*** You Americans are incapable of secrets because of your democracy ***
Konusu şöyle; ortadoğu aşığı CIA saha ajanı Roger Ferris (Leonardo DiCaprio) Bin Ladin derecesinde tehlikeli bir terörist liderin izini bulur ve Ürdün'deki operasyonu yönetmek üzere ülkeye geçer. Burada hem yerel istihbarat şefi Hani'nin (Mark Strong) güvenini kazanmaya çalışmakta hem de Washington'daki patronu Ed Hoffman'ın (Russell Crowe) kendi planını uygulamak için ikna etmeye çalışmaktadır.
Ne anladım; Ridley Scott bir kez daha ortadoğu topraklarında dolanıyor ve bu sefer tek bir ülkeye bağlamamış filmi; aralarında Türkiye'nin de geçtiği ona yakın ülke arasında gezinen bir hikaye var. İki ana karakter var karşımızda; biri insan şeklindeki piyonları cep telefonu aracılığıyla öne sürüp feda ederken gece kalkan çocuğuna çiş yaptıran, Amerika'nın dış politikası diye isimlendirilen kıyma makinasının aksamamasını sağlayan üst düzey bürokrat, diğeri çölün ortasında kendisine kankalar bulacak kadar arapça bilen, o coğrafyayı evi gibi benimsemiş hatta aşk meşk olmasa bile oralı olup yaşamının geri kalanını orada sürdürmeye meyilli boşanma arifesindeki ajan. Insider'daki Crowe geri gelmiş, Blood Diamond'daki Caprio ile didişen bir patron çalışan ikilisi oluşturmuşlar, bu ikiliden rol çalan ise Hani rolündeki Mark Strong, giyimine özen gösteren, bölgesinin hakimi, The Kingdom'daki polis şefinin benzeri bir rolde akılda kalıcı bir performans sergiliyor. Eagle Eye'da tanık olduklarımıza benzer teknolojileri bolca gördüğümüz, patlama sahnelerinin gereğinden fazla gösterişli ve dikkat çekici olduğu, Ferris karakterinin olayların geçtiği topraklara sevdasını pek anlamlandıramadığım, politik film olarak biraz karton kaçan ama siyasi aksiyon olarak ilgiyle izlenebilecek bir yapıt. Teşkilatların bölgedeki operasyonlarını son derece gerçekçi bir şekilde aktarması, bölgedeki gelenekleri yargılamadan sunmasının yanında gibi izleyiciyi kaybetmeyen ama pek de yavaşlamayan kurgusu ile de teknik açıdan da ortalamanın üzerinde bir iş.
Aklımda kaldı; "Hani Paşa" Kuduz köpeklerin saldırısı. Kız isteme seramonisi gibi gelişen aileyle tanışma yemeği. Arabaların toz bulutu oluşturup casus uçak yardımıyla ortamı izleyen Ed'i dımdızlak bıraktığı sahne.
Sonuç; izlenebilir
http://www.imdb.com/title/tt0758774/
Arama
29 Aralık 2008 Pazartesi
25 Aralık 2008 Perşembe
Los Cronocrimenes (2007)
**** En büyük suç zamanı boşa harcamak değil midir :P ****
Konusu şöyle; karısı Clara (Candela Fernandez) ile yeni bir eve taşınan Hector (Karra Elejalde) komşu bahçede dürbünüyle gördüğü cıbıl bir kızın peşinden giderken peşine biri takılır, sığındığı laboratuar gibi bir mekandaki adamın saklaması için gösterdiği alet bir zaman makinasıdır ve zamanda bir saat geriye gider. Burada başına gelecekleri engellemeye çalışır.
Ne anladım; Nacho Vigalondo tarafından yazılıp yönetilmiş bir de ana karakterlerden biri oynanmış bu ilginç bilimkurgu, deneme aşamasındaki bir zaman makinasına düşen sıradan bir adam üzerine kurulu ve bu sıradan insanın zamanda yolculuğun getirdiği ahlaki ikilemde bir yol bulma çabaları da öykünün temelini oluşturuyor. Olayın başından itibaren birden fazla kez geri gelen karakterin hep yanında kalarak izlediğimiz filmde Back To The Future ya da Quantum Leap'i görüp geçirmiş bir nesil olarak genelde hikayenin önünden gidiyoruz, en azından üçte ikilik süre boyunca. Son dönemeçte ise tüm hikayeyi kendi içinde gayet tutarlı bir finale bağlamasıyla güzel bir seyirlik çıkmış ortaya. Zaman makinası fikrinin sorunu pratikte asla gerçekleşemeyecek (çünkü gelecekteki herhangi bir anda zaman makinası icat edilmiş olsa şu ana gelecekten gelmiş bir sürü insancık zaten görüyor olmamız gerekirdi vs..) bir fantezi üzerine kurulacak her tür mantığın üzerinde düşünülmeye başlandığında içinden çıkılamayacak boşluklara sahip olması. Burada da Hector'un karakterindeki ani dönüşler, kabullenişler de teknik açıdan olmasa da karakter gelişimi açısından kolaycı bir senaryo olduğunu hissettiriyor. İyice karışık bir filmin bitişi ve sonrasında yaşanan kafa zorlayıcı çözme çabalarını sevenlere..
Aklımda kaldı; bandajlı elemanın ellerini dürbün yapıp Hector'u bulma denemeleri. Portakal sıkacağı tasarımındaki makine.
Sonuç; gayet iyi
24 aralık çarşamba gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0480669/
Konusu şöyle; karısı Clara (Candela Fernandez) ile yeni bir eve taşınan Hector (Karra Elejalde) komşu bahçede dürbünüyle gördüğü cıbıl bir kızın peşinden giderken peşine biri takılır, sığındığı laboratuar gibi bir mekandaki adamın saklaması için gösterdiği alet bir zaman makinasıdır ve zamanda bir saat geriye gider. Burada başına gelecekleri engellemeye çalışır.
Ne anladım; Nacho Vigalondo tarafından yazılıp yönetilmiş bir de ana karakterlerden biri oynanmış bu ilginç bilimkurgu, deneme aşamasındaki bir zaman makinasına düşen sıradan bir adam üzerine kurulu ve bu sıradan insanın zamanda yolculuğun getirdiği ahlaki ikilemde bir yol bulma çabaları da öykünün temelini oluşturuyor. Olayın başından itibaren birden fazla kez geri gelen karakterin hep yanında kalarak izlediğimiz filmde Back To The Future ya da Quantum Leap'i görüp geçirmiş bir nesil olarak genelde hikayenin önünden gidiyoruz, en azından üçte ikilik süre boyunca. Son dönemeçte ise tüm hikayeyi kendi içinde gayet tutarlı bir finale bağlamasıyla güzel bir seyirlik çıkmış ortaya. Zaman makinası fikrinin sorunu pratikte asla gerçekleşemeyecek (çünkü gelecekteki herhangi bir anda zaman makinası icat edilmiş olsa şu ana gelecekten gelmiş bir sürü insancık zaten görüyor olmamız gerekirdi vs..) bir fantezi üzerine kurulacak her tür mantığın üzerinde düşünülmeye başlandığında içinden çıkılamayacak boşluklara sahip olması. Burada da Hector'un karakterindeki ani dönüşler, kabullenişler de teknik açıdan olmasa da karakter gelişimi açısından kolaycı bir senaryo olduğunu hissettiriyor. İyice karışık bir filmin bitişi ve sonrasında yaşanan kafa zorlayıcı çözme çabalarını sevenlere..
Aklımda kaldı; bandajlı elemanın ellerini dürbün yapıp Hector'u bulma denemeleri. Portakal sıkacağı tasarımındaki makine.
Sonuç; gayet iyi
24 aralık çarşamba gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0480669/
22 Aralık 2008 Pazartesi
Happy-Go-Lucky (2008)
**** En-ra-hah ****
Konusu şöyle; neşeli, enerjik ve değişik bir anaokulu öğretmeni olan Poppy (Sally Hawkins) bisikletinin çalınmasının ardından araba kullanma dersleri almaya karar verir. Çok gergin ve takıntılı Scott (Eddie Marsan) ile dersler sırasında iletişim kurmaya çalışan Poppy öte yandan Flamenko dans öğrenmeye çalışarak kendini geliştirmeye devam etmektedir ve okulundaki öğrencilerle de görünenden daha fazla ilgilidir.
Ne anladım; İngiliz sinemasının dingin babalarından Mike Leigh'den karakter ağırlıklı bir komedi. En iyimser Leigh filmi olarak tanımlanan yapıtta komik unsurlar da karakter zıtlıklarından çıkıyor. Kızkardeşinin bile hayretle sorguladığı şekilde toplum kalıplarından uzak bir hayat yaşayan Poppy otuzlu yaşlarına geldiği halde evlenmeyi düşünmeyen, sigorta ve tasarruf kavramlarına uzak, arkadaşlarıyla kafayı çekip muhabbet etmeyi ve birisini rastgele şaşırtarak mümkünse güldürmeyi en azından üzüntüsünü azaltmayı seven sıradışı bir karakter. Sıklıkla karşılaştırıldığı Amelie'ye göre daha gerçekçi, en azından cinselliğini inkar etmeyen ama alışılması çok daha zor bir karakter Poppy. Kızların içip kikirdedikleri sahne herşey hakkında karar vermek için çok erken, ilk trafik dersini izleyin en azından. Sadece büyümeyi reddeden sığ bir karakterden ziyade çevresini son derece iyi algılayabilen, kolay pes etmeyen, olumlu tepkiler vererek olumlu şeyler olmasına çabalayan, gücünün yetmediğinde ise bunu istemeyerek itiraf edebilen zamane Pippi Langstrump'un Leigh için şaşırtıcı olan mutlu sonundan keyif bile alıyoruz.
Aklımda kaldı; ilk sahnede bisikletin ardından şirin tepkisi. Scott ile Poppy'nin son dersinin ardından gelen sinirli sahne. Evsizle olan sahnesi.
Sonuç; e güzel
21 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1045670/
Konusu şöyle; neşeli, enerjik ve değişik bir anaokulu öğretmeni olan Poppy (Sally Hawkins) bisikletinin çalınmasının ardından araba kullanma dersleri almaya karar verir. Çok gergin ve takıntılı Scott (Eddie Marsan) ile dersler sırasında iletişim kurmaya çalışan Poppy öte yandan Flamenko dans öğrenmeye çalışarak kendini geliştirmeye devam etmektedir ve okulundaki öğrencilerle de görünenden daha fazla ilgilidir.
Ne anladım; İngiliz sinemasının dingin babalarından Mike Leigh'den karakter ağırlıklı bir komedi. En iyimser Leigh filmi olarak tanımlanan yapıtta komik unsurlar da karakter zıtlıklarından çıkıyor. Kızkardeşinin bile hayretle sorguladığı şekilde toplum kalıplarından uzak bir hayat yaşayan Poppy otuzlu yaşlarına geldiği halde evlenmeyi düşünmeyen, sigorta ve tasarruf kavramlarına uzak, arkadaşlarıyla kafayı çekip muhabbet etmeyi ve birisini rastgele şaşırtarak mümkünse güldürmeyi en azından üzüntüsünü azaltmayı seven sıradışı bir karakter. Sıklıkla karşılaştırıldığı Amelie'ye göre daha gerçekçi, en azından cinselliğini inkar etmeyen ama alışılması çok daha zor bir karakter Poppy. Kızların içip kikirdedikleri sahne herşey hakkında karar vermek için çok erken, ilk trafik dersini izleyin en azından. Sadece büyümeyi reddeden sığ bir karakterden ziyade çevresini son derece iyi algılayabilen, kolay pes etmeyen, olumlu tepkiler vererek olumlu şeyler olmasına çabalayan, gücünün yetmediğinde ise bunu istemeyerek itiraf edebilen zamane Pippi Langstrump'un Leigh için şaşırtıcı olan mutlu sonundan keyif bile alıyoruz.
Aklımda kaldı; ilk sahnede bisikletin ardından şirin tepkisi. Scott ile Poppy'nin son dersinin ardından gelen sinirli sahne. Evsizle olan sahnesi.
Sonuç; e güzel
21 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1045670/
15 Aralık 2008 Pazartesi
Pentagon Wars (1998)
*** I'll buy the army a new goddamn door ***
Konusu şöyle; Binbaşı James Burton (Cary Elwes) ordunun ürettiği silahların testlerini izlemesi için atandığı Pentagon'da General Partridge (Kelsey Grammer) tarafından bir an önce prototipten üretime geçmesini istediği Bradley cihazının testine verilir. Test görünüşte başarılı geçmesine rağment Burton yine de şüphelenir. Aynı zamanda cihazın tasarımında çalışmış bir subaydan da gizlice uyarı mesajları gelmeye başlar.
Ne anladım; oyuncu olarak daha çok bildiğimiz Richard Benjamin'den televizyon için çekilmiş bir kara komedi. Açılan soruşturmanın tanık sandalyesindeki General'in anlatımıyla askerleri taşımak için tasarlanmış hafif silahlı bir aracın önce komitelerde tanka dönüştürülüp hantal, işlevsiz ve güvenliksiz bir demir yığını haline getirilmesini, ardında da senatonun baskısı karşısında beceriksizliklerini gizleyen subayların başarısız görünmemek ve terfilerinden olmamak için bunların içine girecek insanların hayatlarını hiçe saydığı bir döngünün hikayesini izliyoruz. Nihayetinde yapılmaya çalışılan alet bir savaş makinası ve ölüme hizmet edecek. Bu konuya girmiyor film ama sonuçta savaşa hizmet için yaratılmış bir düzeni katlanarak şişiren ve "çok gizli" iş bilmezliklerle bezeli bir sistem olarak siyaset ordu ilişkisine sağlam söylemlerle saldırıyor. Grammer general rolünde son derece iyi, Scrubs'un Cox'u John McGinley de yardımcı rollerden birinde var. İki baş oyuncusu ve afişine bakarak sulu zırtlak bir film beklerken ortalamanın üzerinde bir siyasi/askeri taşlama buldum, memnun oldum.
Aklımda kaldı; koyunlu test. Tankı vurmak için tepesine vinç inşa edilmesi gereken silah. Aracın yirmi yıllık geliştirme döngüsü. Dahili yazışmanın yanıtlanırken herkese dağıtılabilmesi kural açığını yakalaması.
Sonuç; beğendim.
14 aralık pazar
http://www.imdb.com/title/tt0144550/
Konusu şöyle; Binbaşı James Burton (Cary Elwes) ordunun ürettiği silahların testlerini izlemesi için atandığı Pentagon'da General Partridge (Kelsey Grammer) tarafından bir an önce prototipten üretime geçmesini istediği Bradley cihazının testine verilir. Test görünüşte başarılı geçmesine rağment Burton yine de şüphelenir. Aynı zamanda cihazın tasarımında çalışmış bir subaydan da gizlice uyarı mesajları gelmeye başlar.
Ne anladım; oyuncu olarak daha çok bildiğimiz Richard Benjamin'den televizyon için çekilmiş bir kara komedi. Açılan soruşturmanın tanık sandalyesindeki General'in anlatımıyla askerleri taşımak için tasarlanmış hafif silahlı bir aracın önce komitelerde tanka dönüştürülüp hantal, işlevsiz ve güvenliksiz bir demir yığını haline getirilmesini, ardında da senatonun baskısı karşısında beceriksizliklerini gizleyen subayların başarısız görünmemek ve terfilerinden olmamak için bunların içine girecek insanların hayatlarını hiçe saydığı bir döngünün hikayesini izliyoruz. Nihayetinde yapılmaya çalışılan alet bir savaş makinası ve ölüme hizmet edecek. Bu konuya girmiyor film ama sonuçta savaşa hizmet için yaratılmış bir düzeni katlanarak şişiren ve "çok gizli" iş bilmezliklerle bezeli bir sistem olarak siyaset ordu ilişkisine sağlam söylemlerle saldırıyor. Grammer general rolünde son derece iyi, Scrubs'un Cox'u John McGinley de yardımcı rollerden birinde var. İki baş oyuncusu ve afişine bakarak sulu zırtlak bir film beklerken ortalamanın üzerinde bir siyasi/askeri taşlama buldum, memnun oldum.
Aklımda kaldı; koyunlu test. Tankı vurmak için tepesine vinç inşa edilmesi gereken silah. Aracın yirmi yıllık geliştirme döngüsü. Dahili yazışmanın yanıtlanırken herkese dağıtılabilmesi kural açığını yakalaması.
Sonuç; beğendim.
14 aralık pazar
http://www.imdb.com/title/tt0144550/
14 Aralık 2008 Pazar
Tropic Thunder (2008)
**** You m-m-m-mmm-m-make me happy ****
Konusu şöyle; bir grup büyük oyuncuyla bir Vietnam filmi çekmeye çalışan İngiliz yönetmen Damien Cockburn (Steve Coogan) bu yıldızların kapris ve egolarıyla başedemeyince hikayenin arızalı yazarı Four Leaf'in (Nick Nolte) gazıyla akıllanmalarını sağlamak için oyuncuları ormanın ortasına tek başlarına bırakır. Aksiyon filmlerinin artık çaptan düşen oyuncusu Tugg Speedman (Ben Stiller), rolün havasına girmek için deri rengini ameliyatla koyultan karakter oyuncusu Kirk Lazarus (Robert Downey Jr.), osuruk komedyeni Jeff Portnoy (Jack Black), rapçi oyuncu Alpa Chino (Brandon Jackson) ve genç Sandunsky (Jay Baruchel) karşılarında gerçek uyuşturucu kaçakçıları olduğunu bilmeden ellerindeki senaryoya göre oynamaya devam ederler.
Ne anladım; Ben Stiller'in müzisyen Justin Theroux ve Etan Cohen (Coen değil) ile beraber yazdığı, kendi yönettiği ve baş karakterlerden de birini oynadığı; Hollywood'un başta savaş filmleri olmak üzere klişeleriyle baştan aşağı dalga geçtiği bir komedi. Metot oyunculuğundan özürlüler üzerinden duygu sömürüsü yapan oscarlık filmlere, işini kaybetmemek için müşterisinin saçmasapan kaprislerine bile dünyanın en doğal isteğiymiş gibi davranan menajerlerden küçük büyük tüm dağları yarattığını zanneden stüdyo patronlarına eleştirilen klişerler ve tiplemelerle dolu film. Yazan kadronun kendi topraklarında çok rahat gezindikleri belli ve şarjörleri tam dolu. Jack Black'in çok aktif olmadığı (gene de bağlandığı ağaçtan kurtulmak için teklifler sıraladığı sahne kopuk) buna karşın Downey Jr.'un bütün kadroya bedel bir oyun çıkardığı filmin zaten her rolü sağlam oyunculara teslim edilmiş. DVD yorumlarını merak ettim.
