**** Yalançı ****
Konusu şöyle; Clifford Irving yazdığı kitabın basılması için uğraşan aslında iyi ama bir türlü başarıyı yakalayamamış bir yazardır. İyice umutsuz bir duruma düştüğünde hiç kimseyle konuşmayan ama tüm Amerika'nın merak ettiği adam olan Howard Hughes'un otobiyografisini yazmak gibi bir fikir gelir aklına. Sorun şudur ki adam ulaşmak imkansızdır ancak yazılanların yalan olduğunu ispat etmek de aynı derece de imkansızdır.
Ne anladım; yakın geçmişte bir Scorcese filminde biraz yakından tanıma imkanı bulduğumuz Amerikan sineması ve havacılığının paranoyak ismi Howard Hughes'un bir dönem nasıl bir etkisi olduğunu bu sefer Lasse Halström'ün filminde görüyoruz. Burada izlediğimiz bir yazarın bir yalan yaratma ve onu koruma çabası. Catch Me If You Can'deki Abagnale'in hikayesine benziyor ama onun kadar geniş bir dolandırıcılık öyküsü değil karşımızdaki, altı üstü bir kitap yazılmaya çalışıyor ve sonrasında büyük bir skandal çıkıyor. Filmin sonu öyle büyük bir sürpriz içermiyor ve ciddi aksiyon da yok ama Richard Gere'in iyi bir oyuncu olduğunu görüyoruz özellikle ses kaydını dinleyip taklit ettiği sahne hoşuma gitti. Alfred Molina'da çok dengeli ve sevilebilir bir yardımcıyı canlandırıyor. Adamın yaptığı gerçekten yalancılık mı ve kötü bir şey mi yoksa zaten magazin ve yayın dünyası ilgi çekici hikayeler yaratmakla ilgili ve hakkını veriyor mu?
Aklımda kaldı; yayınevi bürosunda Richard Gere'i arkadan gördüğümüz ve itiraf ettiği ama kameranın dönüşü ile aslında duyduğumuzun onun düşünceleri olduğunu gördüğümüz sahne.
Sonuç; hoşuma gitti
29 Ekim pazartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0462338/
Arama
29 Ekim 2007 Pazartesi
Transformers (2007)
*** Trafoların savaşı ***
Konusu şöyle; uzun yıllar önce Cybertron diye bir gezegende Autobot isimli iyiler ve Decepticon isimli kötüler arasında bir savaş olmuş ve büyük bir güç kaynağı olan kübün peşindeki Decepticon lideri Megatron kutuplarda bu kübün peşinde donup kalmıştır. Şimdi Megatron'un kurtulup, üstüne kübü de ele geçirip alemin başına dert olmasını engellemek için sıradan vatandaş Sam Witwicky (Shia LaBeouf) dünyaya gelen Autobotların kankası olacaktır
Ne anladım; bizden sonraki çocuk kuşaklarının çizgi filmlerinden (ya da ben kaçırdım) garanti bir konuyu sinema filmine çeviren proje. Ciddi bir bütçesi var, yönetmen koltuğunda Michael Bay. Son senelerde; dünya dışından gelenler ve bunların kötü karakterli olmaları soğuk savaş döneminin kafa yapısı ve dünyaya bakışının hortlaması gibi geliyor bana. Burada da askerlik yüceltiliyor, cesaret gibi içi boş kavramlar övülüyor. Teknik açıdan bayağı başarılı, uzun bir Citroen reklamı gibi.
Aklımda kaldı; evin çevresinde beş autobotun aileye görünmeme çabaları. Megan Fox. Leman'da gördüğüm bir karikatür (Transformerın biri imama "ne zaman secdeye eğilmeye çalışsam arabaya dönüşüyorum" diye dert yanıyordu)
Sonuç; sıkıcı
27 ekim cumartesi gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0418279/
Konusu şöyle; uzun yıllar önce Cybertron diye bir gezegende Autobot isimli iyiler ve Decepticon isimli kötüler arasında bir savaş olmuş ve büyük bir güç kaynağı olan kübün peşindeki Decepticon lideri Megatron kutuplarda bu kübün peşinde donup kalmıştır. Şimdi Megatron'un kurtulup, üstüne kübü de ele geçirip alemin başına dert olmasını engellemek için sıradan vatandaş Sam Witwicky (Shia LaBeouf) dünyaya gelen Autobotların kankası olacaktır
Ne anladım; bizden sonraki çocuk kuşaklarının çizgi filmlerinden (ya da ben kaçırdım) garanti bir konuyu sinema filmine çeviren proje. Ciddi bir bütçesi var, yönetmen koltuğunda Michael Bay. Son senelerde; dünya dışından gelenler ve bunların kötü karakterli olmaları soğuk savaş döneminin kafa yapısı ve dünyaya bakışının hortlaması gibi geliyor bana. Burada da askerlik yüceltiliyor, cesaret gibi içi boş kavramlar övülüyor. Teknik açıdan bayağı başarılı, uzun bir Citroen reklamı gibi.
Aklımda kaldı; evin çevresinde beş autobotun aileye görünmeme çabaları. Megan Fox. Leman'da gördüğüm bir karikatür (Transformerın biri imama "ne zaman secdeye eğilmeye çalışsam arabaya dönüşüyorum" diye dert yanıyordu)
Sonuç; sıkıcı
27 ekim cumartesi gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0418279/
Shrek The Third (2007)
**** dada! ****
Konusu şöyle; kral olan kayınpederinin ölmesi ile yeni kral olması gereken Shrek bunun yerine yasal varis Artie'yi okuduğu okuldan geri getirip kral yapmak üzere kadim dostları eşek ve kediyi yanına katar. Bu arada Fiona da tam yola çıkarken hamile olduğunu söyler.
Ne anladım; serinin bu üçüncü filminin fragmanları, bu bölümde Shrek'in baba olduğu ve filmin küçük Shrek hakkında olacağı gibi bir izlenim bırakmıştı bende. Ancak hikaye daha çok Shrek'in bu olayı kabullenme süreci ve bu süre içerisinde bir "ezik" olan Artie karakterinin kendine güvenen biri haline getirilmesi anlatılıyor ve bebeklerle yaşam hikayesi dördüncü bölüme bırakılıyor. Yolculuk ve Shrek'in birisine eskortluk yapması ilk filmin de tüm hikayesinin oluşturduğundan biraz kendini tekrar eden ve kolaycı senaryo dikkati çekiyor. Ama esprilerin ve mizahın kalitesi yüksek. Bir hücreye kapatılmış kadınların kurtarılmayı beklemeyi bırakıp kendi başlarının çaresine baktıkları kısım gibi gene klasik masalları ve onların kalıplarını güzel zorlamalar ve tersyüz etmeler var.
