*** Pieces Of Dan ***
Konusu şöyle; 4 yıl önce karısını bir hastalıktan kaybeden Dan (Steve Carell) üç kızıyla birlikte yaşamakta ve bir gazetede insanlara duygusal sorunları ile ilgili rehberlik ettiği köşe yazıları yazmaktadır. Tüm ailesinin toplandığı bir haftasonu tatili için gittiği kasabanın kitapçısında ilgisini çeken bir kadınla kısa bir flört eder. Eve döndüğünde Marie (Juliette Binochet)'nin kardeşinin kız arkadaşı olduğunu öğrenir. İkisi için de duygusal bir ikilem başlamıştır.
Ne anladım; 2003 yapımı çok eğlenceli, aile yemeği konulu minik bir bağımsız yapım olan Pieces Of April'in yönetmeni Peter Hedges'den gene aile konulu bir film. O bağımsız yapımın ardından bu kez yıldız oyuncularla daha ana akım sineması tarzında bir hikaye, ancak yine de sıradışı kişiler ve olaylar yaşanıyor. Dan'in okuyucularının sorunlarını düzeltmeye çalışan tavsiyelerinin kendi yaşamındaki yansı(ma)maları ve bunun ayırdına varması ana tema. Benzer bir karakteri yine Carrell'in yardımcı oyuncu olduğu Little Miss Sunshine'da görmüştük. Binochet'in bu hikaye için çok da uygun kaçmadığını ve örneğin ilk karşılaştıkları sahnedeki acaip monoloğu gibi anlamsız sahnelerin varlığı filmin kalitesini aşağıya çekiyor. Ailenin herkesin yetenek yarışmasından çıkmış gibi geceleri inanılmaz ve moral bozucu.
Aklımda kaldı; bowling salonunda tüm aileye basıldıkları sahne.
Sonuç; idare eder
30 mart pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0480242/
Arama
30 Mart 2008 Pazar
29 Mart 2008 Cumartesi
Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)
***** Kan banyosu *****
Konusu şöyle; Benjamin Barker (Johnny Depp) güzel karısına göz koyan Yargıç Turpin tarafından haksız yere suçlanır ve 15 yıl sürgünde yaşar. Döndüğünde karısının kendisini öldürdüğünü ve kızının yargıçın evlatlığı olduğunu öğrenir. Adını Sweeney Todd olarak değiştiren Benjamin'in asıl mesleği berberliği icra etmeye başlar. En büyük yardımcısı da alt katında etli turtalar yapan ama Sweeney gelene kadar turtalara koyacak et bulamayan ev sahibesi Bayan Lowett'dir (Helena Bonham Carter)
Ne anladım; orijinali bir Broadway müzikali olan Sweeney Todd tam Tim Burton'ın filmografisine yakışacak hikayeymiş. Son derece trajik olan hikaye sürgünden gelen bir gemiyle başlıyor. Karayip Korsanlarından beri gemiden inemeyen Depp şarkı söyleyerek iniyor gemiden. Diğer Stephen Sondheim müzikallerine göre daha az melodik parçalarla bezeli müzikal Helena Bonham Carter'ın dünyanın en kötü turtaları parçası ve Depp'in "You sir!" parçaları ile eğlenceli de olabiliyor. Pirelli rolünde Sasha Baron Cohen, kötü adam yargıç ise Alan Rickman var. Usta senarist John Logan'ın uyarlama çalışması son derece başarılı. Kan kullanımı giderek artan film Burton'ın en karanlık ve karamsar filmi herhalde.
Aklımda kaldı; bahsettiğim parçalar. Sandıktaki yarı ölü ceset sahnesi. Mekanizmalı traş koltuğu.