Aklımda kaldı; tam bir özürlüyü oynarsan asla Oscar alamazsın ve Blu-Ray neden kazandı tespitleri. Girişteki fragmanlar (Scorcher serisi ve gay keşişler). Stüdyo patronunun final dansı. Simple Jack. Tugg'un Platoonvari ölüm ve gözyaşı sahneleri.
Sonuç; çok iyi
14 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0942385/
Konusu şöyle; bir grup büyük oyuncuyla bir Vietnam filmi çekmeye çalışan İngiliz yönetmen Damien Cockburn (Steve Coogan) bu yıldızların kapris ve egolarıyla başedemeyince hikayenin arızalı yazarı Four Leaf'in (Nick Nolte) gazıyla akıllanmalarını sağlamak için oyuncuları ormanın ortasına tek başlarına bırakır. Aksiyon filmlerinin artık çaptan düşen oyuncusu Tugg Speedman (Ben Stiller), rolün havasına girmek için deri rengini ameliyatla koyultan karakter oyuncusu Kirk Lazarus (Robert Downey Jr.), osuruk komedyeni Jeff Portnoy (Jack Black), rapçi oyuncu Alpa Chino (Brandon Jackson) ve genç Sandunsky (Jay Baruchel) karşılarında gerçek uyuşturucu kaçakçıları olduğunu bilmeden ellerindeki senaryoya göre oynamaya devam ederler.
Ne anladım; Ben Stiller'in müzisyen Justin Theroux ve Etan Cohen (Coen değil) ile beraber yazdığı, kendi yönettiği ve baş karakterlerden de birini oynadığı; Hollywood'un başta savaş filmleri olmak üzere klişeleriyle baştan aşağı dalga geçtiği bir komedi. Metot oyunculuğundan özürlüler üzerinden duygu sömürüsü yapan oscarlık filmlere, işini kaybetmemek için müşterisinin saçmasapan kaprislerine bile dünyanın en doğal isteğiymiş gibi davranan menajerlerden küçük büyük tüm dağları yarattığını zanneden stüdyo patronlarına eleştirilen klişerler ve tiplemelerle dolu film. Yazan kadronun kendi topraklarında çok rahat gezindikleri belli ve şarjörleri tam dolu. Jack Black'in çok aktif olmadığı (gene de bağlandığı ağaçtan kurtulmak için teklifler sıraladığı sahne kopuk) buna karşın Downey Jr.'un bütün kadroya bedel bir oyun çıkardığı filmin zaten her rolü sağlam oyunculara teslim edilmiş. DVD yorumlarını merak ettim.
Aklımda kaldı; tam bir özürlüyü oynarsan asla Oscar alamazsın ve Blu-Ray neden kazandı tespitleri. Girişteki fragmanlar (Scorcher serisi ve gay keşişler). Stüdyo patronunun final dansı. Simple Jack. Tugg'un Platoonvari ölüm ve gözyaşı sahneleri.
Sonuç; çok iyi
14 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0942385/
Decision At Sundown (1957)
*** Silahları sevmeyen bir western ***
Konusu şöyle; Bart Allison (Randolph Scott) Sundown kasabasına gelir. Amacı; karısını baştan çıkararak intihar etmesine sebep olduğunu düşündüğü Tate Kimbrough'u (John Carroll) öldürmektir. Tesadüfen adamın da düğün günüdür.
Ne anladım; adını daha önce hiç duymadığım Budd Boetticher isimli yönetmenin westerni John Wayne kadar tanımasak da Amerikan idollerindn Randolph Scott'u barındırıyor. Süresi kısa olmasına rağmen bildik kovboy filmi kalıplarına pek itibar etmiyor film. İntikam amacıyla gelen adamın da öfkeden mantıklı düşünememek gibi bir kusuru var. Kasaba kendisini uslu uslu bir tiranın eline teslim etmiş, şerif desen parayı elinde tutan iktidarın elinde oyuncak, dünün tıfıl gençleri şerif yardımcısı kılığında paranın kanununun uygulanmasına çanak tutuyorlar. Finali de bu tür filmlerde pek görülmeyecek derece değişik olmasına rağmen kısa sürede tek mekana girip kalan yavan anlatımıyla çok da eşşiz bir tat bırakmıyor zihinlerde.
Aklımda kaldı; düğünü basıp da adamı vurmaması. Sarhoş berber ve rahip. Kasabada önce berberde, sonra kızın babasının sürdüğü arabada ve sonrasında da otel odasında karakter tanıtmaya yönelik yapılan uzun girizgahdaki yönetim.
Sonuç; idare eder
14 aralık pazar
http://www.imdb.com/title/tt0050296/
Konusu şöyle; Bart Allison (Randolph Scott) Sundown kasabasına gelir. Amacı; karısını baştan çıkararak intihar etmesine sebep olduğunu düşündüğü Tate Kimbrough'u (John Carroll) öldürmektir. Tesadüfen adamın da düğün günüdür.
Ne anladım; adını daha önce hiç duymadığım Budd Boetticher isimli yönetmenin westerni John Wayne kadar tanımasak da Amerikan idollerindn Randolph Scott'u barındırıyor. Süresi kısa olmasına rağmen bildik kovboy filmi kalıplarına pek itibar etmiyor film. İntikam amacıyla gelen adamın da öfkeden mantıklı düşünememek gibi bir kusuru var. Kasaba kendisini uslu uslu bir tiranın eline teslim etmiş, şerif desen parayı elinde tutan iktidarın elinde oyuncak, dünün tıfıl gençleri şerif yardımcısı kılığında paranın kanununun uygulanmasına çanak tutuyorlar. Finali de bu tür filmlerde pek görülmeyecek derece değişik olmasına rağmen kısa sürede tek mekana girip kalan yavan anlatımıyla çok da eşşiz bir tat bırakmıyor zihinlerde.
Aklımda kaldı; düğünü basıp da adamı vurmaması. Sarhoş berber ve rahip. Kasabada önce berberde, sonra kızın babasının sürdüğü arabada ve sonrasında da otel odasında karakter tanıtmaya yönelik yapılan uzun girizgahdaki yönetim.
Sonuç; idare eder
14 aralık pazar
http://www.imdb.com/title/tt0050296/
12 Aralık 2008 Cuma
Transsiberian (2008)
**** Kill off all my demons, Roy, and my angels might die, too ****
Konusu şöyle; Çin'de kilise grupları için çocuk resimleri çekmekten dönen tren meraklısı Roy (Woody Harrelson) ve amatör fotoğrafçı karısı Jessie (Emily Mortimer) macera ve meraktan Pekin Moskova arası sefer yapan Sibirya Ekspresine biner. Kompartıman arkadaşları olan çift ile iyi anlaşırlar ancak bir istasyonda Roy trene dönmez. Öte yandan polis uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için sürekli aramalar yapmaktadır.
Ne anladım; Makinist ve Session 9 gibi sağlam filmlerin yönetmeni Brad Anderson'dan sürükleyici bir gerilim. Öncelikle bir tren yolculuğuna çıkan karakterlerine bol zaman ayıran hikaye kocanın kayboluşuyla doğal olarak Hitchcock'u ve Kaybolan Kadın'ı getiriyor akla. Sonrasında hikaye başka şaşırtıcı dönemeçlerden geçiyor ve Coen'lerin Fargo ya da A Simple Plan'inden de tatlar barındırıyor. Aksiyonu hiç bir noktada belirli bir temponun üzerine çıkarmayan senaryo karakterlerin üzerine eğilecek bol vakit bırakıyor. Özellikle ilgi çekici ve zengin bir kadın karaktere hayat veren Mortimer başarılı. Trenlerde geçen ve modern bir hikaye anlatmak için çok güzel bir yer seçmiş yönetmen ve başta ne güzel mekanmış derken Hostel hikayesine dönecek gerginliği kısa sürede bastırıyor, neyse ki öyle birşey olmuyor.
Aklımda kaldı; trenin kaybolan vagonları. Çin ile Rusya'nın güvenlik için tren raylarını farklı genişliklerde yapması. Tekinsiz matruşkalar.
Sonuç; çok iyi
11 aralık perşembe gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0800241/
Konusu şöyle; Çin'de kilise grupları için çocuk resimleri çekmekten dönen tren meraklısı Roy (Woody Harrelson) ve amatör fotoğrafçı karısı Jessie (Emily Mortimer) macera ve meraktan Pekin Moskova arası sefer yapan Sibirya Ekspresine biner. Kompartıman arkadaşları olan çift ile iyi anlaşırlar ancak bir istasyonda Roy trene dönmez. Öte yandan polis uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için sürekli aramalar yapmaktadır.
Ne anladım; Makinist ve Session 9 gibi sağlam filmlerin yönetmeni Brad Anderson'dan sürükleyici bir gerilim. Öncelikle bir tren yolculuğuna çıkan karakterlerine bol zaman ayıran hikaye kocanın kayboluşuyla doğal olarak Hitchcock'u ve Kaybolan Kadın'ı getiriyor akla. Sonrasında hikaye başka şaşırtıcı dönemeçlerden geçiyor ve Coen'lerin Fargo ya da A Simple Plan'inden de tatlar barındırıyor. Aksiyonu hiç bir noktada belirli bir temponun üzerine çıkarmayan senaryo karakterlerin üzerine eğilecek bol vakit bırakıyor. Özellikle ilgi çekici ve zengin bir kadın karaktere hayat veren Mortimer başarılı. Trenlerde geçen ve modern bir hikaye anlatmak için çok güzel bir yer seçmiş yönetmen ve başta ne güzel mekanmış derken Hostel hikayesine dönecek gerginliği kısa sürede bastırıyor, neyse ki öyle birşey olmuyor.
Aklımda kaldı; trenin kaybolan vagonları. Çin ile Rusya'nın güvenlik için tren raylarını farklı genişliklerde yapması. Tekinsiz matruşkalar.
Sonuç; çok iyi
11 aralık perşembe gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0800241/
Southland Tales (2006)
* Hayırlı kıyametler *
Konusu şöyle; 2005 yılındaki bir nükleer saldırının ardında Amerika'daki yaşam California'ya sıkışmış ve despot bir hükümetin baskıcı yönetimi vardır. Seçim yılı 2008'de ünlü bir film yıldızı Boxer Santoro (Rock) 3 gün ortadan kaybolur ve sonra geri gelir ancak hafızasını yitirmiştir. Deniz suyunu enerjiye çeviren ve kablosuz enerji iletimi konusunda devrim niteliğinde bir buluşu tanıtmak üzere olan bir şirket var. Porno yıldızından televizyonda sosyal konulara parmak basan programcıya dönüşen Krysta Now (Sarah Michelle Gellar) var. İkiz kardeşini arayan polis Taverner var (Seann William Scott) Var oğlu var.
Ne anladım; Donnie Darko ile büyük patlama yapan Richard Kelly beş yıl sonrasında bunu yaptı ve çok aşağılandı. Konusunu toparlayamadığım gibi türüne bile karar vermek çok zor. Neyse sabredip iki saatini devirdikten sonra zamanda yolculuk sırasında kopyalanan insanlar, deney yapan bilim adamları gibi ipuçlarından bilimkurguya karar verdim, ya da meylettim diyeyim ama daha fazla düşünmek istemiyorum. Temel sorun sanırım çok daha geniş bir evreni anlatan bir çizgi roman grubunun bir parçasının önümüze konulması. İçinde Lynch'in rüyada görülmeyecek fantezilerinden de var, John Waters'un rengarenk iğrenç karakterlerinden de var, Austin Powers'ın mizahından da. Çözülme noktasından sonra film doğrudan zihnimize olmasa da bilinçaltımıza birşeyler bırakıyor. Pişman mıyım? Hayır. Bir daha? Aman diyim..
Aklımda kaldı; Timberlake'in "ruhum var ama asker değilim" gibi sözleri olan şarkısı. Amerikan marşının özgün yorumu. Bu nasıl bir repliktir "I'm a pimp... and pimps don't commit suicide. "
Sonuç; sabırtaşı
11 aralık perşembe
http://www.imdb.com/title/tt0405336/
Konusu şöyle; 2005 yılındaki bir nükleer saldırının ardında Amerika'daki yaşam California'ya sıkışmış ve despot bir hükümetin baskıcı yönetimi vardır. Seçim yılı 2008'de ünlü bir film yıldızı Boxer Santoro (Rock) 3 gün ortadan kaybolur ve sonra geri gelir ancak hafızasını yitirmiştir. Deniz suyunu enerjiye çeviren ve kablosuz enerji iletimi konusunda devrim niteliğinde bir buluşu tanıtmak üzere olan bir şirket var. Porno yıldızından televizyonda sosyal konulara parmak basan programcıya dönüşen Krysta Now (Sarah Michelle Gellar) var. İkiz kardeşini arayan polis Taverner var (Seann William Scott) Var oğlu var.
Ne anladım; Donnie Darko ile büyük patlama yapan Richard Kelly beş yıl sonrasında bunu yaptı ve çok aşağılandı. Konusunu toparlayamadığım gibi türüne bile karar vermek çok zor. Neyse sabredip iki saatini devirdikten sonra zamanda yolculuk sırasında kopyalanan insanlar, deney yapan bilim adamları gibi ipuçlarından bilimkurguya karar verdim, ya da meylettim diyeyim ama daha fazla düşünmek istemiyorum. Temel sorun sanırım çok daha geniş bir evreni anlatan bir çizgi roman grubunun bir parçasının önümüze konulması. İçinde Lynch'in rüyada görülmeyecek fantezilerinden de var, John Waters'un rengarenk iğrenç karakterlerinden de var, Austin Powers'ın mizahından da. Çözülme noktasından sonra film doğrudan zihnimize olmasa da bilinçaltımıza birşeyler bırakıyor. Pişman mıyım? Hayır. Bir daha? Aman diyim..
Aklımda kaldı; Timberlake'in "ruhum var ama asker değilim" gibi sözleri olan şarkısı. Amerikan marşının özgün yorumu. Bu nasıl bir repliktir "I'm a pimp... and pimps don't commit suicide. "
Sonuç; sabırtaşı
11 aralık perşembe
http://www.imdb.com/title/tt0405336/
Paranoid Park (2007)
**** Anlat rahatlarsın ****
Aklımda kaldı; pistte kayanların arasında dolandığımız görüntüler. Paranoid Park'ı el yazısıyla yazması. Kağıtları yakması.
Sonuç; zor ama iyi
11 aralık perşembe günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0842929/
Konusu şöyle; anne babası boşanmakta olan lise öğrencisi Alex (Gabe Nevins) kaykaycı arkadaşı ile birlikte gençlerin takıldığı bir pist olan Paranoid Park'ı keşfeder. Birkaç gün pistin yakınlarından sonra bir güvenlik görevlisinin cesedi bulunur.
Ne anladım; Gus Van Sant'ın bir romandan senaryolaştırıp çektiği film Alex'in tuttuğu notlardan oluşuyor. Bu notlar yazılırken karakterin zihninin içinden dünyayı izliyoruz. Kronolojik bir sırayla değil de onun hatırlama sırasına göre zaman zaman yavaş çekimlerle bir karakterin geçişi, bazen bir sorgulamada üçüncü kişi olarak neler olup anlamaya çalışıyoruz. Bir hikaye anlatmaktan ziyade ergenlik aşamasındaki karakterinin yaşadığı sosyal değişime, travmaya ve bunun karşısındaki tepkilere psikiyatrik olarak yaklaşıyor bu filmiyle Van Sant. Sonuçta ne olduğuyla çok ilgilenmiyor, asıl önemli olan gencin zihninden geçenler. Gazeteye göz gezdiriyor diye politik görüşlere sahip olmak zorunda değil bu genç sadece kendi yaşadıklarından nasıl bahsedildiğini merak ediyor. Farklı tarzlar arasında geçiş yapan yönetmenin Last Days'ine yakın duruyor bu seferki anlatımı ancak bu sefer çok daha belirli bir hedefe sahip.
Aklımda kaldı; pistte kayanların arasında dolandığımız görüntüler. Paranoid Park'ı el yazısıyla yazması. Kağıtları yakması.
Sonuç; zor ama iyi
11 aralık perşembe günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0842929/
Burn After Reading (2008)
**** Çok gizli CIA zımbırtılarını kaybeden var mı? ****
Konusu şöyle; alkolik olduğu için CIA'deki işi elinden alınan Osbourne Cox (John Malkovich) intikam için anılarını yazmaya başlar. Ancak yazdıklarını kaydettiği cd spor salonundaki çalışanların eline düşer. Bu belgeleri önemli uluslararası sırlar zanneden ağzından sakız düşmeyen antrenör Chad (Brad Pitt) ve kendisine estetik ameliyat için kaynak arayan Linda (Frances McDormand) şantajla elindekileri paraya çevirmeye çalışırlar.
Ne anladım; canımız ciğerimiz Coen kardeşler ihmal etmemeye çalıştıkları ama genelde pek iyi çıkmayan komedi kanadından bir film yapmışlar. Suç filmlerinin hepsi birbirinden leziz olmasına rağmen bu kulvarda Big Lebowski, Hudsucker Proxy gibi klasikler yaratırken Ladykillers, Intolerable Cruelty gibi facialar da üretebiliyorlar. Bu sefer ilk gruptakilerin en altına yerleştirilebilecek ayarda bir izle unut komedisi çıkartmışlar. Bir hikaye var karmakarışık ama burada amaç komik ve eğlenceli anlar ve karakterler yaratıp izleyiciyi bol bol kopartmak. Hikaye kötü haberi alan Osbourne'un birden ana avrat küfretmeye başlaması ile başlıyor, sonra Clooney'in acaip takıntılara sahip neredeyse manyak karakteri ile tanışıyoruz. Brad Pitt'in Chad isimli dünyanın en büyük sırrını ele geçirmiş gerzeği en akılda kalıcı tiplemesi. Her karakterin ince detaylarla bezendiği harika bir senaryo (Harry'nin yiyecek ve döşeme takıntısı, Linda'nın aşkı arayışı, patronunun ona olan gizli aşkı, Chad'in bisikleti..) Biraderlerin elinde gene başka bir sağlam hikaye vardır kesin ve oscar'a dönerken bu sefer gösterge puanını alıyorlar.
Aklımda kaldı; Chad'in telefonda sürekli "Osbourne Cox?" deyişi ve o şantaj telefonu sahnesi. Harry'nin bodrumda yaptığı alet. Olayların CIA'in büyük patronuna anlatıldığı sahne ve onun tepkileri, "Report back to me when it makes sense. " Baltayla adamın kafasını parçaladığı sahne. Silah çekme refleksi.