Aklımda kaldı; kafasıyla duvar yıkan kraliçe. Shrek'in bebeğini gördüğü ve kafasını çevirip "dada" dediği kabusu. Eşeğin masum bakış yaparak gardiyanları ikna etmeye çalıştığı sahne. "Live And Let Die", "Immigrant Song"
Sonuç; gayet güzel
26 ekim cuma izledik
http://www.imdb.com/title/tt0413267/
Konusu şöyle; kral olan kayınpederinin ölmesi ile yeni kral olması gereken Shrek bunun yerine yasal varis Artie'yi okuduğu okuldan geri getirip kral yapmak üzere kadim dostları eşek ve kediyi yanına katar. Bu arada Fiona da tam yola çıkarken hamile olduğunu söyler.
Ne anladım; serinin bu üçüncü filminin fragmanları, bu bölümde Shrek'in baba olduğu ve filmin küçük Shrek hakkında olacağı gibi bir izlenim bırakmıştı bende. Ancak hikaye daha çok Shrek'in bu olayı kabullenme süreci ve bu süre içerisinde bir "ezik" olan Artie karakterinin kendine güvenen biri haline getirilmesi anlatılıyor ve bebeklerle yaşam hikayesi dördüncü bölüme bırakılıyor. Yolculuk ve Shrek'in birisine eskortluk yapması ilk filmin de tüm hikayesinin oluşturduğundan biraz kendini tekrar eden ve kolaycı senaryo dikkati çekiyor. Ama esprilerin ve mizahın kalitesi yüksek. Bir hücreye kapatılmış kadınların kurtarılmayı beklemeyi bırakıp kendi başlarının çaresine baktıkları kısım gibi gene klasik masalları ve onların kalıplarını güzel zorlamalar ve tersyüz etmeler var.
Aklımda kaldı; kafasıyla duvar yıkan kraliçe. Shrek'in bebeğini gördüğü ve kafasını çevirip "dada" dediği kabusu. Eşeğin masum bakış yaparak gardiyanları ikna etmeye çalıştığı sahne. "Live And Let Die", "Immigrant Song"
Sonuç; gayet güzel
26 ekim cuma izledik
http://www.imdb.com/title/tt0413267/
21 Ekim 2007 Pazar
Planet Terror (2007)
*** I'm gonna eat your brains and gain your knowledge ***
Konusu şöyle; biyolojik kimyasal bir silahın yayılması sonucu bir kasaba ve çevresindeki insanlar zombilere dönüşür ve bir grup sıradışı eleman hayatta kalıp onları durdurmaya çalışır.
Ne anladım; Grindhouse project denilen iki film birden yapımın Robert Rodrigues tarafından yönetilen parçası (diğeri Tarantino'nun yönettiği Deathproof'du) Hikaye diğer filmin de geçtiği bölgelerde geçiyor (filmin bir yerinde diğer filmdeki Jungle Julia'nın programının reklamını görüyoruz) Zombi filmleri sıradan filmlerde görülemeyecek uçuk sahnelerin sıralanmasına olanak sağlayan eğlenceli kısımları da barındırıyor. Uyuşturulmuş koluyla arabanın kapısını açmaya çalışan ve bu sırada bileğini kıran kadın, kendi kafasını havaya uçuran çocuk, kavanoz dolusu asker taşağının ortaya saçılması gibi kopuk fikirleri rahatlıkla çekmişler. Tarantino'nun oyunculuğu her zamanki gibi berbat. Filmin bir parçasının kahramanı olan kişi bir sonraki sahnede zombiye dönüşmüş olarak görülebiliyor. Ortada **eksik** bir parça var ve hatta bu izleyemediğimiz parçadan sonra karakterlerde dramatik bazı değişimler bile oluyor. Teknik ve parasal imkanı hayli yüksek olunca yaratıcı bir sinemacının neler üretebileceğini görmek için bile izlenir.
Aklımda kaldı; yerine taramalı tüfek takılan, afişte de yeralan bacak. Sarı, mavi ve kırmızı arkadaşlar (şırıngalar) El Wray denilen halk kahramanı (filmde hikayesi anlatılmıyor ama mühim biri olsa gerek)
Sonuç; zombi filmlerini sevenler için gayet eğlenceli
21 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt1077258/
Konusu şöyle; biyolojik kimyasal bir silahın yayılması sonucu bir kasaba ve çevresindeki insanlar zombilere dönüşür ve bir grup sıradışı eleman hayatta kalıp onları durdurmaya çalışır.
Ne anladım; Grindhouse project denilen iki film birden yapımın Robert Rodrigues tarafından yönetilen parçası (diğeri Tarantino'nun yönettiği Deathproof'du) Hikaye diğer filmin de geçtiği bölgelerde geçiyor (filmin bir yerinde diğer filmdeki Jungle Julia'nın programının reklamını görüyoruz) Zombi filmleri sıradan filmlerde görülemeyecek uçuk sahnelerin sıralanmasına olanak sağlayan eğlenceli kısımları da barındırıyor. Uyuşturulmuş koluyla arabanın kapısını açmaya çalışan ve bu sırada bileğini kıran kadın, kendi kafasını havaya uçuran çocuk, kavanoz dolusu asker taşağının ortaya saçılması gibi kopuk fikirleri rahatlıkla çekmişler. Tarantino'nun oyunculuğu her zamanki gibi berbat. Filmin bir parçasının kahramanı olan kişi bir sonraki sahnede zombiye dönüşmüş olarak görülebiliyor. Ortada **eksik** bir parça var ve hatta bu izleyemediğimiz parçadan sonra karakterlerde dramatik bazı değişimler bile oluyor. Teknik ve parasal imkanı hayli yüksek olunca yaratıcı bir sinemacının neler üretebileceğini görmek için bile izlenir.
Aklımda kaldı; yerine taramalı tüfek takılan, afişte de yeralan bacak. Sarı, mavi ve kırmızı arkadaşlar (şırıngalar) El Wray denilen halk kahramanı (filmde hikayesi anlatılmıyor ama mühim biri olsa gerek)
Sonuç; zombi filmlerini sevenler için gayet eğlenceli
21 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt1077258/
Whisper (2007)
*** Fısır fısır ***
Konusu şöyle; hapisten yeni çıkan Max, kız arkadaşı ve iki arkadaşıyla birlikte, hayalindeki işi açabilmek için gereken sermayeyi doğrultmak için zengin bir çocuğu fidye için kaçırır. Ama çocuk bir acayiptir..
