önemlisi bir sonuca sahip, yer yer kendisini tekrar etse ve bu yüzden uzun kalsa da çok değerli bir belge.

Aklımda kaldı; Fed'in kuruluşu, Amerikanın bağımsızlık savaşının altında yatan nedenler, paranın imal edilişi, Perkins'in önce rüşvet, sonra suikast, en son da askeri müdahele aşamalı tetikçilik hikayeleri.

Sonuç; gayet iyi.

17 temmuzda izledim

http://www.imdb.com/title/tt1332128/

15 Temmuz 2009 Çarşamba

The Duchess (2008)

*** There were three people in her marriage ***


Konusu şöyle; 18. yüzyılda İngiltere'de yaşayan Georgiana (Keira Knightley) henüz onaltı yaşında annesi tarafından Devonshire Dükü (Ralph Fiennes) ile evlendirilir. Dük'ün tek beklentisi kızın soyunu devam ettirmek için kendisine bir erkek evlat doğurmasıdır. Zamanının politik olayları ile de yakında ilgilenen Düşes kız çocuk doğurdukça dükün ile zaten çok zayıf olan ilişkisi de bozulur, hatta dükün kendisine sırdaş olan Bess (Hayley Foster) ile birlikte yatmaya başlamasıyla en yakın arkadaşını da kaybeder.


Ne anladım; Saul Dibb tarafından yönetilen bu kostümlü drama bilindik klasik tarzdan gerçekçi yapısıyla biraz ayrılıyor. Entrikalar üzerine kurulu, daha çok siyasi oyunların çekişmeleri tetiklediği bu dünyaya Dangerous Liasons ya da Tudors tarzı bir yaklaşım burada da gördüğümüz, tabi adı geçenlerden dolayı yepyeni bir tarz değil karşımızdaki ama klasik tonunda olarak nitelendirmemizi engelliyor bu durum. Romantik rollerin adamı olarak bildiğimiz Ralph Fiennes'ın hayvani bir tarz ile canlandırdığı Dük filmin tonunu belirleyen adam. Karısını sadece çocuk doğuran dişi konumuna indirgeyen, tek kelime bile etmeden adeta erkek çocuk takıntısını gerçekleştirmek için yaşayan adamı gayet sakin ve korkutucu bir performansla canlandırıyor. Kendi evinde ve yaşamında "mobbing" tarzı tacize uğrayan düşes gayet şatafatlı bir yaşamın içerisindeki duygusal zavallılığı ile acıtıyor. Aradığı sevgiyi bulmak için başkası ile yatan kocasından kaçmasına rağmen çocuklarını bir daha görememek ile tehdit edilip evine döndüğü ve boyun eğmek zorunda kaldığı bölüm en dramatik yoğunluğa sahip olan kısmı filmin, karakterin de Prenses Diana ile özdeşleştirilmesinin sebebi sanırım.


Aklımda kaldı; Dük'ün yemek masasındaki halleri.


Sonuç; iyi


12 temmuz pazar günü izledik


http://www.imdb.com/title/tt0864761/

Public Enemies (2009)

**** Bye Bye Blackbird ****

Konusu şöyle; 1930'larda büyük buhran yıllarında hayatını banka soymak olarak tanımlayan John Dillinger (Johnny Depp) bir grup soyguncuya liderlik ederek, ve halkın parasına dokunmayarak bir çeşit görünmezlik zırhı altında hükümeti zorlar. FBI başkanı Hoover Ajan Purvis'i (Christian Bale) Dillinger'ı yakalamakla görevlendirir.