Sonuç; gayet komik
10 aralık günü Nautilus'de. Ne gerizekalı bir sinema izleyici kitlesi var bu şehirde yahu
http://www.imdb.com/title/tt0887883/
Konusu şöyle; alkolik olduğu için CIA'deki işi elinden alınan Osbourne Cox (John Malkovich) intikam için anılarını yazmaya başlar. Ancak yazdıklarını kaydettiği cd spor salonundaki çalışanların eline düşer. Bu belgeleri önemli uluslararası sırlar zanneden ağzından sakız düşmeyen antrenör Chad (Brad Pitt) ve kendisine estetik ameliyat için kaynak arayan Linda (Frances McDormand) şantajla elindekileri paraya çevirmeye çalışırlar.
Ne anladım; canımız ciğerimiz Coen kardeşler ihmal etmemeye çalıştıkları ama genelde pek iyi çıkmayan komedi kanadından bir film yapmışlar. Suç filmlerinin hepsi birbirinden leziz olmasına rağmen bu kulvarda Big Lebowski, Hudsucker Proxy gibi klasikler yaratırken Ladykillers, Intolerable Cruelty gibi facialar da üretebiliyorlar. Bu sefer ilk gruptakilerin en altına yerleştirilebilecek ayarda bir izle unut komedisi çıkartmışlar. Bir hikaye var karmakarışık ama burada amaç komik ve eğlenceli anlar ve karakterler yaratıp izleyiciyi bol bol kopartmak. Hikaye kötü haberi alan Osbourne'un birden ana avrat küfretmeye başlaması ile başlıyor, sonra Clooney'in acaip takıntılara sahip neredeyse manyak karakteri ile tanışıyoruz. Brad Pitt'in Chad isimli dünyanın en büyük sırrını ele geçirmiş gerzeği en akılda kalıcı tiplemesi. Her karakterin ince detaylarla bezendiği harika bir senaryo (Harry'nin yiyecek ve döşeme takıntısı, Linda'nın aşkı arayışı, patronunun ona olan gizli aşkı, Chad'in bisikleti..) Biraderlerin elinde gene başka bir sağlam hikaye vardır kesin ve oscar'a dönerken bu sefer gösterge puanını alıyorlar.
Aklımda kaldı; Chad'in telefonda sürekli "Osbourne Cox?" deyişi ve o şantaj telefonu sahnesi. Harry'nin bodrumda yaptığı alet. Olayların CIA'in büyük patronuna anlatıldığı sahne ve onun tepkileri, "Report back to me when it makes sense. " Baltayla adamın kafasını parçaladığı sahne. Silah çekme refleksi.
Sonuç; gayet komik
10 aralık günü Nautilus'de. Ne gerizekalı bir sinema izleyici kitlesi var bu şehirde yahu
http://www.imdb.com/title/tt0887883/
11 Aralık 2008 Perşembe
Redacted (2007)
**** Savaş karşıtı olmak bir filmi iyi yapmaya tek başına yeter mi? ****
Sonuç; sıkı film
10 aralık gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0937237/
Konusu şöyle; Irak'ta bir kontrol noktasında görevli askerlerin açtığı ateş sonucu hamile bir kadın ve bebeği ölürler. Bunu takip eden başka bir çatışmada da bir asker öldürülür. İpini koparmış askerlerden ikisinin önderliğindeki bir grup sürekli gördükleri bir kızın evini basar, kıza tecavüz eder ailesini öldürür ve evi ateşe verir.
Ne anladım; Brian DePalma daha önce Casualities Of War ile geçtiği yoldan bir daha yürüyor ama aynı yerlere farklı ayakkabılarla basıyor. Bu sefer konusu Irak'ın işgali ve bu sebeple orada bulunan birlikler. Buradaki tecavüz gerçek bir olay, gerisi DePalma'nın bütün bu olayı değişik medyalarla kurgulayarak yarı belgesel gibi anlatımı. Önce sinema okuluna gitmeyi hedefleyen (vietnam'da bulunmuş olan Oliver Stone'a bir gönderme mi) bir askerin kamerasından karakterlerini ve sıkıcı işlerini yanaklarından süzülen ter damlalarına kadar tanıyoruz. Sonra bu el kamerasından bir televizyon ekibinin dramatik belgesellerinden görüntüler giriyor. Arada arap youtube'undan, güvenlik kameralarına kadar türlü parçalarla bütüne varıyoruz. İyi arap karakterler yerleştirip yapmacık iyimserlik gösterilerine girmeyen gayet sinirli bir anlatı var ortada. Hollywood filmlerinden alıştığımız tek taraflılık bu sefer Amerika'lı askerler için geçerli, neredeyse tek bir iyi insan yok aralarında. Aralarından en iyisi çaresizce başını ellerinin arasına alıp ağlayıp sızlıyor ama pasif kalmanın dünyayı iyi bir yere çevirmeye faydası yok. Başlıktaki soru en büyük ikilem. Bir yanım "ya bu film tam olmamış" diyor, diğer yandan agresifliğini ve gerçekçiliğini de beğendim. Ama izlenmesi gereken bir film yapan yanı yönetmenin anlatım yöntemi konusunda kendisine koyduğu kısıtlamalar çerçevesinde ulaştığı başarı olabilir.
Aklımda kaldı; askerlerin nöbetlerindeki durağan görüntüleri. Akrebi götüren kırmızı karıncalar. Görüntülü telefonla konuşan askerin kaçırılması. En önemli mesajı daha büyük cezayı konuya daha uzak görünen karakterlerin çekmesi.
Sonuç; sıkı film
10 aralık gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0937237/
9 Aralık 2008 Salı
WALL-E (2008)
***** Foreign contaminant! *****
Konusu şöyle; çöp sıkıştırma robotu Wall-E artık ortalıkta insan kalmamış bir dünyada yedi yüzyıl sonrasında hala hem çöp küplerden gökdelenler yapar hem de kendince biriktirdiği eşyalarla rutin bir yaşam sürer. Bir gün gezegene inen bir uzay gemisinden bırakılan araştırma robotu Eve'e aşık olur, gemi kızı geri alınca da peşinden ana gemiye gizlice girer. Gemi insanlıktan geriye kalan toplumun yaşanabilir bir gezegen bulunana kadar ikamet ettiği Araf benzeri yaşam merkezidir.
Ne anladım; Pixar/Disney'in baba adamlarından ve Finding Nemo'nun müsebbibi Andrew Stanton'dan gene çok şık bir anlatı. 10000 BC nin üzerine izleyince şöyle karşılaştırılabilir; o filmde kolaycılıktan dolayı dış sesler ve tüm kabilelerin ingilizce konuşması ile yalapşap halledilenler burada ne yapsa şaşırmayacağımız robotların bir elin parmaklarından fazla kelimeye mahkum edilmesiyle ve buna karşın hikayenin gerektirdiği her tür ilerlemenin izleyiciye müthiş bir görsellikle aktarılmasıyla ciddi bir etki yaratılıyor. Benzetmek gerekirse Şarlo ile Lara Croft'un aşkı; Chaplin etkisi en çok kadronun Axiom'a vardığı ve Mo'nun ilk temizleme işlemi sırasında karakterin çok bilinçli olmasa da otorite ile dalgasını geçmesinde hissediliyor, Eve'in her duyduğu çıtırtı kaynağını önce havaya uçurup sonra incelediği ilk göründüğü sahnelerde ise eli makinalı ve güçlü bir kadın karakter doğuyor. İnsanlığın kendi sarmalı içinde kendisini yok etmeye sürüklendiğinden yola çıkan, Axiom'da ise vücudunun hiç bir kas ve sinir hücresini kullanmadan yaşamını sürdüren bitkilere dönüşmüş bir toplumu resmeden filmde nedense koltuğundan düştüğü zaman kendi kendine kalkmayı bile başaramayan bir insan günümüz dünyasına bakınca bile şaşırtıcı gelmiyor.
Aklımda kaldı; son yazılardan sonra eleman Pixar lambasının bozulan ampulunu değiştiriyor, sonra yürürken R yi yıkıp yerine kendi geçiyor. İlk yarım saat boyunca Wall-e, I Am Legend'deki Will Smith gibi takılıyor, fragmanda buldukları eşyalarla yaptıkları çok komik gelmemişti ama filmde atmosfer sağlam. Hamamböceğinin üzerinden geçtiğinde yaptığı gibi Homer Simpson tarzında çığlığı. Alien'da benzer bir duruma kendi düşen Sigorney Weaver bu sefer ana geminin sesi. - Voice confirmation required. - Uhh.. - Voice confirmation accepted.
Sonuç; daha ne yapsın adamlar
9 aralık salı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0910970/
Konusu şöyle; çöp sıkıştırma robotu Wall-E artık ortalıkta insan kalmamış bir dünyada yedi yüzyıl sonrasında hala hem çöp küplerden gökdelenler yapar hem de kendince biriktirdiği eşyalarla rutin bir yaşam sürer. Bir gün gezegene inen bir uzay gemisinden bırakılan araştırma robotu Eve'e aşık olur, gemi kızı geri alınca da peşinden ana gemiye gizlice girer. Gemi insanlıktan geriye kalan toplumun yaşanabilir bir gezegen bulunana kadar ikamet ettiği Araf benzeri yaşam merkezidir.
Ne anladım; Pixar/Disney'in baba adamlarından ve Finding Nemo'nun müsebbibi Andrew Stanton'dan gene çok şık bir anlatı. 10000 BC nin üzerine izleyince şöyle karşılaştırılabilir; o filmde kolaycılıktan dolayı dış sesler ve tüm kabilelerin ingilizce konuşması ile yalapşap halledilenler burada ne yapsa şaşırmayacağımız robotların bir elin parmaklarından fazla kelimeye mahkum edilmesiyle ve buna karşın hikayenin gerektirdiği her tür ilerlemenin izleyiciye müthiş bir görsellikle aktarılmasıyla ciddi bir etki yaratılıyor. Benzetmek gerekirse Şarlo ile Lara Croft'un aşkı; Chaplin etkisi en çok kadronun Axiom'a vardığı ve Mo'nun ilk temizleme işlemi sırasında karakterin çok bilinçli olmasa da otorite ile dalgasını geçmesinde hissediliyor, Eve'in her duyduğu çıtırtı kaynağını önce havaya uçurup sonra incelediği ilk göründüğü sahnelerde ise eli makinalı ve güçlü bir kadın karakter doğuyor. İnsanlığın kendi sarmalı içinde kendisini yok etmeye sürüklendiğinden yola çıkan, Axiom'da ise vücudunun hiç bir kas ve sinir hücresini kullanmadan yaşamını sürdüren bitkilere dönüşmüş bir toplumu resmeden filmde nedense koltuğundan düştüğü zaman kendi kendine kalkmayı bile başaramayan bir insan günümüz dünyasına bakınca bile şaşırtıcı gelmiyor.
Aklımda kaldı; son yazılardan sonra eleman Pixar lambasının bozulan ampulunu değiştiriyor, sonra yürürken R yi yıkıp yerine kendi geçiyor. İlk yarım saat boyunca Wall-e, I Am Legend'deki Will Smith gibi takılıyor, fragmanda buldukları eşyalarla yaptıkları çok komik gelmemişti ama filmde atmosfer sağlam. Hamamböceğinin üzerinden geçtiğinde yaptığı gibi Homer Simpson tarzında çığlığı. Alien'da benzer bir duruma kendi düşen Sigorney Weaver bu sefer ana geminin sesi. - Voice confirmation required. - Uhh.. - Voice confirmation accepted.
Sonuç; daha ne yapsın adamlar
9 aralık salı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0910970/
8 Aralık 2008 Pazartesi
10.000 B.C. (2008)
** 10.000 olsa ne olur 100.000 olsa ne olur **
Konusu şöyle; zamanında babası kaçtığı için kabilesi tarafından hor görülen D'leh (Steven Strait) genç bir erkek olduğunda sevdiği kız Evolet (Camilla Belle) uğruna gene de liderlik yarışına girer. Yarışı hakkıyla kazanmadığı için feragat eder ama daha vahşi bir grup topluluğa saldırıp kızı kaçırınca ekibini toplayıp onu kurtarmak için yollara düşer.
Ne anladım; Roland Emmerich'in en iyi filmi. Tabi adam sinema sanatındaki deniz seviyesini temsil ettiği için beklentileri sıradan bir filme göre bile hayli düşük tutmak lazım. Ama açıkçası hikayede kullanılan cesur trüklere pek takılmadım hatta sonuna kadar izlememi sağladılar, dur bakalım daha ne çıkacak diye. Kolaya kaçılmış kısımlar; filmde herkes İngilizce konuşuyor, bunun anadili İngilizce olmayan kimseyi rahatsız etmesine gerek yok ki zaten ben de rahatsız olmadım. Hem mesela Türkçe konuşsalar ne olacak ki, Apolcalypto'da herkes farklı homurduyordu da birşey mi değişti. Zaten hikayenin öğeleri dış sesle ve bol bol konuşularak veriliyorsa o noktadan sonra bu eleştirilecek bir konu değil. Mamutlarla piramitlerin zamandaş olmamalarından ötürü anakronizm yapıldığı ve hatalar olduğu eleştirileri de fazlaca doğrucu bir bakış. Evet insan izlerken kendinden şüphe ediyor, ileride bir tartışmada da bu filmi referans göstererek iddia edebilir ve kendimi salak yerine koyabilirim ama sonuçta zalimliği temsil eden bir ortam lazım, yazanın da aklına tuvalette bu gelmiş ağzından çıktıktan sonra da değiştirememiş, hoşgörmek lazım. Gerisi de zaten sık kullanılanların tepesindeki şablonu senaryo programında açıp isimleri değiştirmeye kalmış. Yalnız efekt programının son versiyonunu indirmeye üşenmişler.
Aklımda kaldı; birbirinden anlamsız boyutlarıyla dev kaplan ve orantısız mamutlar. Kürk giymiş balo kral ve kraliçesi görünümleriyle iki ana karakter. Diğer kabileden adamların konuşması üzerine "Dilimizi nerden biliyorsunuz?" şeklindeki kopartan şaşkınlık nidası.
Sonuç; ne diyim ki?
8 aralık pazartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0443649/
Konusu şöyle; zamanında babası kaçtığı için kabilesi tarafından hor görülen D'leh (Steven Strait) genç bir erkek olduğunda sevdiği kız Evolet (Camilla Belle) uğruna gene de liderlik yarışına girer. Yarışı hakkıyla kazanmadığı için feragat eder ama daha vahşi bir grup topluluğa saldırıp kızı kaçırınca ekibini toplayıp onu kurtarmak için yollara düşer.
Ne anladım; Roland Emmerich'in en iyi filmi. Tabi adam sinema sanatındaki deniz seviyesini temsil ettiği için beklentileri sıradan bir filme göre bile hayli düşük tutmak lazım. Ama açıkçası hikayede kullanılan cesur trüklere pek takılmadım hatta sonuna kadar izlememi sağladılar, dur bakalım daha ne çıkacak diye. Kolaya kaçılmış kısımlar; filmde herkes İngilizce konuşuyor, bunun anadili İngilizce olmayan kimseyi rahatsız etmesine gerek yok ki zaten ben de rahatsız olmadım. Hem mesela Türkçe konuşsalar ne olacak ki, Apolcalypto'da herkes farklı homurduyordu da birşey mi değişti. Zaten hikayenin öğeleri dış sesle ve bol bol konuşularak veriliyorsa o noktadan sonra bu eleştirilecek bir konu değil. Mamutlarla piramitlerin zamandaş olmamalarından ötürü anakronizm yapıldığı ve hatalar olduğu eleştirileri de fazlaca doğrucu bir bakış. Evet insan izlerken kendinden şüphe ediyor, ileride bir tartışmada da bu filmi referans göstererek iddia edebilir ve kendimi salak yerine koyabilirim ama sonuçta zalimliği temsil eden bir ortam lazım, yazanın da aklına tuvalette bu gelmiş ağzından çıktıktan sonra da değiştirememiş, hoşgörmek lazım. Gerisi de zaten sık kullanılanların tepesindeki şablonu senaryo programında açıp isimleri değiştirmeye kalmış. Yalnız efekt programının son versiyonunu indirmeye üşenmişler.
Aklımda kaldı; birbirinden anlamsız boyutlarıyla dev kaplan ve orantısız mamutlar. Kürk giymiş balo kral ve kraliçesi görünümleriyle iki ana karakter. Diğer kabileden adamların konuşması üzerine "Dilimizi nerden biliyorsunuz?" şeklindeki kopartan şaşkınlık nidası.
Sonuç; ne diyim ki?
8 aralık pazartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0443649/
Vidocq (2001)
*** Dijitalle çekilmiş dönem filmi kılığında fantastik polisiye ***
Konusu şöyle; 1830 yılında, Parisin göbeğinde bir cam üretim yerinde detektif Vidocq (Gerard Depardieu) kimliği belirsiz, yüzünün yerinde ayna ve fantastik güçlere sahip olan bir hayalet tarafından öldürülür. Onun hayat hikayesini yazmakta olan Boisset (Guillaume Canet) kitabını bitirmek için onun araştırdığı son suç dizisinin peşine düşer.
Ne anladım; Pitof isim ya da lakaplı yönetmenin Jean Christophe Grange'nin yazdığı hikayeyi görselleştirdiği bir devrim sonrası Fransa hikayesi ve yazarın ününe uygun olarak gerçeküstü öğelerle bezeli bir polisiye. Romanlarından birine benzetmek gerekirse zaman olarak olmasa da öğelerden dolayı Taş Meclisi'ni seçebilirim. HD ile çekilen ilk uzun metraj ya da uzun metrajlardan biri olan hikayenin 1800 lerde geçmesi yadırgatıcı geliyor çünkü genelde o dönemin insanlarını arasında dolaşan kameraların gözüyle izlemeye alışık değiliz. Nihayetinde oluşan bir suçun ardından bir konudışı karakterin değişik insanlarla konuşarak adım adım gerçek hikayeye ulaşması şablonuyla anlatılmış ilgi çekici ve meraklı bir hikaye var ortada. Benzer çabalarla yapılan bir çok fransız ve hollywood aksiyonundan daha iyi.
Aklımda kaldı; Batman'e benzeyen ve pelerinin içinde bir değişik dövüşen simyacı ile Vidocq'un birbirine girdikleri sahneler. Yıldırımla cinayetler. Simyacının maskesi.
Sonuç; gayet iyi
8 aralık pazartesi günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0164961/
Konusu şöyle; 1830 yılında, Parisin göbeğinde bir cam üretim yerinde detektif Vidocq (Gerard Depardieu) kimliği belirsiz, yüzünün yerinde ayna ve fantastik güçlere sahip olan bir hayalet tarafından öldürülür. Onun hayat hikayesini yazmakta olan Boisset (Guillaume Canet) kitabını bitirmek için onun araştırdığı son suç dizisinin peşine düşer.