Ne anladım; Lost dizisinin Sawyer'ı Josh Holloway ve Prison Break'in Sara'sı Sarah Wayne Callies'in başrolünde oynadığı film bizzat şeytanın yeryüzündeki yansıması olan ve insanları kontrolü altına alıp içlerindeki kötülüğü baskın hale getirip zarar veren çocuk görünümlü kötülük filmi. The Good Son ve Omen gibi filmlerin tadında ve çoğunlukla da Omen'in kopyası yorumlarını hakeden bir görünümde. Çocuğun mimikleri biraz abartılı, sanırım nüansları verememiş o yüzden çok kesme yapılmış bazı sahnelerde. Klişelere çok takılmadığı için sıkıntı vermiyor o açıdan güzel.
Aklımda kaldı; inşaat iskelesinden düşen tornavida.
Sonuç; fena değil
20 ekim cumartesi Şölen ve Tolga ile izledik
http://www.imdb.com/title/tt0435528/
Konusu şöyle; hapisten yeni çıkan Max, kız arkadaşı ve iki arkadaşıyla birlikte, hayalindeki işi açabilmek için gereken sermayeyi doğrultmak için zengin bir çocuğu fidye için kaçırır. Ama çocuk bir acayiptir..
Ne anladım; Lost dizisinin Sawyer'ı Josh Holloway ve Prison Break'in Sara'sı Sarah Wayne Callies'in başrolünde oynadığı film bizzat şeytanın yeryüzündeki yansıması olan ve insanları kontrolü altına alıp içlerindeki kötülüğü baskın hale getirip zarar veren çocuk görünümlü kötülük filmi. The Good Son ve Omen gibi filmlerin tadında ve çoğunlukla da Omen'in kopyası yorumlarını hakeden bir görünümde. Çocuğun mimikleri biraz abartılı, sanırım nüansları verememiş o yüzden çok kesme yapılmış bazı sahnelerde. Klişelere çok takılmadığı için sıkıntı vermiyor o açıdan güzel.
Aklımda kaldı; inşaat iskelesinden düşen tornavida.
Sonuç; fena değil
20 ekim cumartesi Şölen ve Tolga ile izledik
http://www.imdb.com/title/tt0435528/
Cellular (2004)
* Kim Basinger emekli olsun *
Konusu şöyle; çocuğunu okula göndermesinin hemen ardından Jessica Martin (Kim Basinger) birkaç adam tarafından (başlarında Jason Statham var) kaçırılır ve bir odaya kapatılır. Adamların odadaki telefonu bir şiddet gösterisi ile parçalamasına rağmen teyzemiz kabloları kullanarak McGywervari yetenek sergileyerek rastgele bir cep telefonunu çaldırmayı başarır. Karşısına çıkan elemanı kendisini kurtarması için ikna etmeye çalışır.
Ne anladım; Phone Booth'u da yumurtlayan senaristin gene telefon takıntılı bir hikayesi. Oyuncu kadrosu çok sağlam (William H. Macy var, Chris Evans fena bir oyuncu değil vs.) ama hepsinin en kötü performansları olarak gösterebilecekleri bir toplama. Tamamen sığ senaryo ve yönetim hatası. Müzik bazı sahnelerde bambaşka modlarda çalıyor, sanki ilk taslakmış gibi duruyor, bir bütünlük yok.
Aklımda kaldı; bu kadar sağlam kadroya rağmen bu kadar dandik film yapmak başarı.
Sonuç; dişimizin kovuğuna gitmedi, tabi sonra bi film daha patlattık
20 ekim ctesi gecesi Şölen ve Tolga ile izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0337921/
Konusu şöyle; çocuğunu okula göndermesinin hemen ardından Jessica Martin (Kim Basinger) birkaç adam tarafından (başlarında Jason Statham var) kaçırılır ve bir odaya kapatılır. Adamların odadaki telefonu bir şiddet gösterisi ile parçalamasına rağmen teyzemiz kabloları kullanarak McGywervari yetenek sergileyerek rastgele bir cep telefonunu çaldırmayı başarır. Karşısına çıkan elemanı kendisini kurtarması için ikna etmeye çalışır.
Ne anladım; Phone Booth'u da yumurtlayan senaristin gene telefon takıntılı bir hikayesi. Oyuncu kadrosu çok sağlam (William H. Macy var, Chris Evans fena bir oyuncu değil vs.) ama hepsinin en kötü performansları olarak gösterebilecekleri bir toplama. Tamamen sığ senaryo ve yönetim hatası. Müzik bazı sahnelerde bambaşka modlarda çalıyor, sanki ilk taslakmış gibi duruyor, bir bütünlük yok.
Aklımda kaldı; bu kadar sağlam kadroya rağmen bu kadar dandik film yapmak başarı.
Sonuç; dişimizin kovuğuna gitmedi, tabi sonra bi film daha patlattık
20 ekim ctesi gecesi Şölen ve Tolga ile izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0337921/
19 Ekim 2007 Cuma
Ratatouille (2007)
*** Farenin fareden başka dostu yoktur ***
Konusu şöyle; Paris varoşlarında sürüsüyle birlikte yaşayan ama çöpten yemeyi reddeden, aksine büyük bir şef olmak arzusu taşıyan fare Remy yuvasından olunca şehir merkezindeki lüks bir lokantada yeni işe başlayan temizlikçinin yemek yapma hayallerine gizlice yardım etmeye başlar.
Ne anladım; açıkçası animasyon filmleri içindeki kaliteli esprilerden dolayı, çok iyi komediler oldukları zaman seviyorum. Bunun dışında çocuklara iyi mesajlar iletmek amaçlı olmaları, çizim ve bilgisayarlarla son teknolojinin yardımıyla farenin bilmem kaç kılının tek tek farkedilebilen canlandırmaları evet hoş deneyimler olabiliyor ama sadece takdir edip geçebileceğim bir film çıkartabiliyor. Burada da güldüğüm sahne sayısının çok az olması dolayısıyla izlerken sıkıldım biraz. Senaryo da çalakalem geldi, temizlikçi çocuk ile ahçı kız arasında birdenbire bir ilişki başlaması gibi sallanmış dönüşler var. Brad Bird ilk filmi Iron Giant'tan beri aile kavramını genişleten, biraz sosyalist mesajları da filmlerine yediren bu yüzden ismini ciddiye aldığım ama kanımca konuya gereğinden fazla ciddi yaklaşan bir isim. Filmdeki en değerli parça Anton Ego ve onu seslendiren Peter O'Toole.