Sonuç; çok kanlı ve başarılı
29 mart cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0408236/
Konusu şöyle; Benjamin Barker (Johnny Depp) güzel karısına göz koyan Yargıç Turpin tarafından haksız yere suçlanır ve 15 yıl sürgünde yaşar. Döndüğünde karısının kendisini öldürdüğünü ve kızının yargıçın evlatlığı olduğunu öğrenir. Adını Sweeney Todd olarak değiştiren Benjamin'in asıl mesleği berberliği icra etmeye başlar. En büyük yardımcısı da alt katında etli turtalar yapan ama Sweeney gelene kadar turtalara koyacak et bulamayan ev sahibesi Bayan Lowett'dir (Helena Bonham Carter)
Ne anladım; orijinali bir Broadway müzikali olan Sweeney Todd tam Tim Burton'ın filmografisine yakışacak hikayeymiş. Son derece trajik olan hikaye sürgünden gelen bir gemiyle başlıyor. Karayip Korsanlarından beri gemiden inemeyen Depp şarkı söyleyerek iniyor gemiden. Diğer Stephen Sondheim müzikallerine göre daha az melodik parçalarla bezeli müzikal Helena Bonham Carter'ın dünyanın en kötü turtaları parçası ve Depp'in "You sir!" parçaları ile eğlenceli de olabiliyor. Pirelli rolünde Sasha Baron Cohen, kötü adam yargıç ise Alan Rickman var. Usta senarist John Logan'ın uyarlama çalışması son derece başarılı. Kan kullanımı giderek artan film Burton'ın en karanlık ve karamsar filmi herhalde.
Aklımda kaldı; bahsettiğim parçalar. Sandıktaki yarı ölü ceset sahnesi. Mekanizmalı traş koltuğu.
Sonuç; çok kanlı ve başarılı
29 mart cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0408236/
Enchanted (2007)
*** And so, they all lived happily ever after ***
Konusu şöyle; evlenmek için prensini bekleyen Giselle (Amy Adams) Prens Andrew'u (James Marsden) bulur sonunda. Oğlunun evlenmesini istemeyen Kraliçe Narissa (Susan Sarandon) Giselle'i şatonun kuyusundan evrenin en uzak ve mutsuz noktasına yani New York'taki Times meydanına gönderir. Burada dul, uzun süredir bir ilişki yaşamakta olan ve 6 yaşında bir kızı olan Robert (Patrick Dempsey) ona yardımcı olmaya çalışır.
Ne anladım; ilk 5 dakikası felaket kötü bir çizgi film olarak başlayan hikaye karakterlerin gerçek dünyaya fırlamaları ile katlanılır hale geliyor. Amy Adams'ın Giselle olduğuna inanmak çok zor, yaştan kaybediyor bayağı. Marsden kanlı canlı prens rolünde ikna edici ama. Disney'in körlemesine evlilik yerine flörtün gerekliliğini kabul eden bir hikaye ile gelmesi liberal bir açılım gibi görünse de nihayetinde iki çiftinde parmaklarında yüzükleri görüp anlıyoruz ki gene de izdivaç şart diyor. Modern aşkların biraz masalsı romantizme, masallardaki gözü kara sevdaların da biraz gerçekçi bakışa ihtiyacı var yoksa ikisi de felakete gidebilir gibi yorumladım. Filmdeki Manhattan kullanımı çok başarılı. En yakın karşılığı "The Princess Bride"
Aklımda kaldı; filmin başında çizgi olarak gördüğümüz hizmetkar hayvanların New York'daki canlı izdüşümleri başarılı. Finale yakın baloda, elmanın merdivenlerden yuvarlanıp çiftin ayaklarına geldiği sahne.
Sonuç; balolu masalsı bir romantik komedi
29 mart cumartesi izledik.Doruk'un izin verdiği ölçüde
http://www.imdb.com/title/tt0461770/
Konusu şöyle; evlenmek için prensini bekleyen Giselle (Amy Adams) Prens Andrew'u (James Marsden) bulur sonunda. Oğlunun evlenmesini istemeyen Kraliçe Narissa (Susan Sarandon) Giselle'i şatonun kuyusundan evrenin en uzak ve mutsuz noktasına yani New York'taki Times meydanına gönderir. Burada dul, uzun süredir bir ilişki yaşamakta olan ve 6 yaşında bir kızı olan Robert (Patrick Dempsey) ona yardımcı olmaya çalışır.
Ne anladım; ilk 5 dakikası felaket kötü bir çizgi film olarak başlayan hikaye karakterlerin gerçek dünyaya fırlamaları ile katlanılır hale geliyor. Amy Adams'ın Giselle olduğuna inanmak çok zor, yaştan kaybediyor bayağı. Marsden kanlı canlı prens rolünde ikna edici ama. Disney'in körlemesine evlilik yerine flörtün gerekliliğini kabul eden bir hikaye ile gelmesi liberal bir açılım gibi görünse de nihayetinde iki çiftinde parmaklarında yüzükleri görüp anlıyoruz ki gene de izdivaç şart diyor. Modern aşkların biraz masalsı romantizme, masallardaki gözü kara sevdaların da biraz gerçekçi bakışa ihtiyacı var yoksa ikisi de felakete gidebilir gibi yorumladım. Filmdeki Manhattan kullanımı çok başarılı. En yakın karşılığı "The Princess Bride"
Aklımda kaldı; filmin başında çizgi olarak gördüğümüz hizmetkar hayvanların New York'daki canlı izdüşümleri başarılı. Finale yakın baloda, elmanın merdivenlerden yuvarlanıp çiftin ayaklarına geldiği sahne.