Ne anladım; stilize suç hikayelerinin usta yönetmeni Michael Mann sıkıntılı Miami Vice macerasından sonra başarılı bir filmle dönüyor. Bir biyografik çalışmadan uyarlama olması ve bilindik bir figürün bilinen hikayesi olması gibi kalıplarla sınırlayacak bir zorlama var bu kez üzerinde yönetmenin. Tabii ki en büyük koz bu kanunsuzu canlandıran Depp. O dönemdeki Hollywood gangster filmlerinden beslendiğini gördüğümüz karakterin gerçek hayatına o romantik etkilenimleri yansıtamayıp sonuçta çıkan asosyal, diktatör, tutkulu adamı özgün bir sunum. Dönemi titizlikle canlandıran Mann, hem suçun başarısını hem de hükümetin aldığı önlemler ve tavırları net bir şekilde gözler önüne seriyor. Hareketli sahnelerde kameranın de hızlandığı sinematografi bu anlarda Dogma filmine yaklaşıyor, bu da aynı zamanda sürekli Dillinger'ın yanında olaya katılıyormuşuz hissini sağlıyor. "Bebek yüz" ve diğer yan karakterlere de iyi süre verilen filmde Cotillard'ın kadın karakteri oynamasına fragmanda şaşırmıştım. Ancak bir femme fatale değil burada kadın karakter, aksine fakir bir yaşam süren ve Dillinger'ın kanat gerebileceği bir yavru kuş zayıflığında bir kadın ve filmlerdeki büyük gangsterlerin kızlarını anımsatan hüzünlü havası onlara öykünen adam için çok etkileyici. Ana karakterin psikolojik çözümlemesine, çocukluğuna falan girmeyen sadece olayı özetleyen ve tamamen olmasa da mümkün olduğunda klişelere yüz vermeyen eli yüzü düzgün bir yapım.

Aklımda kaldı; Dillinger'ın bir kez sinemada bir kez de polis binasında kendi adına kurulmuş ekibin odasını ziyaretinde kimse tarafından farkedilmediği sahneler.

Sonuç; sıkı film

11 temmuz ctesi günü sinemada izledik

http://www.imdb.com/title/tt1152836/

13 Temmuz 2009 Pazartesi

The Hangover (2009)

**** Don't let the beard fool you. He's a child! ****


Konusu şöyle; bir kaç gün içerisinde evlenmek üzere olan Doug (Justin Bartha) için 3 yakın arkadaşı bekarlığa veda mahiyetinde bir Las Vegas haftasonu ayarlar. Arabayla şehire giden uzun süredir dominant kız arkadaşıyla birlikte olan dişçi Stu (Ed Helms), evlilikten bayılmış öğretmen Phil (Bradley Cooper) ve Doug'un müstakbel kayınbiraberi Alan (Zach Galifianakis) ten oluşan ekip sabah otel odasında uyandığında yanmış koltuklar, banyoda bir bildiğin kaplan, dolapta bir bebek ve kayıp bir dişi içeren manzaraya uyanır, damat da ortalarda yoktur.


Ne anladım; birkaç sene önce Starsky & Hutch'ını izlediğimiz Todd Philips bu kez turnayı gözünden vurmuş. Bu sessiz ve derinden komedi kendi çapında bir fenomen olmaya aday. Afişiyle üç adam ve bir bebekleri anımsatan filmde bebek yan hikayelerden sadece biri. Mike Tyson veya Çinli patronun çok artı katmamasına rağmen bir çok komik durum yaratan, merak yaratan sonuçlar gösterip yavaş yavaş geçmişi dolduran sağlam bir senaryosu ve bu yükü iyi taşıyan bir kurgusu var. Mizahını son dönemin gözde markası Judd Apatow, Seth Rogen gibilerine benzetebilirdim ama bunun farkı acaip adamların yanında gerçekten komik sahnelere de sahip olması. Her üç adamın da ama özellikle Zach Galifianakis'in ilginçlikte yarıştıkları bir gerçek, ama sonuçta Stu daha değişik çıkıyor bence.


Aklımda kaldı; Phil Alan ikilisinin Rain Man girişi inanılmaz komik. Maymunu tokatlayan bebek. Arabayla yola çıkarlar. Biraz sonra -"Baksana sağdan araba geliyor mu?" -"Yok". Eleman sağa kırar ve kamyon kornayı basar. Bu sahne kendi başına komik değil ama filmin karakterlerin samimiyetini temsil ediyor bence.


Sonuç; çok güzel.