Aklımda kaldı; Anton Ego'nun yemeği tadıp çocukluğuna döndüğü "rosebud" vari sahne. Bütün filmin farenin dış sesi tarafından anlatılması, ilk göründüğü sahneden pencereden uçarken karenin donduğu ve filmin geri döndüğü anlatım.
Sonuç; izlenir
18 ekim perşembe akşamı izledik
http://www.imdb.com/title/tt0382932/
Konusu şöyle; Paris varoşlarında sürüsüyle birlikte yaşayan ama çöpten yemeyi reddeden, aksine büyük bir şef olmak arzusu taşıyan fare Remy yuvasından olunca şehir merkezindeki lüks bir lokantada yeni işe başlayan temizlikçinin yemek yapma hayallerine gizlice yardım etmeye başlar.
Ne anladım; açıkçası animasyon filmleri içindeki kaliteli esprilerden dolayı, çok iyi komediler oldukları zaman seviyorum. Bunun dışında çocuklara iyi mesajlar iletmek amaçlı olmaları, çizim ve bilgisayarlarla son teknolojinin yardımıyla farenin bilmem kaç kılının tek tek farkedilebilen canlandırmaları evet hoş deneyimler olabiliyor ama sadece takdir edip geçebileceğim bir film çıkartabiliyor. Burada da güldüğüm sahne sayısının çok az olması dolayısıyla izlerken sıkıldım biraz. Senaryo da çalakalem geldi, temizlikçi çocuk ile ahçı kız arasında birdenbire bir ilişki başlaması gibi sallanmış dönüşler var. Brad Bird ilk filmi Iron Giant'tan beri aile kavramını genişleten, biraz sosyalist mesajları da filmlerine yediren bu yüzden ismini ciddiye aldığım ama kanımca konuya gereğinden fazla ciddi yaklaşan bir isim. Filmdeki en değerli parça Anton Ego ve onu seslendiren Peter O'Toole.
Aklımda kaldı; Anton Ego'nun yemeği tadıp çocukluğuna döndüğü "rosebud" vari sahne. Bütün filmin farenin dış sesi tarafından anlatılması, ilk göründüğü sahneden pencereden uçarken karenin donduğu ve filmin geri döndüğü anlatım.
Sonuç; izlenir
18 ekim perşembe akşamı izledik
http://www.imdb.com/title/tt0382932/
14 Ekim 2007 Pazar
The Greatest Game Ever Played (2005)
*** Read it, roll it, hole it ***
Konusu şöyle; 1900 lerin başında Harry Vardon (Stephane Dillane) soylu kesimden olmamasına rağmen kendini ispat ederek dünyanın en ünlü golf oyuncusu olur. Yıllar sonra aynı şekilde kendini ispat etmeye çalışan Francis Ouimet (Shia LaBeouf) Amerika açık turnuvasında Amerikalıları yenmesi için gönderilen Vardon'a karşı bir amatör olarak son umut haline gelir.
Ne anladım; oyuncu olarak tanıdığımız Bill Paxton filmiyle üçüncü kez yönetmenliği deniyor. Gerçek bir hikayenin anlatılmasına rağmen iyice çekiştirilip olabildiğince dramatik hale getirilmiş. Seabiscuit'i hatırlatıyor. Golf gibi durağan bir sporu bile gayet dinamik bir kurguyla heyecanlı bir hale getirmeyi başarmış. İyi repliklerle bezeli film, Shia LaBeouf'un ilk büyük rolü ve gayet sevimli. Ayda yılda bir eline sopa alıp dünya şampiyonluğuna oynayan genç hikayesi elbette mantık olarak sırıtıyor ama ne yapalım, gerçek hikayeymiş. Zaten jenerikte Walt Disney adı olunca mantığı nizamiyede bırakmak lazım.
Aklımda kaldı; atışlar sırasında oyuncuların konsantrasyonlarını anlattığı, Vardon'ın sadece deliği gördüğü, Ouimet'in balık gözü ile deliği yaklaştırdığı görüntüler iyi düşünülmüş. Vardon'ın usta bir oyuncu olarak bir rakibini aldattığı, Ouimet'i de aldatmaya çalıştığı sahneler özellikle açıkça anlatılmadan izleyiciye geçebildiği için sinemasal olarak keyifli sahneler.
Sonuç; keyifle izlenebilir
14 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0388980/
Konusu şöyle; 1900 lerin başında Harry Vardon (Stephane Dillane) soylu kesimden olmamasına rağmen kendini ispat ederek dünyanın en ünlü golf oyuncusu olur. Yıllar sonra aynı şekilde kendini ispat etmeye çalışan Francis Ouimet (Shia LaBeouf) Amerika açık turnuvasında Amerikalıları yenmesi için gönderilen Vardon'a karşı bir amatör olarak son umut haline gelir.
Ne anladım; oyuncu olarak tanıdığımız Bill Paxton filmiyle üçüncü kez yönetmenliği deniyor. Gerçek bir hikayenin anlatılmasına rağmen iyice çekiştirilip olabildiğince dramatik hale getirilmiş. Seabiscuit'i hatırlatıyor. Golf gibi durağan bir sporu bile gayet dinamik bir kurguyla heyecanlı bir hale getirmeyi başarmış. İyi repliklerle bezeli film, Shia LaBeouf'un ilk büyük rolü ve gayet sevimli. Ayda yılda bir eline sopa alıp dünya şampiyonluğuna oynayan genç hikayesi elbette mantık olarak sırıtıyor ama ne yapalım, gerçek hikayeymiş. Zaten jenerikte Walt Disney adı olunca mantığı nizamiyede bırakmak lazım.
Aklımda kaldı; atışlar sırasında oyuncuların konsantrasyonlarını anlattığı, Vardon'ın sadece deliği gördüğü, Ouimet'in balık gözü ile deliği yaklaştırdığı görüntüler iyi düşünülmüş. Vardon'ın usta bir oyuncu olarak bir rakibini aldattığı, Ouimet'i de aldatmaya çalıştığı sahneler özellikle açıkça anlatılmadan izleyiciye geçebildiği için sinemasal olarak keyifli sahneler.