Sonuç; balolu masalsı bir romantik komedi
29 mart cumartesi izledik.Doruk'un izin verdiği ölçüde
http://www.imdb.com/title/tt0461770/
Die Fälscher (2007)
*** Para kazanmak için resim yapmak iyi olabilir ama para yapmak daha kolay ***
Konusu şöyle; Nazi partisinin yükselişe geçtiği dönemde 1936'da Berlin'de nam salan kalpazan Salomon Sorowitsch sahte dolar basmaktan suçlanır ve yakalanır. Savaş sırasında Alman ordusunu finanse etmek ve düşman ekonomilerini batırmak için tezgahlanan, Bernhard operasyonu adı verilen, tüm zamanların en büyük kalpazanlık örgütünde önemli bir pozisyona getirilir. Soydaşları cehennemi yaşarken bu tezgahta yer alanlar için bir hayatta kalma umudu vardır.
Ne anladım; geçen seneden sonra bu senede bir Alman filmi (asıl ortak Avusturya) Oscar'da yabancı film ödülünü aldı. Hikaye gerçek bir örgütün ve karakterlerin hikayesi, ama hikayenin sahibi başroldeki yardımcı roldeki Adolf Burger isimli karakter. Esirler hayatta kalmayı mı yoksa Nazileri bir gün bile olsa geciktirmek yolunda kendilerini feda etmeyi mi tercih etmeli temeldeki sorgusu filmin. Burger karakteri idealizmi temsil ederken ana karakter herkesi idare etmeye ve hayatta tutmaya çalışıyor. Askerler her zamanki gibi pislik adamlar olarak tasvir edilirken en ilgi çekici karakter Herzog isimli, kendi gemisini yürümekten başka bir derdi olmayan üst düzey subay. Dönem filmlerinde serbest kamera kullanımı (elde) giderek standart halini alıyor.
Aklımda kaldı; ayakkabı birliği. Herzog'un ping-pong masasını ekibe hediye olarak getirdiği ve savaştan sonrası için yöneticiliğin çok ilgisini çektiğini söylediği sahne. Finalde kare asa rağmen yaptığı ve diğerleri suçluluğun dışavurumu sanırım.
Sonuç; güzel ama müthiş değil
29 mart cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0813547/
Konusu şöyle; Nazi partisinin yükselişe geçtiği dönemde 1936'da Berlin'de nam salan kalpazan Salomon Sorowitsch sahte dolar basmaktan suçlanır ve yakalanır. Savaş sırasında Alman ordusunu finanse etmek ve düşman ekonomilerini batırmak için tezgahlanan, Bernhard operasyonu adı verilen, tüm zamanların en büyük kalpazanlık örgütünde önemli bir pozisyona getirilir. Soydaşları cehennemi yaşarken bu tezgahta yer alanlar için bir hayatta kalma umudu vardır.
Ne anladım; geçen seneden sonra bu senede bir Alman filmi (asıl ortak Avusturya) Oscar'da yabancı film ödülünü aldı. Hikaye gerçek bir örgütün ve karakterlerin hikayesi, ama hikayenin sahibi başroldeki yardımcı roldeki Adolf Burger isimli karakter. Esirler hayatta kalmayı mı yoksa Nazileri bir gün bile olsa geciktirmek yolunda kendilerini feda etmeyi mi tercih etmeli temeldeki sorgusu filmin. Burger karakteri idealizmi temsil ederken ana karakter herkesi idare etmeye ve hayatta tutmaya çalışıyor. Askerler her zamanki gibi pislik adamlar olarak tasvir edilirken en ilgi çekici karakter Herzog isimli, kendi gemisini yürümekten başka bir derdi olmayan üst düzey subay. Dönem filmlerinde serbest kamera kullanımı (elde) giderek standart halini alıyor.
Aklımda kaldı; ayakkabı birliği. Herzog'un ping-pong masasını ekibe hediye olarak getirdiği ve savaştan sonrası için yöneticiliğin çok ilgisini çektiğini söylediği sahne. Finalde kare asa rağmen yaptığı ve diğerleri suçluluğun dışavurumu sanırım.