11 temmuz günü sinemada izledik


http://www.imdb.com/title/tt1119646/

Recep İvedik 2 (2009)

* Müstehak *


Konusu şöyle; ünlü Türk magandası Recep İvedik (Şahan Gökbakar) babaannesi tarafından bir iş bulma, saygınlık kazanma ve evlenme görevleri ile topluma salıverilir. O da birşeyler yapar ama hiç önemi yok.


Ne anladım; karakter ismini filmin adı yapmak ilginç, ama ikinci filme hiç bir alt isim bulmaya zahmet etmeyip ismin sonuna 2 eklemek bu yapımın elinden çıktığı ekibin amacını da ne kadar efor harcadığını da doğrudan gösteren bir başlangıç noktası. İlk filmdeki gibi kardeş Togan'ın yönettiği, kamera önünde de gösterisini sunan Şahan'ın alabildiğine serbest yüzdüğü filmde ilk filmi toparlama görevi gören aşk hikayesi gibi bir hedef de kullanılmayınca üç görevi yerine getirmeye çalışan ama süre bitince öylesine jeneriğin akıverdiği bir skeç kolajı. Öyle ki sondaki çekim hataları şaka gibi; çünkü filmin tamamı çekim hatası tadında geçiyor. Şahan'ın mizah anlayışı şu; mesela ilk otele gidiyor, eşyalarını taşıyan komiye bahşiş vermesi bekleniyor, adam bundan hoşlanmıyor ve filminde kahramanına abartılı bir şekilde bu yerleşmiş alışkanlığı küfürlerle yerdiriyor. İlk filmde başladığı bu yöntemi burada lüks restoranda şarap tadımında, ödül töreninde zırvalamada vs. neredeyse her sahnede tekrarlıyor. Kendi müzisyenini linç etmeye çalışan, parkta kolkola giren çiftleri sopayla kovalayan, bu haberlere de "sokakta dudaktan öpüşürseniz yersiniz dayağı" diye yorum yazabilen insanların ülkesinde en çok para kazandıran ve izlenen filmin bu olmasında bence garipsenecek hiç bir şey yok.


Aklımda kaldı; domatesin cücüğünü çıkarma sahnesi.


Sonuç; bilin bakalım 3. filmin adı ne olur


9 temmuz perşembe dönüş yolunda izledim


http://www.imdb.com/title/tt1373215/

30 Haziran 2009 Salı

Osmanlı Cumhuriyeti (2008)

** Ben bir yalnız Padişahım, evimden çok uzakta **

Konusu şöyle; Mustafa küçük bir çocukken tarlada karga kovalarken ağaçtan düşer ölür ve tarihin akışı değişir.

Ne anladım; Gani Müjde fantastik bir çıkış noktasından "acaba ne olurdu?" tarzından bir film yapmış. Bir osmanlı padişahının gündelik yaşamda, üstelik de manda yönetimi olduğundan artık bakkalın kasabın bile iplemediği bir hükümdarın, sokak ağzı ile karşılaşması, elbette cinsel yetersizlik konuları öylesine toparlanmış. Filmde pek espri olmamasından bu sefer drama yapmaya çalıştığını düşündüm yönetmenin zaten şu ana kadar pek takdir ettiğim işi olmadığından yorum bana düşmez belki de. En büyük sorun şu bence, padişahın evde sorunları var, sonra bir kızla tanışıyor halktan, bir etkilenme oluyor, ilişki başlıyor. Ardından kızın ajan olduğunu öğreniyor ve padişah lanet olsun diye herşeyi bırakıyor. Bu sahne ile beraber filmin hiç bir omurgası kalmıyor, sonrasında ne o aşk hikayesine dönüş, ne politik bir uyanış filmi ortalarındaki seviyelere bile çıkartamayınca filmin grafiğini çizsek önce biraz yükselen, sonra çok eksilere inen ve sonuna kadar o şekilde devam eden bir şey çıkar ortaya. Ata'nın oyununu mütevazi buldum ki filmin tek olumlu yanı budur herhalde.

Aklımda kaldı; yapılmaya çalışılan her espri fiyasko. Bir tane iyi vardı ama hem hatırlamıyorum şu anda hem de bulmaya çok üşeniyorum.

Sonuç; otur sıfır!

30 haziran günü yolda izledik