Sonuç; keyifle izlenebilir
14 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0388980/
Evan Almighty (2007)
** 11. emir: Thou shalt dance **
Konusu şöyle; haber sunucusu Evan Baxter (Steve Carrell) senatör seçilir ve ailesiyle birlikte daha büyük bir eve taşınır. Artık memleket meseleleri ile yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlayacakken tanrı (Morgan Freeman) tarafından bir gemi inşa etmek ile görevlendirilir. Başta pek ciddiye almaz ama tanrı ısrarcıdır.
Ne anladım; en çok Jim Carrey ile ortaklıkları (Pet Detective, Liar Liar, Bruce Almighty) ile tanıdığımız Tom Shadyac, Almighty serisi haline getirmeye çalıştığı ikinci çalışmasında da bir dini hikayeyi alıp muhafazakar filmlerine devam ediyor. Masum görünen; ailesini ikinci plana atıp işi ve parayı ön plana koyan aile babasının "tanrı" tarafından kendine getirilmesi hikayesi propaganda dozuyla rahatsız edici. Tüm politik yanlışlarına rağmen tutarlı ve kurallarını yerine getiren bir film.
Aklımda kaldı; filmin eğlenceli sahneleri hayvanların göründüğü kısımlar. Son yazılardaki tüm ekipten dans görüntüleri. Sakal kesme sahnesi.
Sonuç; gereksiz ama katlanılabilir
14 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0413099/
Konusu şöyle; haber sunucusu Evan Baxter (Steve Carrell) senatör seçilir ve ailesiyle birlikte daha büyük bir eve taşınır. Artık memleket meseleleri ile yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlayacakken tanrı (Morgan Freeman) tarafından bir gemi inşa etmek ile görevlendirilir. Başta pek ciddiye almaz ama tanrı ısrarcıdır.
Ne anladım; en çok Jim Carrey ile ortaklıkları (Pet Detective, Liar Liar, Bruce Almighty) ile tanıdığımız Tom Shadyac, Almighty serisi haline getirmeye çalıştığı ikinci çalışmasında da bir dini hikayeyi alıp muhafazakar filmlerine devam ediyor. Masum görünen; ailesini ikinci plana atıp işi ve parayı ön plana koyan aile babasının "tanrı" tarafından kendine getirilmesi hikayesi propaganda dozuyla rahatsız edici. Tüm politik yanlışlarına rağmen tutarlı ve kurallarını yerine getiren bir film.
Aklımda kaldı; filmin eğlenceli sahneleri hayvanların göründüğü kısımlar. Son yazılardaki tüm ekipten dans görüntüleri. Sakal kesme sahnesi.
Sonuç; gereksiz ama katlanılabilir
14 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0413099/
Beynelmilel (2006)
*** - Ben devrimci oldum - İyi etmişsin ***
Konusu şöyle; 1982 Adıyaman. Sıkıyönetim yılları. "Gevende" adı verilen yerel müzisyenler kendilerince bir kamyonetin kasasında küçük bir pavyon oluşturmaya çalışırken asker tarafından yakalanır. Yakında şehri ziyarete gelecek konsey üyeleri için bir askeri bandoya dönüşmeleri için eğitilmeye başlarlar.
Ne anladım; askeri ortamda çalınabilecek hiç bir parça bilmeyen çalgıcılar, tesadüfen duyduğu, ne olduğunu bilmedikleri , melodisinden dolayı beğendikleri ama aslında komünizmin simgesi olarak görülen enternasyonal marşının alaturka versiyonu ile durumu masumca kurtarmaya çalışırken başlarına olmadık işler açıyorlar. İlk bakışta akla hemen "Selamsız Bandosu" geliyor. Yakın tarihin çok önemli bir konusu üzerine olmasına rağmen yeterince eleştirel olamadığını düşünüyorum. "Eğlenip yaşamaya çalışırken adamların başına gelene bak" gibi hafif bir duygu bırakıyor, oysa senaryonun dramatik dönüşleri daha belirgin olsa izleyiciyi daha derinden yakalayabilirdi. Öyle olması gerekiyor demiyorum ama bunu yapmaya çalışıp başaramamış havası var. Müzik kullanımı da düğün sahnesi haricinde arka planda kalmış. Gene de es geçmemek lazım. Cezmi Baskın'ın ölçülü oyunu hoşuma gitti. Belki de eksiklik olarak gördüklerim BKM'nin damgasıdır, tüm filmlerinde var çünkü.
Aklımda kaldı; sessiz lörke.
Sonuç; önemli bir deneme
12 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0893507/
Konusu şöyle; 1982 Adıyaman. Sıkıyönetim yılları. "Gevende" adı verilen yerel müzisyenler kendilerince bir kamyonetin kasasında küçük bir pavyon oluşturmaya çalışırken asker tarafından yakalanır. Yakında şehri ziyarete gelecek konsey üyeleri için bir askeri bandoya dönüşmeleri için eğitilmeye başlarlar.
Ne anladım; askeri ortamda çalınabilecek hiç bir parça bilmeyen çalgıcılar, tesadüfen duyduğu, ne olduğunu bilmedikleri , melodisinden dolayı beğendikleri ama aslında komünizmin simgesi olarak görülen enternasyonal marşının alaturka versiyonu ile durumu masumca kurtarmaya çalışırken başlarına olmadık işler açıyorlar. İlk bakışta akla hemen "Selamsız Bandosu" geliyor. Yakın tarihin çok önemli bir konusu üzerine olmasına rağmen yeterince eleştirel olamadığını düşünüyorum. "Eğlenip yaşamaya çalışırken adamların başına gelene bak" gibi hafif bir duygu bırakıyor, oysa senaryonun dramatik dönüşleri daha belirgin olsa izleyiciyi daha derinden yakalayabilirdi. Öyle olması gerekiyor demiyorum ama bunu yapmaya çalışıp başaramamış havası var. Müzik kullanımı da düğün sahnesi haricinde arka planda kalmış. Gene de es geçmemek lazım. Cezmi Baskın'ın ölçülü oyunu hoşuma gitti. Belki de eksiklik olarak gördüklerim BKM'nin damgasıdır, tüm filmlerinde var çünkü.
Aklımda kaldı; sessiz lörke.
Sonuç; önemli bir deneme
12 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0893507/
12 Ekim 2007 Cuma
Ocean's Thirteen (2007)
** Uğursuz 13 **
Konusu şöyle; Ocean'ın ekibinin baba figürü Reuben'e William Bank (Al Pacino) isimli para babası kazık atar, kalp krizi geçirmesine sebep olur. Ekip Bank'in yeni yaptırdığı otel ve kumarhaneyi hedefe alıp bir kez daha toplanır.