Sonuç; güzel ama müthiş değil
29 mart cumartesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0813547/
24 Mart 2008 Pazartesi
Sleuth (2007)
*** İki adamlık gösteri ***
Konusu şöyle; Milo Tindle (Jude Law) genç bir aktördür ve ünlü yazar Andrew Wyke'in (Michael Caine) karısı ile bir ilişki yaşamaktadır. Wyke'ın kırsaldaki evine onu boşanmak konusunda ikna etmek üzere gelir. Kısa sürede bu iki adamın arasında bir kedi fare oyunu başlar.
Ne anladım; 1972 yapımı aynı isimli film, Jude Law'un yapımcılığında, ilk filmde Milo'yu oynayan Caine'in yaşlı yazara terfi etmesi ve Law'un genç aktör rolüne geçmesi ile Shakespeare takıntılı Kenneth Branagh tarafından perdede. Senaryoda Harold Pinter imzası var. Mekan gene yazarın malikanesi ancak bu sefer ultra modern ve teknolojik bir evde geçiyor olaylar. Hikayeye bir son bölüm eklenmiş ki karakterler arasındaki gerilimi kadın karakter üzerine odaklayan ve iyice çiğleşen tepkilere yol açan daha mantıklı olabilecek bir yöne taşımış, ancak öykünün inandırıcılığına pek katkıda bulunmamış bu tercih. Branagh'ın yönetim konusunda ilginç tercihleri var. Başlangıç sahnesinde giriş kapısının hayli üstüne tepeden aşağıya bakan bir kamera yerleştiren, sonraki sahnelerde güvenlik kameralarından ve acaip açılardan görüntüler alan, renkleriyle fütüristik etki yaratmaya çalışan yaklaşım en azından anlatım açısından filmi yeniliyor. Orijinal filmin finalindeki kalitesiz izlenimi veren kurgunun etkisini en azından silebiliyor. Hiç olmasa başarılı oyunculuklar izliyoruz. Sürekli bir tarafın diğerine üstünlük sağladığı ve oyunun giderek sertleştiği bir satranç/tenis maçı.
Aklımda kaldı; ne kadar makyajı bassan da sonuçta adam tanınıyor. Bu hikayenin en zayıf kaldığı nokta bu bence. Koca "oyuncu" yazarın karşısındaki adamı tanıyamaması. Kurusıkı tabancanın patlayınca adamı zıplatması da ayrı bir şenlik. İki karakterin yaptıkları karşı atakların kimisi zekice.
Sonuç; iyidir
23 mart pazar sabahı izledik
http://www.imdb.com/title/tt0857265/
Konusu şöyle; Milo Tindle (Jude Law) genç bir aktördür ve ünlü yazar Andrew Wyke'in (Michael Caine) karısı ile bir ilişki yaşamaktadır. Wyke'ın kırsaldaki evine onu boşanmak konusunda ikna etmek üzere gelir. Kısa sürede bu iki adamın arasında bir kedi fare oyunu başlar.
Ne anladım; 1972 yapımı aynı isimli film, Jude Law'un yapımcılığında, ilk filmde Milo'yu oynayan Caine'in yaşlı yazara terfi etmesi ve Law'un genç aktör rolüne geçmesi ile Shakespeare takıntılı Kenneth Branagh tarafından perdede. Senaryoda Harold Pinter imzası var. Mekan gene yazarın malikanesi ancak bu sefer ultra modern ve teknolojik bir evde geçiyor olaylar. Hikayeye bir son bölüm eklenmiş ki karakterler arasındaki gerilimi kadın karakter üzerine odaklayan ve iyice çiğleşen tepkilere yol açan daha mantıklı olabilecek bir yöne taşımış, ancak öykünün inandırıcılığına pek katkıda bulunmamış bu tercih. Branagh'ın yönetim konusunda ilginç tercihleri var. Başlangıç sahnesinde giriş kapısının hayli üstüne tepeden aşağıya bakan bir kamera yerleştiren, sonraki sahnelerde güvenlik kameralarından ve acaip açılardan görüntüler alan, renkleriyle fütüristik etki yaratmaya çalışan yaklaşım en azından anlatım açısından filmi yeniliyor. Orijinal filmin finalindeki kalitesiz izlenimi veren kurgunun etkisini en azından silebiliyor. Hiç olmasa başarılı oyunculuklar izliyoruz. Sürekli bir tarafın diğerine üstünlük sağladığı ve oyunun giderek sertleştiği bir satranç/tenis maçı.