Ne anladım; Pitof isim ya da lakaplı yönetmenin Jean Christophe Grange'nin yazdığı hikayeyi görselleştirdiği bir devrim sonrası Fransa hikayesi ve yazarın ününe uygun olarak gerçeküstü öğelerle bezeli bir polisiye. Romanlarından birine benzetmek gerekirse zaman olarak olmasa da öğelerden dolayı Taş Meclisi'ni seçebilirim. HD ile çekilen ilk uzun metraj ya da uzun metrajlardan biri olan hikayenin 1800 lerde geçmesi yadırgatıcı geliyor çünkü genelde o dönemin insanlarını arasında dolaşan kameraların gözüyle izlemeye alışık değiliz. Nihayetinde oluşan bir suçun ardından bir konudışı karakterin değişik insanlarla konuşarak adım adım gerçek hikayeye ulaşması şablonuyla anlatılmış ilgi çekici ve meraklı bir hikaye var ortada. Benzer çabalarla yapılan bir çok fransız ve hollywood aksiyonundan daha iyi.
Aklımda kaldı; Batman'e benzeyen ve pelerinin içinde bir değişik dövüşen simyacı ile Vidocq'un birbirine girdikleri sahneler. Yıldırımla cinayetler. Simyacının maskesi.
Sonuç; gayet iyi
8 aralık pazartesi günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0164961/
7 Aralık 2008 Pazar
Harold And Maude (1971)
***** I know what it is to be young *****
Konusu şöyle; zengin annesiyle yaşayan Harold (Bud Cort) sürekli intihar denemeleri sahneleyerek annesinin dikkatini çekmeye çalışır. Sahip olduğu cenaze arabasıyla tanımadığı insanların cenazelerine katılmak en büyük hobisi olan genç adam bunlardan birinde sekseninci yaşını kutlamasına birkaç hafta kalan hayat dolu Maude (Ruth Gordon) ile tanışır.
Ne anladım; en çok Being There ile bilinen Hal Ashby'nin ilk filmlerinden biri, sıradışı bir romantik komedi. Sahip olduğu servetin sayesinde rahat yaşayan ama varoluşsal problemlerin sahibi Harold ile yaşamının son dönemine gelen ama her anın kıymetini bilen Maude elbette çok irrasyonel ama anlamlı bir ikili oluşturuyorlar. Pesimizmin karşısında saf değil de umursamaz bir iyimserliği koyan ve Harold'ı etkileyen Maude, Bucket List'in varamadığı derinliklerde rahatça nefes alıyor. Sonuçta hayatın hakettiği değeri vermek için ölümcül bir hastalık illa ki gerekli değil, ölümün varlığı ve kaçınılmazlığı da tek başına yeterli olmalı. Psikanalizle, dinle ve toplumsal zorunluluklarla ironisini kurarken Bud Cort'un bebek yüzü sayesinde karakterin oyunlarına dahil olmak da kolaylaşıyor. Ses bandında Robert Altman'ın Mccabe de Cohen'i kullanmasına benzer şekilde Cat Stevens şarkılarının mükemmel kullanımı var, o dönemin modası sanırım.
Aklımda kaldı; giriş jeneriğinde mumları yakarak ortam hazırladığı şaşırtıcı giriş ve finalde banjo çalıp dansederek bitiriş mükemmel. Elemanın kurguladığı ölümler, özellikle annesinin yeni bir kızla tanıştırmasının hemen ardından örtüsü ile bahçeye çıkıp kendisini ateşe verdiği sahne. Ağacı doğaya kaçırdıkları sahnede trafik polisiyle olayları.
Sonuç; mükemmel
7 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0067185/
Konusu şöyle; zengin annesiyle yaşayan Harold (Bud Cort) sürekli intihar denemeleri sahneleyerek annesinin dikkatini çekmeye çalışır. Sahip olduğu cenaze arabasıyla tanımadığı insanların cenazelerine katılmak en büyük hobisi olan genç adam bunlardan birinde sekseninci yaşını kutlamasına birkaç hafta kalan hayat dolu Maude (Ruth Gordon) ile tanışır.
Ne anladım; en çok Being There ile bilinen Hal Ashby'nin ilk filmlerinden biri, sıradışı bir romantik komedi. Sahip olduğu servetin sayesinde rahat yaşayan ama varoluşsal problemlerin sahibi Harold ile yaşamının son dönemine gelen ama her anın kıymetini bilen Maude elbette çok irrasyonel ama anlamlı bir ikili oluşturuyorlar. Pesimizmin karşısında saf değil de umursamaz bir iyimserliği koyan ve Harold'ı etkileyen Maude, Bucket List'in varamadığı derinliklerde rahatça nefes alıyor. Sonuçta hayatın hakettiği değeri vermek için ölümcül bir hastalık illa ki gerekli değil, ölümün varlığı ve kaçınılmazlığı da tek başına yeterli olmalı. Psikanalizle, dinle ve toplumsal zorunluluklarla ironisini kurarken Bud Cort'un bebek yüzü sayesinde karakterin oyunlarına dahil olmak da kolaylaşıyor. Ses bandında Robert Altman'ın Mccabe de Cohen'i kullanmasına benzer şekilde Cat Stevens şarkılarının mükemmel kullanımı var, o dönemin modası sanırım.
Aklımda kaldı; giriş jeneriğinde mumları yakarak ortam hazırladığı şaşırtıcı giriş ve finalde banjo çalıp dansederek bitiriş mükemmel. Elemanın kurguladığı ölümler, özellikle annesinin yeni bir kızla tanıştırmasının hemen ardından örtüsü ile bahçeye çıkıp kendisini ateşe verdiği sahne. Ağacı doğaya kaçırdıkları sahnede trafik polisiyle olayları.
Sonuç; mükemmel
7 aralık pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0067185/
Funny Games U.S. (2007)
***** You shouldn't forget the importance of entertainment. *****
Konusu şöyle; iki dengesiz genç Paul ve Peter ya da Beavis ile Butthead (Michael Pitt ve Brady Corbet) bir aileyi yazlıklarında zorla alıkoyarak onlarla kendilerince oyunlar oynarlar. Sonunda sabah dokuzda tüm ailenin ölmüş olacağına bahse girerler.
Ne anladım; Michael Haneke en geniş ilgi gören eserini on yıl sonrasında Amerikalı oyuncularla ve İngilizce olarak yeniden çekiyor, hem de aynı senaryo ile. İlk filmi yaklaşık çekildiği zaman izlemiştim ve o zaman çok anlamlandıramamıştım. Sonuçta nedensiz yere bir eve dalan, kafasına göre oyunlar oynayan, kameraya konuşan, kumanda ile olayların akışını geri alıp değiştiren ve paçayı ele vermeden sonraki işlerine ellerini kollarını sallayarak giden iki zibidinin hikayesi. Sonrasında bunun tüm bir ana akım sinemanın tamamen karşısında olduğu, izleyiciyi manipüle edip zorla birtakım duyguları pompalayan bütün o düzenin bir analizi ve antitezi olduğu minvalinde okumalar neticesinde fikir olarak çok ısındım ama izleyecek o kadar çok film var ki bir daha izlemeyi düşünmemiştim bile. Bu onuncu yıl yeniden çevrimi sayesinde sanki bir tiyatro oyununun bir başka sahnelemesi gibi başka oyuncularla izleme fırsatı oldu ve bence Michael Pitt ve Naomi Watts (anne) ile film son derece iyi olmuş. Zaten pasif bir rol olan baba da Tim Roth'a aşağılanan ve madara olan ailenin reisi! olarak pek bir iş düşmemiş. Bu sefer ne olacağını bilmeme rağmen benim için daha huzursuz bir seyir oldu.
Aklımda kaldı; "bak hiç jöle göbeği yok" Uzaktan kumanda sahnesi. Holdeki bilardo topu. Olayların başlangıcı yumurta isteme sahnesi.
Sonuç; mükemmel.
6 aralık cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0808279/
Konusu şöyle; iki dengesiz genç Paul ve Peter ya da Beavis ile Butthead (Michael Pitt ve Brady Corbet) bir aileyi yazlıklarında zorla alıkoyarak onlarla kendilerince oyunlar oynarlar. Sonunda sabah dokuzda tüm ailenin ölmüş olacağına bahse girerler.
Ne anladım; Michael Haneke en geniş ilgi gören eserini on yıl sonrasında Amerikalı oyuncularla ve İngilizce olarak yeniden çekiyor, hem de aynı senaryo ile. İlk filmi yaklaşık çekildiği zaman izlemiştim ve o zaman çok anlamlandıramamıştım. Sonuçta nedensiz yere bir eve dalan, kafasına göre oyunlar oynayan, kameraya konuşan, kumanda ile olayların akışını geri alıp değiştiren ve paçayı ele vermeden sonraki işlerine ellerini kollarını sallayarak giden iki zibidinin hikayesi. Sonrasında bunun tüm bir ana akım sinemanın tamamen karşısında olduğu, izleyiciyi manipüle edip zorla birtakım duyguları pompalayan bütün o düzenin bir analizi ve antitezi olduğu minvalinde okumalar neticesinde fikir olarak çok ısındım ama izleyecek o kadar çok film var ki bir daha izlemeyi düşünmemiştim bile. Bu onuncu yıl yeniden çevrimi sayesinde sanki bir tiyatro oyununun bir başka sahnelemesi gibi başka oyuncularla izleme fırsatı oldu ve bence Michael Pitt ve Naomi Watts (anne) ile film son derece iyi olmuş. Zaten pasif bir rol olan baba da Tim Roth'a aşağılanan ve madara olan ailenin reisi! olarak pek bir iş düşmemiş. Bu sefer ne olacağını bilmeme rağmen benim için daha huzursuz bir seyir oldu.
Aklımda kaldı; "bak hiç jöle göbeği yok" Uzaktan kumanda sahnesi. Holdeki bilardo topu. Olayların başlangıcı yumurta isteme sahnesi.
Sonuç; mükemmel.
6 aralık cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0808279/
Traitor (2008)
*** Bütün dinler toplandık ***
Konusu şöyle; çocukken babasını bir bombalamada kaybeden Sudanlı Samir (Don Cheadle) bugün teröristlere silah sağlayan ama kendisi doğrudan terör işlerine bulaşmayan namazında niyazında bir adamdır. Yakalandığında FBI ajanları Clayton (Guy Pierce) ve Archer (Neal McDonough) ile iş birliğine yanaşmayınca uzun bir hapis süreci başlar ancak kısa sürede içeride tehlikeli arkadaşlar edinir ve Amerika'da aynı anda elli yolcu otobüsünü havaya uçurmayı planlayan örgüte katılır.
Ne anladım; Jeffrey Nachmanoff'un yazıp yönettiği filmin hikayesi bildiğimiz Steve Martin'in başının altından çıkmış. Hikayenin her iyi tarafını da eşit uzaklıktan izleyen kameralarla tüm müslümanlar terörist değildir, aşırılar her yerde var mesajını taşıyan hikaye son dönemde bolca izlemeye başladığımız bir türe dönüşmeye başladı. Zaten bölgede ılımlı islam diye bir ucube yaratmaya çalışırken, bu kadar para harcanan topraklardan filmini de çıkarmak istemek de çok anlamsız değil. Böyle bir "dinleri olumlama" çabasını dışarıda tutarsak hikaye "The Departed" tadında gayet eli yüzü düzgün anlatılmış ve katmanlı yapısıyla ilgiyle izleniyor. Özellikle aklımda kaldılar koltukta şöyle bir dikilmeme sebep olacak kadar iyiydiler. Senaryo bu kadar iyi giderken arada da bir o kadar sıkıntı veren hatalar var (Mesela Samir'in kız arkadaşına yaptığını anlatmak için gizlenerek onun koşusunu bitireceği yerde beklemesi ki telefon edip anlaşsan bile bu şekilde buluşmak imkansıza yakın ya da uçaktayken elemanın kıstırıldığını haber alan ajanların bekleyin geliyoruz demesi) Sanki iki ayrı kişi yazmış sonra birbirininkini okumadan birleştirmişler, sorun ise son bölüm kötü yazara denk gelmiş.
Aklımda kaldı; emailleri taslak olarak kaydetme. Otobüs bombalama hikayesinin finali. Benim için filmin zayıfladığı yer Samir'in iki adam öldü diye başını ellerinin arasına aldığı sahne oldu.
Sonuç; idare eder
6 aralık cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0988047/
Konusu şöyle; çocukken babasını bir bombalamada kaybeden Sudanlı Samir (Don Cheadle) bugün teröristlere silah sağlayan ama kendisi doğrudan terör işlerine bulaşmayan namazında niyazında bir adamdır. Yakalandığında FBI ajanları Clayton (Guy Pierce) ve Archer (Neal McDonough) ile iş birliğine yanaşmayınca uzun bir hapis süreci başlar ancak kısa sürede içeride tehlikeli arkadaşlar edinir ve Amerika'da aynı anda elli yolcu otobüsünü havaya uçurmayı planlayan örgüte katılır.
Ne anladım; Jeffrey Nachmanoff'un yazıp yönettiği filmin hikayesi bildiğimiz Steve Martin'in başının altından çıkmış. Hikayenin her iyi tarafını da eşit uzaklıktan izleyen kameralarla tüm müslümanlar terörist değildir, aşırılar her yerde var mesajını taşıyan hikaye son dönemde bolca izlemeye başladığımız bir türe dönüşmeye başladı. Zaten bölgede ılımlı islam diye bir ucube yaratmaya çalışırken, bu kadar para harcanan topraklardan filmini de çıkarmak istemek de çok anlamsız değil. Böyle bir "dinleri olumlama" çabasını dışarıda tutarsak hikaye "The Departed" tadında gayet eli yüzü düzgün anlatılmış ve katmanlı yapısıyla ilgiyle izleniyor. Özellikle aklımda kaldılar koltukta şöyle bir dikilmeme sebep olacak kadar iyiydiler. Senaryo bu kadar iyi giderken arada da bir o kadar sıkıntı veren hatalar var (Mesela Samir'in kız arkadaşına yaptığını anlatmak için gizlenerek onun koşusunu bitireceği yerde beklemesi ki telefon edip anlaşsan bile bu şekilde buluşmak imkansıza yakın ya da uçaktayken elemanın kıstırıldığını haber alan ajanların bekleyin geliyoruz demesi) Sanki iki ayrı kişi yazmış sonra birbirininkini okumadan birleştirmişler, sorun ise son bölüm kötü yazara denk gelmiş.
Aklımda kaldı; emailleri taslak olarak kaydetme. Otobüs bombalama hikayesinin finali. Benim için filmin zayıfladığı yer Samir'in iki adam öldü diye başını ellerinin arasına aldığı sahne oldu.
Sonuç; idare eder
6 aralık cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0988047/
30 Kasım 2008 Pazar
The Incredible Hulk (2008)
*** Don't make me hungry. You wouldn't like me when I'm hungry. ***
Konusu şöyle; Bruce Banner (Edward Norton) kendi üzerinde yaptığı bir deney sırasında genetik mutasyona uğrar ve öfkesini kontrol edebilmek için ortadan kaybolarak bir kendini eğitim sürecine girer ancak sorununa çözüm bulamaz. Tedavi için gizlice Amerika'ya geri dönerken General Ross (William Hurt) silah olarak kullanmak için onun peşindedir. Generalin kızı Betty (Liv Tyler) de kenar süsü olarak ona destek olmaya çalışır.
Ne anladım; 2003 yılında Ang Lee tarafından çekilen ama fazla ağır kaçan sinir küpü abinin hikayesi yeniden büyük bir projenin parçası olarak perdede. Marvel kendisinin de film işine iyice girmesiyle bir çok çizgi roman karakterinin hikayelerini anlatıyor, sonrasında da bu elemanları çeşitli filmlerde birleştirmek gibi planları var. Dolayısıyla artık hedef mümkün olduğunca gençleri ele geçirebilecek aksiyonlar yaratmak olmuş. Hulk, yaratığa dönüştüğünde ilkel benliğin ortaya çıktığı, konuşamayan bir tip. Film finale kadar fena ilerlemese de son dövüş sırasında takke düşüyor ve son derece yüzeysel bir hikaye izlediğimizin farkına vardırıyor. "Edward Norton'da olsun, William Hurt de olsun, Tim Roth mu? tabi o da olsun" diyen bir zihniyetin ürünü olduğu belli. Transporter 2 ile piyasaya çıkan Louis Leterrier de yönetmen olarak aksiyonu iyi bir film çıkarmış.
Aklımda kaldı; girişteki Brezilya kenar mahallelerinin bitmek bilmeyen tıkış tıkış görüntüsü ve buradaki kovalamaca. Ortalardaki ses dalgası püskürten tankımsı aletlerle gün ışığındaki mücadelesi.
Sonuç; idare eder.
29 kasım 2008 ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0800080/
Konusu şöyle; Bruce Banner (Edward Norton) kendi üzerinde yaptığı bir deney sırasında genetik mutasyona uğrar ve öfkesini kontrol edebilmek için ortadan kaybolarak bir kendini eğitim sürecine girer ancak sorununa çözüm bulamaz. Tedavi için gizlice Amerika'ya geri dönerken General Ross (William Hurt) silah olarak kullanmak için onun peşindedir. Generalin kızı Betty (Liv Tyler) de kenar süsü olarak ona destek olmaya çalışır.
Ne anladım; 2003 yılında Ang Lee tarafından çekilen ama fazla ağır kaçan sinir küpü abinin hikayesi yeniden büyük bir projenin parçası olarak perdede. Marvel kendisinin de film işine iyice girmesiyle bir çok çizgi roman karakterinin hikayelerini anlatıyor, sonrasında da bu elemanları çeşitli filmlerde birleştirmek gibi planları var. Dolayısıyla artık hedef mümkün olduğunca gençleri ele geçirebilecek aksiyonlar yaratmak olmuş. Hulk, yaratığa dönüştüğünde ilkel benliğin ortaya çıktığı, konuşamayan bir tip. Film finale kadar fena ilerlemese de son dövüş sırasında takke düşüyor ve son derece yüzeysel bir hikaye izlediğimizin farkına vardırıyor. "Edward Norton'da olsun, William Hurt de olsun, Tim Roth mu? tabi o da olsun" diyen bir zihniyetin ürünü olduğu belli. Transporter 2 ile piyasaya çıkan Louis Leterrier de yönetmen olarak aksiyonu iyi bir film çıkarmış.