Ne anladım; Soderbergh'in para makinası, ünlüler geçidi serisi devam ediyor. İlk film fena değildi, ikinci film kepazelikti, bu üçüncü film arada bir yerde duruyor. Bir konusu var en azından bu sefer ama örneğin ilk yarım saat Bank ve yapılan otelin güvenliğini anlatmak için Ocean ve Ryan oturup bilgisayar uzmanı rolündeki Eddie Lizzard'a vıdı vıdı konuşuyorlar. Bu seri o havayı vermek üzere yapılmasına rağmen nedense o eski soygun filmlerinin tadını hiç yakalayamıyor. Ekranda gördüklerimin samimiyetine inanamayınca bir bağ kuramıyorum bu seriyle.
Aklımda kaldı; Otel eleştirmeninin odasına yapılan operasyon ve başına gelenler haricinde hiç eğlenceli kısmı yok filmin. Meksika'daki işçileri Zapata'yla gaza getirip direniş sağlamak ve haftalık gelirlerinin düşüklüğünü espri konusu yapmak gibi salakça espriler de sinir bozucu.
Sonuç; iyice zorlama
12 ekim 2007 cuma
http://www.imdb.com/title/tt0496806/
Konusu şöyle; Ocean'ın ekibinin baba figürü Reuben'e William Bank (Al Pacino) isimli para babası kazık atar, kalp krizi geçirmesine sebep olur. Ekip Bank'in yeni yaptırdığı otel ve kumarhaneyi hedefe alıp bir kez daha toplanır.
Ne anladım; Soderbergh'in para makinası, ünlüler geçidi serisi devam ediyor. İlk film fena değildi, ikinci film kepazelikti, bu üçüncü film arada bir yerde duruyor. Bir konusu var en azından bu sefer ama örneğin ilk yarım saat Bank ve yapılan otelin güvenliğini anlatmak için Ocean ve Ryan oturup bilgisayar uzmanı rolündeki Eddie Lizzard'a vıdı vıdı konuşuyorlar. Bu seri o havayı vermek üzere yapılmasına rağmen nedense o eski soygun filmlerinin tadını hiç yakalayamıyor. Ekranda gördüklerimin samimiyetine inanamayınca bir bağ kuramıyorum bu seriyle.
Aklımda kaldı; Otel eleştirmeninin odasına yapılan operasyon ve başına gelenler haricinde hiç eğlenceli kısmı yok filmin. Meksika'daki işçileri Zapata'yla gaza getirip direniş sağlamak ve haftalık gelirlerinin düşüklüğünü espri konusu yapmak gibi salakça espriler de sinir bozucu.
Sonuç; iyice zorlama
12 ekim 2007 cuma
http://www.imdb.com/title/tt0496806/
This Sporting Life (1963)
**** Richard Harris mi Marlon Brando mu ****
Konusu şöyle; Frank Machin (Richard Harris) kocasının ölümünden sonra iki çocuğuyla yaşayan ve tamamen içine kapanmış Bayan Hammond'ın yanında kiracı olarak yaşayan ve büyük bir takıma girmeyi en büyük hedefi haline getirmiş bir Rugby oyuncusudur. Hırsı sayesinde bunu da başarır ve hayalini kurduğu hayata ulaşmaya çalışmaktadır.
Ne anladım; 60 ların başından İngiliz sinemasından bir örnek. Spor filmlerinin en iyi örneklerinden biri deniyor. Tam bir spor filmi demek zor. Başlangıçta ve sonlarında sahanın içinden dinamik görüntüler var. Film daha çok sınıfsal farklılıklara değiniyor. Sermayenin sahibi olduğu bir takıma girebilmek için biraz ehlileşmek zorunda olan "vahşi" futbolcunun eğilip bükülme çabaları. Kimi zaman sembolik anlatıma kayan kısımlarıyla Bergman filmi tadı bile bırakıyor. Harris'in fiziksel olarak da Brando'ya benzerliği ilginç.
Aklımda kaldı; Machin'in örümceği duvara yapıştırdığı sahne. Oyununu sergileyebilmek için kendisine pas vermeyen elemanın burnunu kırdığı sahne.
Sonuç; psikolojik spor filmi
11 ekim perşembe bayram arefesi
http://www.imdb.com/title/tt0057578/
Konusu şöyle; Frank Machin (Richard Harris) kocasının ölümünden sonra iki çocuğuyla yaşayan ve tamamen içine kapanmış Bayan Hammond'ın yanında kiracı olarak yaşayan ve büyük bir takıma girmeyi en büyük hedefi haline getirmiş bir Rugby oyuncusudur. Hırsı sayesinde bunu da başarır ve hayalini kurduğu hayata ulaşmaya çalışmaktadır.
Ne anladım; 60 ların başından İngiliz sinemasından bir örnek. Spor filmlerinin en iyi örneklerinden biri deniyor. Tam bir spor filmi demek zor. Başlangıçta ve sonlarında sahanın içinden dinamik görüntüler var. Film daha çok sınıfsal farklılıklara değiniyor. Sermayenin sahibi olduğu bir takıma girebilmek için biraz ehlileşmek zorunda olan "vahşi" futbolcunun eğilip bükülme çabaları. Kimi zaman sembolik anlatıma kayan kısımlarıyla Bergman filmi tadı bile bırakıyor. Harris'in fiziksel olarak da Brando'ya benzerliği ilginç.
Aklımda kaldı; Machin'in örümceği duvara yapıştırdığı sahne. Oyununu sergileyebilmek için kendisine pas vermeyen elemanın burnunu kırdığı sahne.
Sonuç; psikolojik spor filmi
11 ekim perşembe bayram arefesi
http://www.imdb.com/title/tt0057578/
8 Ekim 2007 Pazartesi
Surf's Up (2007)
**** Dalgaların kralı ****
Konusu şöyle; yıllar önce kaybolan dünya çapında sörfçü Büyük Z (Jeff Bridges) anısına düzenlenen şampiyonaya katılmaya çalışan Cody Maverick (Shia LaBeauf) yarışma öncesinde 9 yıldır kazanan Tank Evans ile kapışır ve yaralanır. Tedavisinde yardımcı olan Geek ile Büyük Z'nin yaşadığı sahili bulurlar.
Ne anladım; penguenleri konu aldığı için sıklıkla Happy Feet ile karşılaştırılıyor. Filmin büyük çoğunluğu kurmaca bir belgesel havasında çekilmiş. Yarışmaya katılanlardan ailelerine ve hatta civardaki nesnelerle bile ropörtaj yapılmış havasında. Sürekli yürüyen bir kamera eşliğinde sanki turnuvanın kulislerinde dolaşıyoruz havasında, sanırım ilk olarak A Bug's Life'ın son yazılarında bir şaka olan bu röportaj tekniği tüm filmin anlatımı olmuş. Çok güzel ve dinamik başlıyor yarıdan sonra tempoyu kaybediyor. Zaten konusu da bildik olduğundan anlatıma yüklenmek zorunda kalınmış. Su içeren animasyonların revaçta olduğu bir dönemde çoğunlukla büyüklere yönelik espri seviyesi yüksek ve başarılı bir animasyon.
Aklımda kaldı; üzerine basılan deniz kestanesiyle ropörtaja koptum. Jeff Bridges'ın seslendirdiği şarkı. Soundtrack Green Day başta olmak üzere alternatif müziklerden oluşuyor. Sörfün tarihçesini anlattığı kısım. Babasının son resmi :)
Sonuç; guldük eğlendik.
7 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0423294/
Konusu şöyle; yıllar önce kaybolan dünya çapında sörfçü Büyük Z (Jeff Bridges) anısına düzenlenen şampiyonaya katılmaya çalışan Cody Maverick (Shia LaBeauf) yarışma öncesinde 9 yıldır kazanan Tank Evans ile kapışır ve yaralanır. Tedavisinde yardımcı olan Geek ile Büyük Z'nin yaşadığı sahili bulurlar.
Ne anladım; penguenleri konu aldığı için sıklıkla Happy Feet ile karşılaştırılıyor. Filmin büyük çoğunluğu kurmaca bir belgesel havasında çekilmiş. Yarışmaya katılanlardan ailelerine ve hatta civardaki nesnelerle bile ropörtaj yapılmış havasında. Sürekli yürüyen bir kamera eşliğinde sanki turnuvanın kulislerinde dolaşıyoruz havasında, sanırım ilk olarak A Bug's Life'ın son yazılarında bir şaka olan bu röportaj tekniği tüm filmin anlatımı olmuş. Çok güzel ve dinamik başlıyor yarıdan sonra tempoyu kaybediyor. Zaten konusu da bildik olduğundan anlatıma yüklenmek zorunda kalınmış. Su içeren animasyonların revaçta olduğu bir dönemde çoğunlukla büyüklere yönelik espri seviyesi yüksek ve başarılı bir animasyon.
Aklımda kaldı; üzerine basılan deniz kestanesiyle ropörtaja koptum. Jeff Bridges'ın seslendirdiği şarkı. Soundtrack Green Day başta olmak üzere alternatif müziklerden oluşuyor. Sörfün tarihçesini anlattığı kısım. Babasının son resmi :)
Sonuç; guldük eğlendik.
7 ekim pazar izledik
http://www.imdb.com/title/tt0423294/
7 Ekim 2007 Pazar
Goodbye Bafana (2007)
*** Bafana = oğlanlar ***
Konusu şöyle; Güney Afrika'daki özgürlükçü hareketin lideri Nelson Mandela (Dennis Haysbert) hapse atılır, dilini konuşabilen James Gregory (Joseph Fiennes) hızla terfi ederek bu siyasi mahkumun gardiyanı sorumluluğuna getirilir. Devletin amacı bu önemli lideri psikolojik baskı altında tutmak ve James'i bu amaçla kullanmaktır.
Ne anladım; Smilla ve Karlar ile bir dönem ismini duyuran, bir kaç sene önceki Sefiller çevrimi ile de izleme imkanı bulduğumu Bille August bu sefer Mandela'ya yıllarca gardiyanlık yapan Gregory'nin anılarından uyarlanmış bir senaryoyu yönetmiş. Çıkış noktası fena değil, baskıcı rejimlerde de görevlerini yapan gardiyanlar var ve kendilerini yok etmeye çalıştığını düşündükleri düşmana karşı korunuyorlar. Ama hikaye öyle basit seçimler yapıyor ki gülünç duruma düşüyor (yolda dövülen anneyi gören kız bizim onlardan farkımız ne diye sorguluyor, Gregory özgürlük bildirgesini kütüphaneden çalıyor ve 25 yılda ancak okuyabiliyor bir sayfalık belgeyi) Mandela ve düşünceleri hakkında da çok bilgi edinemiyoruz. Sonuçta "doğru yolu bulan bir faşist" hikayesi çıkıyor ama geçen senenin "Başkalarının Hayatı" ile konuları benzeşmesine rağmen o kadar derinliğe erişemiyor
Aklımda kaldı; çubuklarla güreş tuttukları sahne. Mandela'nın serbest bırakıldığı sahne.
Sonuç; fena değil
7 ekim pazar evde izledik
http://www.imdb.com/title/tt0438859/
Konusu şöyle; Güney Afrika'daki özgürlükçü hareketin lideri Nelson Mandela (Dennis Haysbert) hapse atılır, dilini konuşabilen James Gregory (Joseph Fiennes) hızla terfi ederek bu siyasi mahkumun gardiyanı sorumluluğuna getirilir. Devletin amacı bu önemli lideri psikolojik baskı altında tutmak ve James'i bu amaçla kullanmaktır.
Ne anladım; Smilla ve Karlar ile bir dönem ismini duyuran, bir kaç sene önceki Sefiller çevrimi ile de izleme imkanı bulduğumu Bille August bu sefer Mandela'ya yıllarca gardiyanlık yapan Gregory'nin anılarından uyarlanmış bir senaryoyu yönetmiş. Çıkış noktası fena değil, baskıcı rejimlerde de görevlerini yapan gardiyanlar var ve kendilerini yok etmeye çalıştığını düşündükleri düşmana karşı korunuyorlar. Ama hikaye öyle basit seçimler yapıyor ki gülünç duruma düşüyor (yolda dövülen anneyi gören kız bizim onlardan farkımız ne diye sorguluyor, Gregory özgürlük bildirgesini kütüphaneden çalıyor ve 25 yılda ancak okuyabiliyor bir sayfalık belgeyi) Mandela ve düşünceleri hakkında da çok bilgi edinemiyoruz. Sonuçta "doğru yolu bulan bir faşist" hikayesi çıkıyor ama geçen senenin "Başkalarının Hayatı" ile konuları benzeşmesine rağmen o kadar derinliğe erişemiyor
Aklımda kaldı; çubuklarla güreş tuttukları sahne. Mandela'nın serbest bırakıldığı sahne.