Aklımda kaldı; girişteki Brezilya kenar mahallelerinin bitmek bilmeyen tıkış tıkış görüntüsü ve buradaki kovalamaca. Ortalardaki ses dalgası püskürten tankımsı aletlerle gün ışığındaki mücadelesi.
Sonuç; idare eder.
29 kasım 2008 ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0800080/
El Lobo (2004)
**** You can use all of your bullets except for this one. This one... is for Lobo ****
Konusu şöyle; Bask'lı işçi Txema (Eduardo Noriega) ayrılıkçı ETA örgütünün etkin elemanları ile yanyana yaşamasına rağmen şiddet dolu yöntemlerini içten içe desteklememektedir. İspanyol polisi iki taraflı çalışması ya da hapiste çürüyeceği teklifini sununca mecburen kabul eder ancak Lobo kod adıyla örgüt içinde yükselirken hem ailesinden kopacak hem de idealist hayallerinin yok olmasını çaresizce izleyecektir.
Ne anladım; Miguel Courtois'in yönettiği film ilk çağrışımda Spielberg'in Munich'ini anımsatıyor. Franco rejiminin son yıllarında hükümet tarafından kullanılan ama her an gözden çıkarılabilen derin devlet maşası Lobo sıradan bir adamın üzerinden önce ETA örgütünün politik çözüm mü teröre dayalı kargaşa mı çatışmalarını anlatıyor. Asıl vurucu noktası ise devletin bu örgütün kökünü kazıma ve olayları çözüme ulaştırma şansını yakaladığında kendi varlık sebebini olumlayan bu ölümlerin devam etmesinden yana aldığı tavrı göstermesi. 70'lerden sağlam birkaç şarkının yer aldığı müzikleri de çok şık. Ana karakterin azılı bir ETA militanına çok hızlı dönüşmesine rağmen senaryoda bundan başka rahatsızlık veren bir yer yok. "Kurt"un teşkilatı çökerten tek kişilik ordudan ziyade gerçekçi bir şekilde hem hükümeti tarafından hem de halkı tarafından terk edilen bir kişi olarak sunulması da filmin gerçek hikayenin ağırlığını kaldırmasını sağlamış. Terörün ve derin devletin olduğu her yerde geçerli olabilecek bir konu.
Aklımda kaldı; kurdun deparı. İsim yazılı kurşun.
Sonuç; gayet iyi
29 kasım cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0385842/
Konusu şöyle; Bask'lı işçi Txema (Eduardo Noriega) ayrılıkçı ETA örgütünün etkin elemanları ile yanyana yaşamasına rağmen şiddet dolu yöntemlerini içten içe desteklememektedir. İspanyol polisi iki taraflı çalışması ya da hapiste çürüyeceği teklifini sununca mecburen kabul eder ancak Lobo kod adıyla örgüt içinde yükselirken hem ailesinden kopacak hem de idealist hayallerinin yok olmasını çaresizce izleyecektir.
Ne anladım; Miguel Courtois'in yönettiği film ilk çağrışımda Spielberg'in Munich'ini anımsatıyor. Franco rejiminin son yıllarında hükümet tarafından kullanılan ama her an gözden çıkarılabilen derin devlet maşası Lobo sıradan bir adamın üzerinden önce ETA örgütünün politik çözüm mü teröre dayalı kargaşa mı çatışmalarını anlatıyor. Asıl vurucu noktası ise devletin bu örgütün kökünü kazıma ve olayları çözüme ulaştırma şansını yakaladığında kendi varlık sebebini olumlayan bu ölümlerin devam etmesinden yana aldığı tavrı göstermesi. 70'lerden sağlam birkaç şarkının yer aldığı müzikleri de çok şık. Ana karakterin azılı bir ETA militanına çok hızlı dönüşmesine rağmen senaryoda bundan başka rahatsızlık veren bir yer yok. "Kurt"un teşkilatı çökerten tek kişilik ordudan ziyade gerçekçi bir şekilde hem hükümeti tarafından hem de halkı tarafından terk edilen bir kişi olarak sunulması da filmin gerçek hikayenin ağırlığını kaldırmasını sağlamış. Terörün ve derin devletin olduğu her yerde geçerli olabilecek bir konu.
Aklımda kaldı; kurdun deparı. İsim yazılı kurşun.
Sonuç; gayet iyi
29 kasım cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0385842/
28 Kasım 2008 Cuma
The X Files : I Want To Believe (2008)
**** Kök hücreye inanmak istiyorum ****
Konusu şöyle; Mulder paranormal dünyaya iyice kendisini kaptırdığı için, Scully de artık bu konularda çalışmak istemediği için bir kaç yıldır teşkilattan uzakta birbirlerinden de habersiz olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Scully beyin tümöründen ölümü bekleyen bir çocuk hastasının tek kurtuluş ihtimali olabilecek deneysel bir tedaviye başlamak konusunda ikilem yaşarken bir ajanın kaçırılması konusunda Mulder'ı göreve geri çağırması için kendisinden yardım istenir.
Ne anladım; dizinin yaratıcısı Chris Carter'ın bu sefer yönettiği de uzun metraj versiyon. Uzaylı meselesine girmediği için dizinin hayranlarının pek de iyi karşılamadığı filmi Carter, senelerce bütün olup bitenlerden sonra serinin temel konularından inanç ve ikilemler üzerine yapmakla bence doğru bir seçim yapmış. İkilinin bilimsel çehresi Scully bir çocuğun hayatını kurtarmak için tıbbın sınırlarının ötesindeki bilinmeye sulara girmek konusunda ikilemler yaşarken, mistik Mulder ise gaipten görüntüler gelen pedofil rahibe hem inanıyor hem de şüphelerini bastıramıyor. Dizi hakkında derinlemesine bilgi de gerektirmeyen ekonomik tutumuyla içine girilmesi kolay olmasına rağmen bir aksiyon beklentisiyle izlendiğinde ağır temposu hevesleri kursakta bırakır. Robinson tipiyle Duchovny ve Anderson tanıdık iki karakteri yeniden canlandırırken Scully'nin hikayesi daha arka planda ama aslında temel dönüşüm orada. Billy Connolly medyum rahip rolünde sakin ve etkili oynamış.
Aklımda kaldı; büroda Bush'un resmi önünde tema müziğinin çaldığı sahne. Girişte rahibin geniş buzların üzerinde ceset aradığı ve uzun bir sıra ajanın karı tarayarak yürüdükleri sahne.
Sonuç; beğendim
27 kasım perşembe gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0443701/
Konusu şöyle; Mulder paranormal dünyaya iyice kendisini kaptırdığı için, Scully de artık bu konularda çalışmak istemediği için bir kaç yıldır teşkilattan uzakta birbirlerinden de habersiz olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Scully beyin tümöründen ölümü bekleyen bir çocuk hastasının tek kurtuluş ihtimali olabilecek deneysel bir tedaviye başlamak konusunda ikilem yaşarken bir ajanın kaçırılması konusunda Mulder'ı göreve geri çağırması için kendisinden yardım istenir.
Ne anladım; dizinin yaratıcısı Chris Carter'ın bu sefer yönettiği de uzun metraj versiyon. Uzaylı meselesine girmediği için dizinin hayranlarının pek de iyi karşılamadığı filmi Carter, senelerce bütün olup bitenlerden sonra serinin temel konularından inanç ve ikilemler üzerine yapmakla bence doğru bir seçim yapmış. İkilinin bilimsel çehresi Scully bir çocuğun hayatını kurtarmak için tıbbın sınırlarının ötesindeki bilinmeye sulara girmek konusunda ikilemler yaşarken, mistik Mulder ise gaipten görüntüler gelen pedofil rahibe hem inanıyor hem de şüphelerini bastıramıyor. Dizi hakkında derinlemesine bilgi de gerektirmeyen ekonomik tutumuyla içine girilmesi kolay olmasına rağmen bir aksiyon beklentisiyle izlendiğinde ağır temposu hevesleri kursakta bırakır. Robinson tipiyle Duchovny ve Anderson tanıdık iki karakteri yeniden canlandırırken Scully'nin hikayesi daha arka planda ama aslında temel dönüşüm orada. Billy Connolly medyum rahip rolünde sakin ve etkili oynamış.
Aklımda kaldı; büroda Bush'un resmi önünde tema müziğinin çaldığı sahne. Girişte rahibin geniş buzların üzerinde ceset aradığı ve uzun bir sıra ajanın karı tarayarak yürüdükleri sahne.
Sonuç; beğendim
27 kasım perşembe gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0443701/
24 Kasım 2008 Pazartesi
Issız Adam (2008)
**** Kadınları seven ratatuy ****
Konusu şöyle; otuzlu yaşlarını süren bekar, yakışıklı, restoran sahibi ve başahçısı Alper (Cemal Hünal) özel yaşamında da marjinal bir cinsel hayat sürer ve kadınlarla uzun süreli ilişkilerden kaçınır. Koleksiyoncusu olduğu 60'lar Türkçe pop plaklarından birini aradığı bir sahafta çocuk kostümleri tasarlayıp diken Ada (Melis Birkan) ile tanışır ve kendisine pek de sıcak davranmayan bu kızı tavlamak en büyük önceliği haline gelir.
Ne anladım; Çağan Irmak'ın şu ana kadar en yoğun kullandığı karakter gençliği yeni aşmış, şehir yaşamı tarafından doğal yanı törpülenmiş ve zedelenmiş bir ruha sahip erkek. Mustafa Hakkında Herşey'de de Babam ve Oğlum'da da burada da kendisinin alter egosunu temsil eden bu karakteri tahlil çabaları onun sinemasında büyük yer tutuyor. Bu yönüyle karakterin Truffaut'un çok filminde aynı oyuncuyla da yansıttığı karaktere benzerliği belirgin. Filmin artıları; iki başrol oyuncusunun ve onların yanında anne rolünde Yıldız Kültür'ün son derece başarılı oyunları; Beyoğlu'na, lokanta mutfağına ve evin mutfağına ruh katan başarılı mekan kullanımları (New York filmlerinde sürekli Manhattan'ın kullanılması gibi Taksim'in de bu şekilde filmlerde yer alması çok önemli bence). Zayıf yanları ise; birden çok yerde izleyicide yabancılaşmaya sebep olabilecek kadar acaip yazılmış ve söylenmiş replikleri ki bu yönetmenin sadece bu filmde yaşadığı bir sorun değil. Bir fransız filminin yeniden çevrimi havasını veriyor, ama Amerikan yapımlarında olduğu gibi filmin duygularından arındırılması sonucunu vermemiş, aksine kendi özgün tatlarını da katmış içine.
Aklımda kaldı; dolmalı sahne. Kızın aradığı kitabı kitapçıdan alıp hediye ettiği ve ayarı aldığı sahneler. Evde Ada'ya plak dinlettiği ve neden plakların daha iyi olduğunu anlattığı sahne. Girişte bir chat ekranıyla başlayan karakterin tanıtım sahneleri.
Sonuç; çok beğendim
23 kasım pazar günü sinemada izledik.
http://beyazperde.mynet.com/haber/11978
Konusu şöyle; otuzlu yaşlarını süren bekar, yakışıklı, restoran sahibi ve başahçısı Alper (Cemal Hünal) özel yaşamında da marjinal bir cinsel hayat sürer ve kadınlarla uzun süreli ilişkilerden kaçınır. Koleksiyoncusu olduğu 60'lar Türkçe pop plaklarından birini aradığı bir sahafta çocuk kostümleri tasarlayıp diken Ada (Melis Birkan) ile tanışır ve kendisine pek de sıcak davranmayan bu kızı tavlamak en büyük önceliği haline gelir.
Ne anladım; Çağan Irmak'ın şu ana kadar en yoğun kullandığı karakter gençliği yeni aşmış, şehir yaşamı tarafından doğal yanı törpülenmiş ve zedelenmiş bir ruha sahip erkek. Mustafa Hakkında Herşey'de de Babam ve Oğlum'da da burada da kendisinin alter egosunu temsil eden bu karakteri tahlil çabaları onun sinemasında büyük yer tutuyor. Bu yönüyle karakterin Truffaut'un çok filminde aynı oyuncuyla da yansıttığı karaktere benzerliği belirgin. Filmin artıları; iki başrol oyuncusunun ve onların yanında anne rolünde Yıldız Kültür'ün son derece başarılı oyunları; Beyoğlu'na, lokanta mutfağına ve evin mutfağına ruh katan başarılı mekan kullanımları (New York filmlerinde sürekli Manhattan'ın kullanılması gibi Taksim'in de bu şekilde filmlerde yer alması çok önemli bence). Zayıf yanları ise; birden çok yerde izleyicide yabancılaşmaya sebep olabilecek kadar acaip yazılmış ve söylenmiş replikleri ki bu yönetmenin sadece bu filmde yaşadığı bir sorun değil. Bir fransız filminin yeniden çevrimi havasını veriyor, ama Amerikan yapımlarında olduğu gibi filmin duygularından arındırılması sonucunu vermemiş, aksine kendi özgün tatlarını da katmış içine.
Aklımda kaldı; dolmalı sahne. Kızın aradığı kitabı kitapçıdan alıp hediye ettiği ve ayarı aldığı sahneler. Evde Ada'ya plak dinlettiği ve neden plakların daha iyi olduğunu anlattığı sahne. Girişte bir chat ekranıyla başlayan karakterin tanıtım sahneleri.
Sonuç; çok beğendim
23 kasım pazar günü sinemada izledik.
http://beyazperde.mynet.com/haber/11978
16 Kasım 2008 Pazar
Chronicles Of Narnia : Prince Caspian (2008)
** Aslanın suratını Bush yapsınlar bir dahakine **
Konusu şöyle; amcasının bir erkek çocuğu olması ile hayatı tehlikeye giren Prens Caspian kaçmak zorunda kalır. Narnia'dan yaptığı yardım çağrısına ise gene Pevensie kardeşler bu dünyanın kral ve kraliçeleri olarak gelerek yanıtlarlar.
Ne anladım; gene Andrew Adamson imzalı serinin bu ikinci filmi ilkinin yüzyıl sonrasında geçiyor, tabi Narnia yılıyla, yoksa dünyada bu gençler sadece bir yıl yaşlanmış. Kitaplarının yetişkinlere yönelik olduğu ve yoğun Hristiyanlık temalarıyla yüklü olduğu söylenen serinin bu filmi ne ilk filmde tanıştığımız dünyaya birşey ekliyor, ne de karakterleri daha geliştiriyor. İki saati aşkın süresiyle ve görkemli sahneleriyle ancak 15 yaş altı çocukların hayal dünyalarını körükleyebilecek, savaş yanlısı sıradan bir anlatı. Zamanda yolculuk konusu bir tv dizisinin sıradan bir bölümüyle aynı sığlıkta. Bilgisayar destekli savaş sahnelerine güvenebilirdiniz ama aslanın canlandırması fena değilken savaş sahnelerinde özellikle baş oyuncuların uyumsuz hareket ve tepkileri çok göze batan bir amatörlükte, felaket bir montaj rezaleti. Burada prens caspian'ı baştan sonra aynı ifadeyle son derece başarısız oynayan Ben Barnes ve Lucy ile anlamsız aşk denemesini aşağılamak için de bir cümle yazmış olayım.
Aklımda kaldı; yoğun bir makyajın ardında da olsa Peter Dinklage'ın Trumpkin karakteri.
Sonuç; bana göre değil
23 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0499448/
Konusu şöyle; amcasının bir erkek çocuğu olması ile hayatı tehlikeye giren Prens Caspian kaçmak zorunda kalır. Narnia'dan yaptığı yardım çağrısına ise gene Pevensie kardeşler bu dünyanın kral ve kraliçeleri olarak gelerek yanıtlarlar.
Ne anladım; gene Andrew Adamson imzalı serinin bu ikinci filmi ilkinin yüzyıl sonrasında geçiyor, tabi Narnia yılıyla, yoksa dünyada bu gençler sadece bir yıl yaşlanmış. Kitaplarının yetişkinlere yönelik olduğu ve yoğun Hristiyanlık temalarıyla yüklü olduğu söylenen serinin bu filmi ne ilk filmde tanıştığımız dünyaya birşey ekliyor, ne de karakterleri daha geliştiriyor. İki saati aşkın süresiyle ve görkemli sahneleriyle ancak 15 yaş altı çocukların hayal dünyalarını körükleyebilecek, savaş yanlısı sıradan bir anlatı. Zamanda yolculuk konusu bir tv dizisinin sıradan bir bölümüyle aynı sığlıkta. Bilgisayar destekli savaş sahnelerine güvenebilirdiniz ama aslanın canlandırması fena değilken savaş sahnelerinde özellikle baş oyuncuların uyumsuz hareket ve tepkileri çok göze batan bir amatörlükte, felaket bir montaj rezaleti. Burada prens caspian'ı baştan sonra aynı ifadeyle son derece başarısız oynayan Ben Barnes ve Lucy ile anlamsız aşk denemesini aşağılamak için de bir cümle yazmış olayım.
Aklımda kaldı; yoğun bir makyajın ardında da olsa Peter Dinklage'ın Trumpkin karakteri.
Sonuç; bana göre değil
23 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0499448/
Lars And The Real Girl (2007)
**** That's what people do when tragedy strikes. They come over and sit. ****
Konusu şöyle; dokunulmaya tahammül edemeyen, insanlarla sosyal temasını en aza indirmiş, abisi ve hamile karısının yaşadığı aile evinin garajında tek başına bir yaşamı tercih eden Lars (Ryan Gosling) iş arkadaşının gösterdiği siteden bir şişme kadın satın alır. Ona bir kişilik veren Lars'ın bu plastikten hayat arkadaşını tüm kasabalı ona yardımcı olma çabasıyla benimseyecektir.
Ne anladım; yönetmen Craig Gillespie bununla aynı zamanda Mr. Woodcock u da kotarmıştı ve öbür film vasatı pek aşamayan bir komediydi. Burada ise gayet güzel bir senaryo ve Ryan Gosling'in Lars karakteriyle bütünleşmesi sayesinde minik bir bağımsız başyapıt çıkmış ortaya. Kasaba halkının sırf Lars'a olan sevgilerinden herkesin katıldığı bir oyun oynamaları masalsı ve keyifli bir şiiri vücuda getiriyor. Masalsı çünkü dünyanın hiçbir yerinde ambulansla hastaneye şişme bebek götürülüp acilde normal karşılanamaz. Finali kilometreler öteden sezilebilen filmde hem böyle bir rolün altından başarıyla kalkan Gosling hem de bir şişme bebeği izleyiciyi yabancılaştırmadan filme çok iyi katabilen yönetmen iyi birer iş çıkarıyorlar.
Aklımda kaldı; Bianca'yı ailesine tanıştırdığı sahne. İlk öpücükleri. Finale yakın evde örgü örüp oturan kadınlar ve başlıktaki repliğin sahnesi.
Sonuç; gayet iyi
16 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0805564/
Konusu şöyle; dokunulmaya tahammül edemeyen, insanlarla sosyal temasını en aza indirmiş, abisi ve hamile karısının yaşadığı aile evinin garajında tek başına bir yaşamı tercih eden Lars (Ryan Gosling) iş arkadaşının gösterdiği siteden bir şişme kadın satın alır. Ona bir kişilik veren Lars'ın bu plastikten hayat arkadaşını tüm kasabalı ona yardımcı olma çabasıyla benimseyecektir.
Ne anladım; yönetmen Craig Gillespie bununla aynı zamanda Mr. Woodcock u da kotarmıştı ve öbür film vasatı pek aşamayan bir komediydi. Burada ise gayet güzel bir senaryo ve Ryan Gosling'in Lars karakteriyle bütünleşmesi sayesinde minik bir bağımsız başyapıt çıkmış ortaya. Kasaba halkının sırf Lars'a olan sevgilerinden herkesin katıldığı bir oyun oynamaları masalsı ve keyifli bir şiiri vücuda getiriyor. Masalsı çünkü dünyanın hiçbir yerinde ambulansla hastaneye şişme bebek götürülüp acilde normal karşılanamaz. Finali kilometreler öteden sezilebilen filmde hem böyle bir rolün altından başarıyla kalkan Gosling hem de bir şişme bebeği izleyiciyi yabancılaştırmadan filme çok iyi katabilen yönetmen iyi birer iş çıkarıyorlar.
Aklımda kaldı; Bianca'yı ailesine tanıştırdığı sahne. İlk öpücükleri. Finale yakın evde örgü örüp oturan kadınlar ve başlıktaki repliğin sahnesi.
Sonuç; gayet iyi
16 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0805564/
[Rec] (2007)
*** 28 gün sonra blair cadısı ***
Konusu şöyle; gece çalışanları anlatan bir televizyon programı yapımcısı ve kameraman itfaiyecileri konu aldıkları bir gece yaşlı bir kadının çığlıkları duyulduğuna dair bir çağrıya ekiple beraber gider. Yaşlı kadın kendinden geçmiş şekilde saldırgandır ve ekip konuyu araştıran birimlerce binada karantinaya alınır.
Ne anladım; İspanyol Jaume Balaguero ve Paco Plaza ikilisinden kameranın olayı yaşayan kişilerden biri olduğu Blair Witch tarzı bir korku filmi. Kısa sürede ün kazanan ve hemen Amerikan versiyonu çekilen hikayenin orijinal hali yeniden çevriminde muhtemelen ana karakteri geliştirmek adı altında eklenebilecek klişe karakter özelliklerinden müstesna hali ve alıştığımızın altında süresiyle hikayesini anlatıp çıkıyor. Şu anda devam filmini çekmekle meşgul olan ikili aynı türün öncüsündeki gibi gayet temiz röportaj çekimlerinden cep telefonu ve gece görüşüyle tamamlanan hem çaresizliğin hem de öğrendiklerimizin arttığı, paranormal sulara da giren bir çalışma yapmışlar. Türü sevenleri fazlasıyla memnun edebilecek bir çalışma.. ama türü sevenleri.
Aklımda kaldı; merdivenlerden "laap" diye düşen itfaiyeci. Israrla kapının önüne yaklaşıp yakalanana eleman çok bariz ve sinir bozucuydu.
Sonuç; basit ve iyi
http://www.imdb.com/title/tt1038988/
Konusu şöyle; gece çalışanları anlatan bir televizyon programı yapımcısı ve kameraman itfaiyecileri konu aldıkları bir gece yaşlı bir kadının çığlıkları duyulduğuna dair bir çağrıya ekiple beraber gider. Yaşlı kadın kendinden geçmiş şekilde saldırgandır ve ekip konuyu araştıran birimlerce binada karantinaya alınır.
Ne anladım; İspanyol Jaume Balaguero ve Paco Plaza ikilisinden kameranın olayı yaşayan kişilerden biri olduğu Blair Witch tarzı bir korku filmi. Kısa sürede ün kazanan ve hemen Amerikan versiyonu çekilen hikayenin orijinal hali yeniden çevriminde muhtemelen ana karakteri geliştirmek adı altında eklenebilecek klişe karakter özelliklerinden müstesna hali ve alıştığımızın altında süresiyle hikayesini anlatıp çıkıyor. Şu anda devam filmini çekmekle meşgul olan ikili aynı türün öncüsündeki gibi gayet temiz röportaj çekimlerinden cep telefonu ve gece görüşüyle tamamlanan hem çaresizliğin hem de öğrendiklerimizin arttığı, paranormal sulara da giren bir çalışma yapmışlar. Türü sevenleri fazlasıyla memnun edebilecek bir çalışma.. ama türü sevenleri.
Aklımda kaldı; merdivenlerden "laap" diye düşen itfaiyeci. Israrla kapının önüne yaklaşıp yakalanana eleman çok bariz ve sinir bozucuydu.
Sonuç; basit ve iyi
http://www.imdb.com/title/tt1038988/
11 Kasım 2008 Salı
Mustafa (2008)
**** Mustafa hakkında çok şey ****
Konusu şöyle; doğumundan ölümüne düşünceleri ve özel yaşamıyla Atatürk.
Ne anladım; Can Dündar büyük bir devlet adamının yaşamını anlatmaya girişmiş ve 2 saatlik bir sürede tüm yaşamını anlatacak şekilde vizyonunu geniş tutmuş, anlatmayı hedeflediği de bu akılalmaz dönüşümün ve zaferin mimarı nasıl bir ortamdan gelmiştir, nasıl bir hayat yaşamıştır, aşk ve özel hayatı nasıldır soruları ile ruhsal profilini çizmek olmuş. Tabularla çerçevelenmiş, üzerinde düşünülmesi ve sorgulanması kanunlarla yasaklanmış bir ulu simge olarak dayatılan bir askeri ve siyasal lideri izleyicinin daha içselleştirmesini ve kendiliğinden de sevebilmesine yardımcı olabilecek bir çalışma. Sorunlu noktaları ise anlatımın Can Dündar'ın etkileyici olmaktan uzak ve monoton ses tonu ile dış sese mahkum olması ve çoğu kısmında birer cümleyle hızla geçilen olaylar, çoğu konunun nedenlerinin fazla açıklanmaması da kafada çok soru işareti oluşturmuş, bu noktalarda yorum yapmadan durumu aktarmış. Bir belgesel için doğrusu belki de bu ama konu hassas olunca tepkilerin de sebebi oluyor. Örneğin Ata'nın son yıllarında her tür devlet işlerinden el çektirilmiş pasif bir emekli haline geldiği gösterilmiş, Atatürk yaşasaydı böyle olmazdı diyenler için ne hayal kırıklığı. Bir belgesel ya da sinema filmi olarak büyük bir başarı olmasa da ele aldığı konuya bir bakış koyabilmesi olumlu. Her söylediğine katılmaya gerek yok, daha çok okuyup araştırmak ve kişisel fikrini oluşturmak lazım.
Aklımda kaldı; İnönü ile mecliste küsüp kağıtla haberleştikleri sahnede bu nedir dedim. Girişteki kardeşinin başına üşüşen leş yiyiciler gibi animasyona yaklaşan fantastik canlandırmaları da beğendim.
Sonuç; izlenir üzerine düşünülür.
9 kasım pazar günü Rexx de izledik. Sineplex olmuş koca sinema, yazıktır.
http://beyazperde.mynet.com/film/4389
Konusu şöyle; doğumundan ölümüne düşünceleri ve özel yaşamıyla Atatürk.
Ne anladım; Can Dündar büyük bir devlet adamının yaşamını anlatmaya girişmiş ve 2 saatlik bir sürede tüm yaşamını anlatacak şekilde vizyonunu geniş tutmuş, anlatmayı hedeflediği de bu akılalmaz dönüşümün ve zaferin mimarı nasıl bir ortamdan gelmiştir, nasıl bir hayat yaşamıştır, aşk ve özel hayatı nasıldır soruları ile ruhsal profilini çizmek olmuş. Tabularla çerçevelenmiş, üzerinde düşünülmesi ve sorgulanması kanunlarla yasaklanmış bir ulu simge olarak dayatılan bir askeri ve siyasal lideri izleyicinin daha içselleştirmesini ve kendiliğinden de sevebilmesine yardımcı olabilecek bir çalışma. Sorunlu noktaları ise anlatımın Can Dündar'ın etkileyici olmaktan uzak ve monoton ses tonu ile dış sese mahkum olması ve çoğu kısmında birer cümleyle hızla geçilen olaylar, çoğu konunun nedenlerinin fazla açıklanmaması da kafada çok soru işareti oluşturmuş, bu noktalarda yorum yapmadan durumu aktarmış. Bir belgesel için doğrusu belki de bu ama konu hassas olunca tepkilerin de sebebi oluyor. Örneğin Ata'nın son yıllarında her tür devlet işlerinden el çektirilmiş pasif bir emekli haline geldiği gösterilmiş, Atatürk yaşasaydı böyle olmazdı diyenler için ne hayal kırıklığı. Bir belgesel ya da sinema filmi olarak büyük bir başarı olmasa da ele aldığı konuya bir bakış koyabilmesi olumlu. Her söylediğine katılmaya gerek yok, daha çok okuyup araştırmak ve kişisel fikrini oluşturmak lazım.
Aklımda kaldı; İnönü ile mecliste küsüp kağıtla haberleştikleri sahnede bu nedir dedim. Girişteki kardeşinin başına üşüşen leş yiyiciler gibi animasyona yaklaşan fantastik canlandırmaları da beğendim.
Sonuç; izlenir üzerine düşünülür.
9 kasım pazar günü Rexx de izledik. Sineplex olmuş koca sinema, yazıktır.
http://beyazperde.mynet.com/film/4389
Stop-Loss (2008)
** Askerliği yananlar **
Konusu şöyle; Çavuş Brandon (Ryan Philippe) ve bir grup arkadaşı Irak'taki görevlerini tamamlar ve memleketleri Teksas'a dönerler. Ancak orduya yeterince başvuru olmadığından terhisinin durdurulduğunu ve tekrar Irak'a gönderileceğini öğrenir.
Ne anladım; Boys Don't Cry'ın yönetmeni Kimberly Peirce'ın uzun bir aradan sonra çektiği film gene safkan Amerikalılarla ilgili. Irak'taki politikalar üzerine birşeyler söylemeye çalışan hikaye öncelikle konu aldığı etkafa amerikan gençleri ile sıkıntı veriyor, karakterler ile bağ kurmak gerçekten güç. Öte yandan gerçekten oralara kadar gidip de savaşacak kadar cahil adam ne düşünür, nasıl bir ortamdan gelir sorusunun cevabını görmek mümkün.
Aklımda kaldı; girişteki baskın sahnesi.
Sonuç; MTV logosunu görünce kaçıcan
10 kasım ptesi gecesi
http://www.imdb.com/title/tt0489281/
Konusu şöyle; Çavuş Brandon (Ryan Philippe) ve bir grup arkadaşı Irak'taki görevlerini tamamlar ve memleketleri Teksas'a dönerler. Ancak orduya yeterince başvuru olmadığından terhisinin durdurulduğunu ve tekrar Irak'a gönderileceğini öğrenir.
Ne anladım; Boys Don't Cry'ın yönetmeni Kimberly Peirce'ın uzun bir aradan sonra çektiği film gene safkan Amerikalılarla ilgili. Irak'taki politikalar üzerine birşeyler söylemeye çalışan hikaye öncelikle konu aldığı etkafa amerikan gençleri ile sıkıntı veriyor, karakterler ile bağ kurmak gerçekten güç. Öte yandan gerçekten oralara kadar gidip de savaşacak kadar cahil adam ne düşünür, nasıl bir ortamdan gelir sorusunun cevabını görmek mümkün.
Aklımda kaldı; girişteki baskın sahnesi.
Sonuç; MTV logosunu görünce kaçıcan
10 kasım ptesi gecesi
http://www.imdb.com/title/tt0489281/
9 Kasım 2008 Pazar
Reign Over Me (2007)
*** Hangimiz akıllı hangimiz deli ***
Konusu şöyle; Alan Johnson (Don Cheadle) saygın bir diş doktorudur. Karısı ve çocukları ile ortanın üstünde bir yaşam sürer. Yolda, ailesini 11 eylül saldırılarında kaybeden ve ardından kendi içine kapanan üniversitedeki oda arkadaşı Charlie Fineman ile (Adam Sandler) karşılaşır. Bir yandan onu yeniden hayatın içine çekmeye çalışırken diğer yandan da kendi yaşamındaki sorunlarla uğraşır.
Ne anladım; afişinde Adam Sandler'ın olduğu ama komedi olmayan bir sürpriz. Oyuncu olarak daha bilindik bir kariyere sahip olan Mike Binder psikolojik travma yaşayan bir adamın çevresinde şekillenen bir New York hikayesine imza atıyor. Ailesini kaybedince çocuğa dönüşen, olay hakkında konuşmayı ve düşünmeyi reddeden Charlie, karşısında ise görünüşte mükemmel bir yaşama sahip olan ama muhabbet edeceği bir arkadaşı bile olmayan, sorumluluklarla yüklenmiş Alan. Sandler'ın başarılı bir drama oyunu çıkarttığı filmin sıkıntısı senaryonun sarkması. Bu da tempoyu iyi ayarlayamayan, aynı noktaya birden fazla kez gelen ve monoton bir anlatıma sebep oluyor. Ancak uzun süresini fazla dağılmadan kullanması sayesinde de izlenebilir karakterler ve durumlar çıkartıyor. "Smart People"dan daha iyi, "Accidental Tourist" "Rain Man" "As Good As It Gets" tadından "psikolojik rahatsızlı" bir drama.
Aklımda kaldı; Charlie'nin scooterı. "Shadows Of The Colossus" Charlie'nin sürekli oynadığı oyun. Charlie'nin kendini polislere öldürtmeye çalıştığı sahne.
Sonuç; fena değil
8 kasım ctesi gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0490204/
Konusu şöyle; Alan Johnson (Don Cheadle) saygın bir diş doktorudur. Karısı ve çocukları ile ortanın üstünde bir yaşam sürer. Yolda, ailesini 11 eylül saldırılarında kaybeden ve ardından kendi içine kapanan üniversitedeki oda arkadaşı Charlie Fineman ile (Adam Sandler) karşılaşır. Bir yandan onu yeniden hayatın içine çekmeye çalışırken diğer yandan da kendi yaşamındaki sorunlarla uğraşır.
Ne anladım; afişinde Adam Sandler'ın olduğu ama komedi olmayan bir sürpriz. Oyuncu olarak daha bilindik bir kariyere sahip olan Mike Binder psikolojik travma yaşayan bir adamın çevresinde şekillenen bir New York hikayesine imza atıyor. Ailesini kaybedince çocuğa dönüşen, olay hakkında konuşmayı ve düşünmeyi reddeden Charlie, karşısında ise görünüşte mükemmel bir yaşama sahip olan ama muhabbet edeceği bir arkadaşı bile olmayan, sorumluluklarla yüklenmiş Alan. Sandler'ın başarılı bir drama oyunu çıkarttığı filmin sıkıntısı senaryonun sarkması. Bu da tempoyu iyi ayarlayamayan, aynı noktaya birden fazla kez gelen ve monoton bir anlatıma sebep oluyor. Ancak uzun süresini fazla dağılmadan kullanması sayesinde de izlenebilir karakterler ve durumlar çıkartıyor. "Smart People"dan daha iyi, "Accidental Tourist" "Rain Man" "As Good As It Gets" tadından "psikolojik rahatsızlı" bir drama.
Aklımda kaldı; Charlie'nin scooterı. "Shadows Of The Colossus" Charlie'nin sürekli oynadığı oyun. Charlie'nin kendini polislere öldürtmeye çalıştığı sahne.
Sonuç; fena değil
8 kasım ctesi gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0490204/
8 Kasım 2008 Cumartesi
Kung Fu Panda (2008)
**** Prepare for awesomeness ****
Konusu şöyle; tombik panda Po (Jack Black) rüyasında büyük bir kung fu ustası olduğunu gören, babasının makarnacısında çalışan tembel bir Barış Vadisi sakinidir. Ejder Savaşçının seçim töreninde merakı sayesinde ortalığı karıştırır ve bu hımbıl oğlan dünyanın en tehlikeli savaşçısını durdurabilecek tek kişi olarak seçilir.
Ne anladım; hikaye her zamanki gibi sıradan bir karakterin altından kalkamayacak gibi durduğu bir hedefe kendisini keşfederek ulaşmasının hikayesi. Bu sefer karakter sevimli bir hayvan, yapması gereken ise kungfu. Olayların Çin'de ve eski zamanlarda anlatılması son derece doğru bir seçim. Senaryo, animasyonlarda sık karşılaştığımız gibi süper birkaç espriyle başlayıp ortadan sonra tavsamıyor, aksine giderek güzelleşiyor. Özellikle Po'nun eğitiminde motivasyonunun yemek olarak ortaya çıkması ile tavana vuruyor. Dustin Hoffman'ın bu acaip hayvanı eğitmek için bir yol bulması gereken eğitmen Shifu'su da ana karakter kadar iyi işliyor.
Aklımda kaldı; Po'nun eğitim sürecindeki Shifu ile sopalarla dövüşü, özellikle son mantı için yaptıkları. Orijinal mi bilmiyorum ama hoşuma gitti "Yesterday is history, tomorrow is a mystery, but today is a gift. That is why it is called the present. "
Sonuç; gayet iyi
8 kasım ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0441773/
Konusu şöyle; tombik panda Po (Jack Black) rüyasında büyük bir kung fu ustası olduğunu gören, babasının makarnacısında çalışan tembel bir Barış Vadisi sakinidir. Ejder Savaşçının seçim töreninde merakı sayesinde ortalığı karıştırır ve bu hımbıl oğlan dünyanın en tehlikeli savaşçısını durdurabilecek tek kişi olarak seçilir.
Ne anladım; hikaye her zamanki gibi sıradan bir karakterin altından kalkamayacak gibi durduğu bir hedefe kendisini keşfederek ulaşmasının hikayesi. Bu sefer karakter sevimli bir hayvan, yapması gereken ise kungfu. Olayların Çin'de ve eski zamanlarda anlatılması son derece doğru bir seçim. Senaryo, animasyonlarda sık karşılaştığımız gibi süper birkaç espriyle başlayıp ortadan sonra tavsamıyor, aksine giderek güzelleşiyor. Özellikle Po'nun eğitiminde motivasyonunun yemek olarak ortaya çıkması ile tavana vuruyor. Dustin Hoffman'ın bu acaip hayvanı eğitmek için bir yol bulması gereken eğitmen Shifu'su da ana karakter kadar iyi işliyor.