Sonuç; fena değil
7 ekim pazar evde izledik
http://www.imdb.com/title/tt0438859/
They Shoot Horses, Don't They (1969)
***** Yowza! Yowza! Yowza! *****
Konusu şöyle; 1930'larda Amerika'daki büyük depresyon yıllarında, ekonominin durgun olduğu, işsizliğin had safhada olduğu yıllardayız. Aç insanlar sırf arada verilen yemeklerden faydalanmak için en uzun süre kim dans edecek yarışmalarına katılıyor. Güneşi izlemekten başka derdi olmayan Michael Sarrazin (Robert Syverton) tesadüfen eşi yarışmaya katılamayan Gloria Beatty (Jane Fonda)ye eş olarak yarışmaya girer ve 1200 saatin üzerinde sürecek maraton başlar (50 günden fazla)
Ne anladım; köşe yazarlarının sıklıkla yazıp hava attıkları filmi sonunda izledim. Varoluşçu romanların başkişilerini andıran Sarrazin (özellikle Camus'un Mersault'unu) son derece kırılgan ve edilgen görünen bir kişilik. Güçlü kadın karakter rolünde Jane Fonda tanındığı personasının temellerinden birini bu rolle atıyor. Organizatör Rocky rolünde Gig Young'da unutulmaması gereken bir oyun sergiliyor. Klasik bir yarışmayı kim kazanacak acaba üzerine kurulu film değil de özellikle finaliyle bambaşka bir dönem portresine dönüşmesi filme tarihsel açıdan da çok değer katıyor.
Aklımda kaldı; ikinci zamana karşı yarıştaki yavaş çekimleri içeren enfes kurgu. Canla başla yarışan hamile kadın. Bir avuç sent için insanların yaptıkları.
Sonuç; depresif filmlerin zirvelerinden
6 ekim ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0065088/
Konusu şöyle; 1930'larda Amerika'daki büyük depresyon yıllarında, ekonominin durgun olduğu, işsizliğin had safhada olduğu yıllardayız. Aç insanlar sırf arada verilen yemeklerden faydalanmak için en uzun süre kim dans edecek yarışmalarına katılıyor. Güneşi izlemekten başka derdi olmayan Michael Sarrazin (Robert Syverton) tesadüfen eşi yarışmaya katılamayan Gloria Beatty (Jane Fonda)ye eş olarak yarışmaya girer ve 1200 saatin üzerinde sürecek maraton başlar (50 günden fazla)
Ne anladım; köşe yazarlarının sıklıkla yazıp hava attıkları filmi sonunda izledim. Varoluşçu romanların başkişilerini andıran Sarrazin (özellikle Camus'un Mersault'unu) son derece kırılgan ve edilgen görünen bir kişilik. Güçlü kadın karakter rolünde Jane Fonda tanındığı personasının temellerinden birini bu rolle atıyor. Organizatör Rocky rolünde Gig Young'da unutulmaması gereken bir oyun sergiliyor. Klasik bir yarışmayı kim kazanacak acaba üzerine kurulu film değil de özellikle finaliyle bambaşka bir dönem portresine dönüşmesi filme tarihsel açıdan da çok değer katıyor.
Aklımda kaldı; ikinci zamana karşı yarıştaki yavaş çekimleri içeren enfes kurgu. Canla başla yarışan hamile kadın. Bir avuç sent için insanların yaptıkları.
Sonuç; depresif filmlerin zirvelerinden
6 ekim ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0065088/
2 Ekim 2007 Salı
Alpha Dog (2006)
*** He's So Lovely ***
Konusu şöyle; gerçek olaylardan uyarlanmış filmde FBI'ın arananlar listesinin en genç üyesi olan Johnny Truelove kendisine borcu olan bir satıcı borcunu ödemeyince onunla kapışır. Sonrasında tesadüfen karşılaştığı kardeşini kaçırarak gözdağı vermek ister ama serbest bırakması durumunda başının iyice derde gireceğini farkeder ve işler karışır.
Ne anladım; genç uyuşturucu satıcıları ve sokak çetelerinin içinde geçen, dili sert bir film. İlk yarım saatinde karakterleri ve aralarındaki ilişkileri vermeye çalışıyor, bu kısımlarda biraz zorlanıyor. Ama sonrasında toparlanıp kardeşin başına ne geleceğine ilgiyi çekiyor. Beğendiğim "She's So Lovely"nin yönetmeni Nick Cassavetes filmin başında çalışan ve oynayanların çocukluklarında çekilmiş videolarını bir gösteriyor. Doğduğunda herkes ne kadar aynı ama yıllar neler götürüyor mu demek istiyor ne.
Aklımda kaldı; Sharon Stone felaket kötü oynuyor. Truelove karakteri bu tür işleri becermek için biraz tıfıl ve sevimli görünüyor ama hikaye gerçek olaylara dayalı olunca diyecek bir şey yok.
Sonuç; fena değil
2 ekim salı gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0426883/
Konusu şöyle; gerçek olaylardan uyarlanmış filmde FBI'ın arananlar listesinin en genç üyesi olan Johnny Truelove kendisine borcu olan bir satıcı borcunu ödemeyince onunla kapışır. Sonrasında tesadüfen karşılaştığı kardeşini kaçırarak gözdağı vermek ister ama serbest bırakması durumunda başının iyice derde gireceğini farkeder ve işler karışır.
Ne anladım; genç uyuşturucu satıcıları ve sokak çetelerinin içinde geçen, dili sert bir film. İlk yarım saatinde karakterleri ve aralarındaki ilişkileri vermeye çalışıyor, bu kısımlarda biraz zorlanıyor. Ama sonrasında toparlanıp kardeşin başına ne geleceğine ilgiyi çekiyor. Beğendiğim "She's So Lovely"nin yönetmeni Nick Cassavetes filmin başında çalışan ve oynayanların çocukluklarında çekilmiş videolarını bir gösteriyor. Doğduğunda herkes ne kadar aynı ama yıllar neler götürüyor mu demek istiyor ne.
Aklımda kaldı; Sharon Stone felaket kötü oynuyor. Truelove karakteri bu tür işleri becermek için biraz tıfıl ve sevimli görünüyor ama hikaye gerçek olaylara dayalı olunca diyecek bir şey yok.
Sonuç; fena değil
2 ekim salı gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0426883/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)