Aklımda kaldı; Po'nun eğitim sürecindeki Shifu ile sopalarla dövüşü, özellikle son mantı için yaptıkları. Orijinal mi bilmiyorum ama hoşuma gitti "Yesterday is history, tomorrow is a mystery, but today is a gift. That is why it is called the present. "
Sonuç; gayet iyi
8 kasım ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0441773/
2 Kasım 2008 Pazar
Sleepwalking (2008)
*** Uyurgezer ***
Konusu şöyle; Joleen (Charlize Theron) erkek arkaşının hapise girmesiyle kızı Tara'yı (AnnaSophia Robb) erkek kardeşi James (Nick Stahl) ile bırakıp kendince para bulmak için ortadan kaybolur. James'in işi de pek sağlam değildir.
Ne anladım; özellikle X-men'lerde görsel efektlerde çalışan Bill Maher'den bir aile draması. Çocuklarını sürekli döven aşağılayan bir babadan kaçan iki kardeşin hayata tutunma çabaları ve sonuçta babayla hesaplaşma hikayesi. Anlatı James karakteri üzerine kurulu ve Stahl rolü iyi taşıyor. Theron yapımcılar arasında. Anne karakterinin sahneden çekilmesiyle hikayenin odağı bulanıklaşıyor ve dinamikten yoksun bir senaryo da bildik noktalara tutunarak kör topal yolculuğunu tamamlıyor.
Aklımda kaldı; iki kaçağın sığındığı babanın (Robert Duvall) sapıttığı sahnelerde rolü kısa olmasına rağmen abartılı oyunuyla nefret uyandırıyor (iyi oynuyor baabında).
Sonuç; meraklısına idare eder.
2 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0888693/
Konusu şöyle; Joleen (Charlize Theron) erkek arkaşının hapise girmesiyle kızı Tara'yı (AnnaSophia Robb) erkek kardeşi James (Nick Stahl) ile bırakıp kendince para bulmak için ortadan kaybolur. James'in işi de pek sağlam değildir.
Ne anladım; özellikle X-men'lerde görsel efektlerde çalışan Bill Maher'den bir aile draması. Çocuklarını sürekli döven aşağılayan bir babadan kaçan iki kardeşin hayata tutunma çabaları ve sonuçta babayla hesaplaşma hikayesi. Anlatı James karakteri üzerine kurulu ve Stahl rolü iyi taşıyor. Theron yapımcılar arasında. Anne karakterinin sahneden çekilmesiyle hikayenin odağı bulanıklaşıyor ve dinamikten yoksun bir senaryo da bildik noktalara tutunarak kör topal yolculuğunu tamamlıyor.
Aklımda kaldı; iki kaçağın sığındığı babanın (Robert Duvall) sapıttığı sahnelerde rolü kısa olmasına rağmen abartılı oyunuyla nefret uyandırıyor (iyi oynuyor baabında).
Sonuç; meraklısına idare eder.
2 kasım pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0888693/
Where In The World Is Osama Bin Laden? (2008)
*** How do I say: "don't take me, take the cameraman"? ***
Konusu şöyle; yakında bir bebeği olacağını öğrenen Morgan Spurlock dünyanın geleceği konusundaki endişelerini gidermek için Usame Bin Ladin'i bulmaya karar verir ve ortadoğu ülkelerinde izini arar.
Ne anladım; Super Size Me'den tanıdığımız Spurlock dünyanın en aranan teröristinin peşinde İslamcı ülkelerin bir profilini çıkarmaya çalışıyor. "Onlar da bizim gibi insanlar", "her toplumda iyiler kötüler bulunur" gibi ilkokul seviyesinde sonuçlar çıkaran gayet basit bir bakış açısı var. Filmi bir bilgisayar oyunu gibi tasarlamış, her ülkeyi bir "level" olarak düşünüp tehlikesine göre derecelemiş ve sırayla Mısır, Filistin - İsrail, Arabistan, Afganistan ve Pakistan'a girip sokaktaki vatandaşa Amerika ve Amerikalılar hakkında ne düşündüğünü ve Bin Ladin'i nasıl gördüklerini sormuş. Komik bir şekilde başlamasına rağmen çok derinleşemeyen ve sonunda iyice baştan savma bir şekilde biten filmin en mesajlı sahnesi; ekibin İsrail'de koyu dindar yahudi mahallesinde itilip kakıldığı bölüm. Burada dışa kapalı, gerektiğinde saldırıya geçebilecek düşüncenin her yerde olabileceğini görüyoruz ve kendisi nasıl o toplumu orada bulunarak rahatsız ediyorsa Amerika'nın da saldırgan dış politikası ile daha büyük bir toplumsal rahatsızlık yarattığını gösteriyor. Çok da iyi bir anlatımı ve temposu olmayan film sonuna doğru iyice güçten düşüyor.
Aklımda kaldı; girişteki Tekken tarzı Spurlock - Bin Ladin dövüşü. Son jenerikte filmde geçen çoğu kişinin gülerkenki hallerini gösteren videolar.
Sonuç; eh işte.
1 kasım ctesi gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0963208/
Konusu şöyle; yakında bir bebeği olacağını öğrenen Morgan Spurlock dünyanın geleceği konusundaki endişelerini gidermek için Usame Bin Ladin'i bulmaya karar verir ve ortadoğu ülkelerinde izini arar.
Ne anladım; Super Size Me'den tanıdığımız Spurlock dünyanın en aranan teröristinin peşinde İslamcı ülkelerin bir profilini çıkarmaya çalışıyor. "Onlar da bizim gibi insanlar", "her toplumda iyiler kötüler bulunur" gibi ilkokul seviyesinde sonuçlar çıkaran gayet basit bir bakış açısı var. Filmi bir bilgisayar oyunu gibi tasarlamış, her ülkeyi bir "level" olarak düşünüp tehlikesine göre derecelemiş ve sırayla Mısır, Filistin - İsrail, Arabistan, Afganistan ve Pakistan'a girip sokaktaki vatandaşa Amerika ve Amerikalılar hakkında ne düşündüğünü ve Bin Ladin'i nasıl gördüklerini sormuş. Komik bir şekilde başlamasına rağmen çok derinleşemeyen ve sonunda iyice baştan savma bir şekilde biten filmin en mesajlı sahnesi; ekibin İsrail'de koyu dindar yahudi mahallesinde itilip kakıldığı bölüm. Burada dışa kapalı, gerektiğinde saldırıya geçebilecek düşüncenin her yerde olabileceğini görüyoruz ve kendisi nasıl o toplumu orada bulunarak rahatsız ediyorsa Amerika'nın da saldırgan dış politikası ile daha büyük bir toplumsal rahatsızlık yarattığını gösteriyor. Çok da iyi bir anlatımı ve temposu olmayan film sonuna doğru iyice güçten düşüyor.
Aklımda kaldı; girişteki Tekken tarzı Spurlock - Bin Ladin dövüşü. Son jenerikte filmde geçen çoğu kişinin gülerkenki hallerini gösteren videolar.
Sonuç; eh işte.
1 kasım ctesi gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0963208/
31 Ekim 2008 Cuma
The Art Of Travel (2008)
*** The art of travel is to deviate from one's plans ***
Konusu şöyle; liseden mezun olan Conner (Christopher Masterson) çocukluk aşkıyla evlenmek üzeredir. Düğün iptal olunca Orta Amerika'da tek başına balayına çıkar ve üniversiteye başlamadan önce bir kendini bulma yolculuğu yapar.
Ne anladım; Malcolm In The Middle tv dizisininden oyuncu Christopher Masterson ve senaristlerin içinde olduğu bir yol filmi. Eleman okula başlamadan önce bir sene kendisini keşfetmek, hayatta ne istediğini bulmak için bir yolculuk yapar. Darien Gap'i geçip dünya rekoru kırmaya çalışan bir grup insanın çabasının ortasına oturduğu filmin sorunu senaryonun hikayenin hakkını verememesi. Yolculukta yakınlaştığı Angelika ile hikayesi de sarkıyor. Cesur bir finali var; eleman kendisine anlatılan ömründe bir kez görebileceği bir şeyi görmeyi tercih ediyor ama sonunda tam da kendisine söylendiği gibi, bir kandırmacanın kurbanı olduğunu öğrenmesiyle film komik bir şekilde son buluyor. Müsait mekanlarda çekilmiş olmasına rağmen teknik kalitesinin düşüklüğü sebebiyle çok da göz okşayan bir görüntüsü de yok. Özgür ruh gazı için izlenebilir.
Aklımda kaldı; 68 yılda bir patlayan gaygere yetiştiği sahne, sonrasında "gotcha" kartpostalı.
Sonuç; pek olmamış
30 ekim perşembe
http://www.imdb.com/title/tt0448993/
Konusu şöyle; liseden mezun olan Conner (Christopher Masterson) çocukluk aşkıyla evlenmek üzeredir. Düğün iptal olunca Orta Amerika'da tek başına balayına çıkar ve üniversiteye başlamadan önce bir kendini bulma yolculuğu yapar.
Ne anladım; Malcolm In The Middle tv dizisininden oyuncu Christopher Masterson ve senaristlerin içinde olduğu bir yol filmi. Eleman okula başlamadan önce bir sene kendisini keşfetmek, hayatta ne istediğini bulmak için bir yolculuk yapar. Darien Gap'i geçip dünya rekoru kırmaya çalışan bir grup insanın çabasının ortasına oturduğu filmin sorunu senaryonun hikayenin hakkını verememesi. Yolculukta yakınlaştığı Angelika ile hikayesi de sarkıyor. Cesur bir finali var; eleman kendisine anlatılan ömründe bir kez görebileceği bir şeyi görmeyi tercih ediyor ama sonunda tam da kendisine söylendiği gibi, bir kandırmacanın kurbanı olduğunu öğrenmesiyle film komik bir şekilde son buluyor. Müsait mekanlarda çekilmiş olmasına rağmen teknik kalitesinin düşüklüğü sebebiyle çok da göz okşayan bir görüntüsü de yok. Özgür ruh gazı için izlenebilir.
Aklımda kaldı; 68 yılda bir patlayan gaygere yetiştiği sahne, sonrasında "gotcha" kartpostalı.
Sonuç; pek olmamış
30 ekim perşembe
http://www.imdb.com/title/tt0448993/
30 Ekim 2008 Perşembe
Get Smart (2008)
** Smart'ı yakala **
Konusu şöyle; Amerika'nın CONTROL örgütünde masa başı ajanı olarak çalışan Ajan 86 Maxwell Smart (Steve Carrell) Rus örgütü KAOS'un başının altından çıkan bazı nükleer komploları araştırmak için saha ajanı olarak terfi eder ve Ajan 99 (Anna Hathaway) ile birlikte görevlendirilir.
Ne anladım; birkaç Adam Sandler filmi ile bildiğimiz Peter Segal'dan soğuk savaş dönemi ajanları üzerine bir tv komedi dizisinin sinema uyarlaması. İzlerken aklıma Çıplak Silah serisi geldi ki yönetmen serisinin son filmini de çeviren kişiymiş. Üst üste bir konser salonunda parçanın son notasıyla patlayacak bir bombayı durdurmaya çalışan ajanlarla ilgili aynı seneye ait iki film izlemek acaip oldu (Diğeri Eagle Eye). Carrell da ciddi ajan rolünde çıplak silahlardan bildiğimiz Frank Drebin'i anımsatıyor. The Rock diye bildiğimiz Dwayne Johnson'un çıktığı sahnelerde nedense filmin kalitesi iyice televizyon seviyesine düşüyor. Günümüzde neden Amerika Rusya ajanlarının çekişmesi üzerine yeni bir filme ihtiyaç olsun ki. İnsanın burnundan hava salmasını sağlayacak birkaç espri dışında zaman kaybı.
Aklımda kaldı; uçağın tuvaletinde oltasıyla kendini avladığı isveç çakısı. Rakibini şaşırtmak için kablolu telefonu attığı sahne.
Sonuç; konu demode
28 ekim çarşamba izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0425061/
Konusu şöyle; Amerika'nın CONTROL örgütünde masa başı ajanı olarak çalışan Ajan 86 Maxwell Smart (Steve Carrell) Rus örgütü KAOS'un başının altından çıkan bazı nükleer komploları araştırmak için saha ajanı olarak terfi eder ve Ajan 99 (Anna Hathaway) ile birlikte görevlendirilir.
Ne anladım; birkaç Adam Sandler filmi ile bildiğimiz Peter Segal'dan soğuk savaş dönemi ajanları üzerine bir tv komedi dizisinin sinema uyarlaması. İzlerken aklıma Çıplak Silah serisi geldi ki yönetmen serisinin son filmini de çeviren kişiymiş. Üst üste bir konser salonunda parçanın son notasıyla patlayacak bir bombayı durdurmaya çalışan ajanlarla ilgili aynı seneye ait iki film izlemek acaip oldu (Diğeri Eagle Eye). Carrell da ciddi ajan rolünde çıplak silahlardan bildiğimiz Frank Drebin'i anımsatıyor. The Rock diye bildiğimiz Dwayne Johnson'un çıktığı sahnelerde nedense filmin kalitesi iyice televizyon seviyesine düşüyor. Günümüzde neden Amerika Rusya ajanlarının çekişmesi üzerine yeni bir filme ihtiyaç olsun ki. İnsanın burnundan hava salmasını sağlayacak birkaç espri dışında zaman kaybı.
Aklımda kaldı; uçağın tuvaletinde oltasıyla kendini avladığı isveç çakısı. Rakibini şaşırtmak için kablolu telefonu attığı sahne.
Sonuç; konu demode
28 ekim çarşamba izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0425061/
27 Ekim 2008 Pazartesi
Wanted (2008)
Konusu şöyle; karısının iş arkadaşıyla yattığını bilen, sürekli iş yerinde baskı altında panik atak geçirip ilaçlarla sakinleşen, mutsuz muhasebeci Wesley Gibson (James McAvoy) aslında kökü yüzyıllara dayanan bir suikastçiler topluluğunun insan üstü yeteneklere sahip elemanlarından birinin oğludur. Fox (Jolie) tarafından hayatının kurtarılmasının ardından çetenin lideri tarafından Sloan (Freeman) kendilerine katılmasını teklif eder.
Ne anladım; Gündüz nöbeti ve gece nöbeti filmlerinin yaratıcısı rus yönetmen Timur Bekmambetov'un ilk Hollywood çalışması. Fragmanlarına bakınca Jolie ile McAvoy arasında geçen bir hikaye zannetmiştim ama film tamamen farklı çıktı. Öncelikle ilk matrix filminin en keyifli bölümünü oluşturan sıradan bir büro çalışanının bambaşka bir hayata davet edilmesi fantezisini burada yeniden ve neredeyse ilkini aşan bir lezzette yaşama fırsatı buluyoruz. Star Wars'un baba oğul durumu biraz da Terminator'dan aksiyon tatları ekleniyor. Bunca tanıdık öğeye rağmen Sloan'lı çete kendine göre özgünlükler de katınca keyifli bir film olmuş. Karakterin dönüşümünü izlediğimiz tekme tokatlı aydınlanma çalışmaları örneğin. Tamamına yakını CGI'la yaratılan sahnelerin teknik kalitesi son derece iyi.
Aklımda kaldı; Fox'un Wesley'i kayarak arabanın içine aldığı sahne. Falsolu kurşun atımı. İlk kurbanı sunrooftan öldürmek için yaptığı atraksiyon. Finalde izleyiciye dönüp söylediği başlığımdaki replik. Tren tepesinde suikast.
Sonuç; eğlenceli
26 ekim pazar günü izledik
Oxford Murders (2008)
*** Oxford manyak dolu ***
Konusu şöyle; Oxford'a okumaya gelen Martin (Elijah Wood) hayranı olduğu profesör Seldom'un (John Hurt) tanıdığı bir anne kızın yanına yerleşir. Profesörü danışmanı olmaya ikna etmeye çalışırken cinayetler işlenmeye başlar. Bir matematik bilmecesine benzeyen notlar da gelmeye başlayınca beraber cinayetleri araştırmaya başlarlar.
Ne anladım; İspanyol yönetmen Alex De La Iglesias'ın tanınmış İngiliz ve Amerikalı oyuncularla ilk filmi. Geçen sene izlediğimiz Fermat'ın Odası'na benzeyen hikayesi; akademik çevrelerde gerçekleşen ama hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı seri cinayetleri anlatıyor. Hikayenin görsellikten çok konuşarak anlatılması takibi zor bir film çıkartıyor ortaya ama dialoglar takip edilebilirse fena olmayan söylemler filmi biraz sürüklüyor. Koca Oxford'da bir tane akıllı adam yok neredeyse. Çekimindeki kusurlara rağmen işlenen cinayetleri ulvi bir sonuca bağlama konusunda zayıf kalan benzerlerine kıyasla senaryo açısından ayakta kalabilen bir film izlenimi bıraktı bende.
Aklımda kaldı; profesörün bilinemezci söylemleri. Elemanın "ben gördüğüme inanırım" diyip parke taşlarına düştüğü sahne çok acemice çekilmiş gibi geldi. Finaldeki önce profesörü sonra Martin'i odağa alan çözümlemeler.
Sonuç; tv filmi tadında.
25 ekim cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0488604/
Konusu şöyle; Oxford'a okumaya gelen Martin (Elijah Wood) hayranı olduğu profesör Seldom'un (John Hurt) tanıdığı bir anne kızın yanına yerleşir. Profesörü danışmanı olmaya ikna etmeye çalışırken cinayetler işlenmeye başlar. Bir matematik bilmecesine benzeyen notlar da gelmeye başlayınca beraber cinayetleri araştırmaya başlarlar.
Ne anladım; İspanyol yönetmen Alex De La Iglesias'ın tanınmış İngiliz ve Amerikalı oyuncularla ilk filmi. Geçen sene izlediğimiz Fermat'ın Odası'na benzeyen hikayesi; akademik çevrelerde gerçekleşen ama hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı seri cinayetleri anlatıyor. Hikayenin görsellikten çok konuşarak anlatılması takibi zor bir film çıkartıyor ortaya ama dialoglar takip edilebilirse fena olmayan söylemler filmi biraz sürüklüyor. Koca Oxford'da bir tane akıllı adam yok neredeyse. Çekimindeki kusurlara rağmen işlenen cinayetleri ulvi bir sonuca bağlama konusunda zayıf kalan benzerlerine kıyasla senaryo açısından ayakta kalabilen bir film izlenimi bıraktı bende.
Aklımda kaldı; profesörün bilinemezci söylemleri. Elemanın "ben gördüğüme inanırım" diyip parke taşlarına düştüğü sahne çok acemice çekilmiş gibi geldi. Finaldeki önce profesörü sonra Martin'i odağa alan çözümlemeler.
Sonuç; tv filmi tadında.
25 ekim cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0488604/
20 Ekim 2008 Pazartesi
Iron Man (2008)
*** Buzlanma problemini nasıl hallettin? ***
Konusu şöyle; babasının kurduğu silah şirketini sürdüren süper zengin Tony Stark (Robert Downey Jr.) Afganistan'a silah satmaya gittiği gezisinde kaçırılır. Ürettiği silahların dünyada yarattığı yıkımı gören Stark şirketiyle artık silah üretmeyi bırakmaya karar verir. Kaçmak için ürettiği demir adam kostümünü de geliştirerek kötülükle mücadeleye başlar.
Ne anladım; Marvel'ın sinema dünyasına markajı tüm ivmesiyle devam ediyor, her sezon birkaç yeni elemanın serisinin başlamasına da tanıklık ediyoruz. Tek kahramanlı seriler, ekiplerden oluşan seriler sonunda farklı süperkahramanların buluştuğu filmlere de yaklaşıyor. Iron Man ilk filminde olmasa da devam filmlerinde Hulk ile buluşup Avengers oluşumunu başlatma yoluna çıkıyor bu filmle. Fantastik filmlerin yönetmeni Jon Favreau'nun payına düşmüş bu ağır metal kahramanın doğum hikayesi. Dünyadışı varlıklarla bezeli çizgiromanın sinema uyarlaması için gerçekçiliğin en üst düzeyde olduğu bir hikaye ve karakterler seçilmiş. Tony Stark zaten çok yetenekli bir mühendis ve tasarımcı. Süper zengin yaşamı yaptıklarının sonucunu görmesi ve yaşamını bunları önlemeye adamasıyla tamamen değişirken karşısına çıkan siftah düşmanı; kendi yarattığı ürünü kullanan, borsadaki şirketin değerinin düşmesinden endişelenen ortakları oluyor. Para, sermaye ve açgözlülüğün gerçek tehlike olduğu yönündeki tema güzel, ama kendi vatandaşları tarafından acımasızca işkence gören zavallı afgan ailenin yardımına koşanın gene Amerikadan uçup gelen bu adam olması filmin mesajını çok da masumca sunmadığını gösteriyor. Süper traşıyla Jeff Bridges'ın Obadiah Stane'i hem ismen hem de oyuncunun karizmasıyla leziz. Downey Jr. aksiyon filminde nasıl olur acaba diye şüpheyle bakıyordum ama tam ona göre biçilmiş bir karakter olmuş. Sekreteri Potts (Paltrow) ile yakınlaşma sahnelerinde de işin dramatik boyutunu iyi kotarmış bir senaryo var. Gelişmelerden geri kalmamak için bu çizgiroman uyarlamalarını da diziler gibi takip etmek gerekiyor.
Aklımda kaldı; gerçek kostümle ilk uçma denemeleri. Yangın çıkmadan söndürmeye çalışan robot.
Sonuç; idare eder.
http://www.imdb.com/title/tt0371746/
Konusu şöyle; babasının kurduğu silah şirketini sürdüren süper zengin Tony Stark (Robert Downey Jr.) Afganistan'a silah satmaya gittiği gezisinde kaçırılır. Ürettiği silahların dünyada yarattığı yıkımı gören Stark şirketiyle artık silah üretmeyi bırakmaya karar verir. Kaçmak için ürettiği demir adam kostümünü de geliştirerek kötülükle mücadeleye başlar.
Ne anladım; Marvel'ın sinema dünyasına markajı tüm ivmesiyle devam ediyor, her sezon birkaç yeni elemanın serisinin başlamasına da tanıklık ediyoruz. Tek kahramanlı seriler, ekiplerden oluşan seriler sonunda farklı süperkahramanların buluştuğu filmlere de yaklaşıyor. Iron Man ilk filminde olmasa da devam filmlerinde Hulk ile buluşup Avengers oluşumunu başlatma yoluna çıkıyor bu filmle. Fantastik filmlerin yönetmeni Jon Favreau'nun payına düşmüş bu ağır metal kahramanın doğum hikayesi. Dünyadışı varlıklarla bezeli çizgiromanın sinema uyarlaması için gerçekçiliğin en üst düzeyde olduğu bir hikaye ve karakterler seçilmiş. Tony Stark zaten çok yetenekli bir mühendis ve tasarımcı. Süper zengin yaşamı yaptıklarının sonucunu görmesi ve yaşamını bunları önlemeye adamasıyla tamamen değişirken karşısına çıkan siftah düşmanı; kendi yarattığı ürünü kullanan, borsadaki şirketin değerinin düşmesinden endişelenen ortakları oluyor. Para, sermaye ve açgözlülüğün gerçek tehlike olduğu yönündeki tema güzel, ama kendi vatandaşları tarafından acımasızca işkence gören zavallı afgan ailenin yardımına koşanın gene Amerikadan uçup gelen bu adam olması filmin mesajını çok da masumca sunmadığını gösteriyor. Süper traşıyla Jeff Bridges'ın Obadiah Stane'i hem ismen hem de oyuncunun karizmasıyla leziz. Downey Jr. aksiyon filminde nasıl olur acaba diye şüpheyle bakıyordum ama tam ona göre biçilmiş bir karakter olmuş. Sekreteri Potts (Paltrow) ile yakınlaşma sahnelerinde de işin dramatik boyutunu iyi kotarmış bir senaryo var. Gelişmelerden geri kalmamak için bu çizgiroman uyarlamalarını da diziler gibi takip etmek gerekiyor.
Aklımda kaldı; gerçek kostümle ilk uçma denemeleri. Yangın çıkmadan söndürmeye çalışan robot.
Sonuç; idare eder.
http://www.imdb.com/title/tt0371746/
Eagle Eye (2008)
*** You have been activated ***
Konusu şöyle; Jerry (Shia LaBeouf) orduda çalışan ikiz kardeşinin tam zıttı, bir baltaya sap olmaya niyeti olmayan fotokopici çalışanıdır. Kardeşinin ölüm haberini aldığı gün cep telefonunda bir kadından talimatlar almaya başlar, aynı zamanda FBI'da peşine takılır. Aynı şekilde bir kadının aradığı dul anne Rachel (Michelle Monaghan)'la beraber kendilerine verilen görevleri yapmaya çalışırlar.
Ne anladım; Spielberg kaynaklı ve destekli hikayenin yönetmeni daha önce Disturbia'sını izlediğimiz D.J.Caruso ve gene Shia ile. Fragmanlarda daha yaşlı bir kadınla kader ortaklığı yapması üzerine sanmıştım ama yanındaki oyuncu Michelle Monaghan'mış. Temel fikir çevremizde görebileceğimiz hemen tüm elektronik aletlerin bir ağa bağlı olması ve bu ağın bir şekilde tek merkezden yönetilebilmesi üzerine. Trafik lambalarının kontrolüyle başlayan fikir cimnastiğinde arazideki yüksek gerilim hatlarını koparabilen ya da mcdonalds'daki televizyonlara güvenlik kamerası görüntüsü aktarabilen uçuk noktalara da giden senaryo hızıyla fazla düşünmeye fırsat bırakmadan izleyiciyi çekiştirerek götürüyor. Sürprizli katmanlarıyla ve karakter tanıtımındaki hızıyla beğendiğim hikaye nihayetinde döke saça bir finale ulaşıyor, herşey derli toplu bitmiyor. Trompet ve kolye gibi birkaç açık nokta kalıyor. Shia'nın hep aynı kişiyi oynadığı çok doğru bir eleştiri, Aria'nın sarı kürelerle dolu odası gibi çok uyumsuz öğelerin bir arada olması eksiklikleri. Kötü adamın teknoloji çılgınlığının çığırından çıkması özgün bir fikir olmasa da abartı ile ilişkilendirilmesi mantıklı bence. Genel olarak bir klasik dönem filmi izliyormuş tadını aldım. I robot, enemy of the state tadında. Ama son iki dakikasını izlemediğimi farzetmeyi tercih ettiğim, sinik haliyle güzel bir aksiyon olarak bende yer edecek.
Aklımda kaldı; en akılda kalıcı, orijinal aksiyonu herhalde havaalanı kargo bölümünde geçen kısmı.
Sonuç; beğendim
18 ekim ctesi sinemada izledik.
http://www.imdb.com/title/tt1059786/
Konusu şöyle; Jerry (Shia LaBeouf) orduda çalışan ikiz kardeşinin tam zıttı, bir baltaya sap olmaya niyeti olmayan fotokopici çalışanıdır. Kardeşinin ölüm haberini aldığı gün cep telefonunda bir kadından talimatlar almaya başlar, aynı zamanda FBI'da peşine takılır. Aynı şekilde bir kadının aradığı dul anne Rachel (Michelle Monaghan)'la beraber kendilerine verilen görevleri yapmaya çalışırlar.
Ne anladım; Spielberg kaynaklı ve destekli hikayenin yönetmeni daha önce Disturbia'sını izlediğimiz D.J.Caruso ve gene Shia ile. Fragmanlarda daha yaşlı bir kadınla kader ortaklığı yapması üzerine sanmıştım ama yanındaki oyuncu Michelle Monaghan'mış. Temel fikir çevremizde görebileceğimiz hemen tüm elektronik aletlerin bir ağa bağlı olması ve bu ağın bir şekilde tek merkezden yönetilebilmesi üzerine. Trafik lambalarının kontrolüyle başlayan fikir cimnastiğinde arazideki yüksek gerilim hatlarını koparabilen ya da mcdonalds'daki televizyonlara güvenlik kamerası görüntüsü aktarabilen uçuk noktalara da giden senaryo hızıyla fazla düşünmeye fırsat bırakmadan izleyiciyi çekiştirerek götürüyor. Sürprizli katmanlarıyla ve karakter tanıtımındaki hızıyla beğendiğim hikaye nihayetinde döke saça bir finale ulaşıyor, herşey derli toplu bitmiyor. Trompet ve kolye gibi birkaç açık nokta kalıyor. Shia'nın hep aynı kişiyi oynadığı çok doğru bir eleştiri, Aria'nın sarı kürelerle dolu odası gibi çok uyumsuz öğelerin bir arada olması eksiklikleri. Kötü adamın teknoloji çılgınlığının çığırından çıkması özgün bir fikir olmasa da abartı ile ilişkilendirilmesi mantıklı bence. Genel olarak bir klasik dönem filmi izliyormuş tadını aldım. I robot, enemy of the state tadında. Ama son iki dakikasını izlemediğimi farzetmeyi tercih ettiğim, sinik haliyle güzel bir aksiyon olarak bende yer edecek.
Aklımda kaldı; en akılda kalıcı, orijinal aksiyonu herhalde havaalanı kargo bölümünde geçen kısmı.
Sonuç; beğendim
18 ekim ctesi sinemada izledik.
http://www.imdb.com/title/tt1059786/
19 Ekim 2008 Pazar
My Sassy Girl (2001)
***** Ölmek mi istiyosun? *****
Konusu şöyle; Kyun-woo (Tae-hyun Cha) metroda bir adamın üstüne kusan sarhoş kıza(Ji-hyun jun), arkadaşı sanılınca mecburen yardım eder. İlginç başlayan sıradışı ilişkileri genelde kızın hırçınlıklarına ve adamın ayak uydurmasına dayalıdır.
Ne anladım; gerçek olaylara dayalı hikaye baş kişinin kız arkadaşıyla ilişkisini internette blog olarak anlatması ile duyulmuş ardından romana ve bu filmin senaryosuna dönüşmüş. Tabii bu dönüşüm kendi kendine olmamış, yönetmen Jae-young Kwak aynı zamanda senaryonun da sahibi, ki filmin başarısı orada yatıyor. Vurdumduymaz gencin kız ile bazen oteldeki gibi durum komedisine dönüşen, bazı kısımlarda birlikte çevrelerine isyan ettikleri ilişkilerindeki, film bittikten sonra hızla bir göz attığımda kullanılmış yan hikayelerin çeşitliliğine şaşırdım. Aslında bölümler gerek anlatım gerek hava olarak bir filmin sahnelerinden ziyade komedi programının skeçleri gibi duruyor ama iki oyuncunun doğallığı iyi bir bağ sağlıyor. Son bölümündeki büyük tesadüf bile öncesinde bu kadar iyi hazırlık yapılınca hatta tüm filmin bunun üzerine kurulduğu düşünülürse, en basit hikayenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceğinin bir örneği. Kore sineması bunları bir kural kitabına bağlı kalmadan denemeye cesaret etmesi sayesinde başyapıtlar çıkarabiliyor.
Aklımda kaldı; metroda kusma sahnesi, oteldeki sahneler, kızın senaryoları, metroda yerdeki çizgi bahisleri, ayakkabı değiştikleri sahne, 100. gün, lise kıyafetinde çıkışları, kızıyla aynı şekilde içen baba, sürekli annenin ziyarete zorladığı teyze
Sonuç; gayet iyi
11 ekim ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0293715/
Konusu şöyle; Kyun-woo (Tae-hyun Cha) metroda bir adamın üstüne kusan sarhoş kıza(Ji-hyun jun), arkadaşı sanılınca mecburen yardım eder. İlginç başlayan sıradışı ilişkileri genelde kızın hırçınlıklarına ve adamın ayak uydurmasına dayalıdır.
Ne anladım; gerçek olaylara dayalı hikaye baş kişinin kız arkadaşıyla ilişkisini internette blog olarak anlatması ile duyulmuş ardından romana ve bu filmin senaryosuna dönüşmüş. Tabii bu dönüşüm kendi kendine olmamış, yönetmen Jae-young Kwak aynı zamanda senaryonun da sahibi, ki filmin başarısı orada yatıyor. Vurdumduymaz gencin kız ile bazen oteldeki gibi durum komedisine dönüşen, bazı kısımlarda birlikte çevrelerine isyan ettikleri ilişkilerindeki, film bittikten sonra hızla bir göz attığımda kullanılmış yan hikayelerin çeşitliliğine şaşırdım. Aslında bölümler gerek anlatım gerek hava olarak bir filmin sahnelerinden ziyade komedi programının skeçleri gibi duruyor ama iki oyuncunun doğallığı iyi bir bağ sağlıyor. Son bölümündeki büyük tesadüf bile öncesinde bu kadar iyi hazırlık yapılınca hatta tüm filmin bunun üzerine kurulduğu düşünülürse, en basit hikayenin bile anlatımla nasıl renklendirilebileceğinin bir örneği. Kore sineması bunları bir kural kitabına bağlı kalmadan denemeye cesaret etmesi sayesinde başyapıtlar çıkarabiliyor.
Aklımda kaldı; metroda kusma sahnesi, oteldeki sahneler, kızın senaryoları, metroda yerdeki çizgi bahisleri, ayakkabı değiştikleri sahne, 100. gün, lise kıyafetinde çıkışları, kızıyla aynı şekilde içen baba, sürekli annenin ziyarete zorladığı teyze
Sonuç; gayet iyi
11 ekim ctesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0293715/
13 Ekim 2008 Pazartesi
Hancock (2008)
*** "Good Job!" ***
Konusu şöyle; berduş alkolik süperkahraman Hancock (Will Smith) iyilik yaparken bir yandan da dağlar devirdiği için halk tarafından çok da tutulmaz. Bir trenin altında kalmaktan kurtardığı halkla ilişkiler uzmanı Ray (Jason Bateman) borcunu ödemek için ona yol göstermeye karar verir. İlk tavsiyesi polise teslim olması ve o içerideyken imajını düzeltmek konusunda çalışmasıdır.
Ne anladım; daha çok oyuncu olarak tanıdığımız Peter Berg, Kingdom'un ardından sıradışı süperkahraman tiplemesi ile karşımızda. Çıkış noktası çok eğlenceli. Uçarken, vururken, patlatırken arka planda kaynayan, yıkılan binalar ve oluşan maddi zararlardan yapanın sorumlu tutulması durumunda ne olur. Kırk dakika boyunca bu konudaki varyasyonlar Will Smith'in rahatlıkla taşıdığı karizmasıyla da komik bir bütün içerisinde anlatılıyor. Maalesef filmi tamamına erdirmek zorunluluğunda hisseden senaryo bir ezeli aşk hikayesi, sevgililerin bir araya gelince güçten düşmesi gibi trüklerle oluşturmuş hikayeyi ama elle tutulur yanı yok.
Aklımda kaldı; imaj çalışması sonunda büründüğü deri kostümle ilk çıktığı ve polislere zorla "iyi iş çıkardınız" dediği sahne. Aya koyduğu logo. Bir adamın kafasını diğerinin kıçına soktuğu sahne.
Sonuç; ilk yarısı için izlenir.
12 ekim pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0448157/
Konusu şöyle; berduş alkolik süperkahraman Hancock (Will Smith) iyilik yaparken bir yandan da dağlar devirdiği için halk tarafından çok da tutulmaz. Bir trenin altında kalmaktan kurtardığı halkla ilişkiler uzmanı Ray (Jason Bateman) borcunu ödemek için ona yol göstermeye karar verir. İlk tavsiyesi polise teslim olması ve o içerideyken imajını düzeltmek konusunda çalışmasıdır.
Ne anladım; daha çok oyuncu olarak tanıdığımız Peter Berg, Kingdom'un ardından sıradışı süperkahraman tiplemesi ile karşımızda. Çıkış noktası çok eğlenceli. Uçarken, vururken, patlatırken arka planda kaynayan, yıkılan binalar ve oluşan maddi zararlardan yapanın sorumlu tutulması durumunda ne olur. Kırk dakika boyunca bu konudaki varyasyonlar Will Smith'in rahatlıkla taşıdığı karizmasıyla da komik bir bütün içerisinde anlatılıyor. Maalesef filmi tamamına erdirmek zorunluluğunda hisseden senaryo bir ezeli aşk hikayesi, sevgililerin bir araya gelince güçten düşmesi gibi trüklerle oluşturmuş hikayeyi ama elle tutulur yanı yok.
Aklımda kaldı; imaj çalışması sonunda büründüğü deri kostümle ilk çıktığı ve polislere zorla "iyi iş çıkardınız" dediği sahne. Aya koyduğu logo. Bir adamın kafasını diğerinin kıçına soktuğu sahne.
Sonuç; ilk yarısı için izlenir.
12 ekim pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0448157/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)