Aklımda kaldı; ne kadar makyajı bassan da sonuçta adam tanınıyor. Bu hikayenin en zayıf kaldığı nokta bu bence. Koca "oyuncu" yazarın karşısındaki adamı tanıyamaması. Kurusıkı tabancanın patlayınca adamı zıplatması da ayrı bir şenlik. İki karakterin yaptıkları karşı atakların kimisi zekice.
Sonuç; iyidir
23 mart pazar sabahı izledik
http://www.imdb.com/title/tt0857265/
17 Mart 2008 Pazartesi
The Mist (2007)
*** You don't have much faith in humanity, do you? ***
Konusu şöyle; küçük bir kasabada bir fırtına ufak çapta hasar verir. İnsanlar ertesi gün marketlerden alışveriş yaparken kalın bir sis tabakası tüm kasabayı kaplar. Sisin içerisinde ahtapot kolları gibi yaratıklar dolaşmaktadır ve ortaya çıkan insanlara saldırmaktadır. Büyük bir grup bir markette mahsur kalırlar.
Ne anladım; Shawshank Redemption, Green Mile ve Majestic'den sonra Frank Darabont gene bir Stephen King öyküsünden uyarlama ile karşımızda. Çıta giderek düşüyor. Klasik bir zombi filmi çatısına sahip hikaye anlatımında da bu tür filmlerine dayanıyor. Çok rahatsız edici kamera hareketleri var, kameranın elde duruyormuş gibi küçük düzeltmeler yapması, odağını değiştirme gibi küçük dokunuşlar yadırgatıyor kendini. Ancak bu tür ucuz film numaralarının iş yaratıkları görüntüleme gelince masraftan kaçınılmadığını (gerçi sisten fazla birşey görmüyoruz) görmemizle bir tercih meselesi olduğu vurgulanıyor. Filmin en ilginçleştiği nokta olanları tanrının işlenen günahlara ceza olarak gösterdiği gazabı olarak gören ve giderek güçlenen köktencilere karşı sayıları giderek azalan mantıklı insanların arasındaki gerilimin işlendiği sahneler. Darabont'u da hikayenin bu kısmı çekmiştir sanıyorum çünkü önceki filmleri referans olarak alınırsa giderek aşağıya inen bir yolda. Filmin finali özellikle ilk bakışta değişik bir son olsa da biraz bir insanın gerçekten bir tehlike ortalıkta görünmezken öyle davranması hiç inandırıcı değil.
Aklımda kaldı; dışarı bilinemeyen bir durum varken aklın yerine korkudan beslenen bir akımın kazanacağını konuştukları ve insanlığın bu konuda sabıkalı olduğunu söyledikleri sahne. "Din ve politika nasıl çıktı sanıyorsun?"
Sonuç; izlenir ve unutulur
16 mart pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0884328/
Konusu şöyle; küçük bir kasabada bir fırtına ufak çapta hasar verir. İnsanlar ertesi gün marketlerden alışveriş yaparken kalın bir sis tabakası tüm kasabayı kaplar. Sisin içerisinde ahtapot kolları gibi yaratıklar dolaşmaktadır ve ortaya çıkan insanlara saldırmaktadır. Büyük bir grup bir markette mahsur kalırlar.
Ne anladım; Shawshank Redemption, Green Mile ve Majestic'den sonra Frank Darabont gene bir Stephen King öyküsünden uyarlama ile karşımızda. Çıta giderek düşüyor. Klasik bir zombi filmi çatısına sahip hikaye anlatımında da bu tür filmlerine dayanıyor. Çok rahatsız edici kamera hareketleri var, kameranın elde duruyormuş gibi küçük düzeltmeler yapması, odağını değiştirme gibi küçük dokunuşlar yadırgatıyor kendini. Ancak bu tür ucuz film numaralarının iş yaratıkları görüntüleme gelince masraftan kaçınılmadığını (gerçi sisten fazla birşey görmüyoruz) görmemizle bir tercih meselesi olduğu vurgulanıyor. Filmin en ilginçleştiği nokta olanları tanrının işlenen günahlara ceza olarak gösterdiği gazabı olarak gören ve giderek güçlenen köktencilere karşı sayıları giderek azalan mantıklı insanların arasındaki gerilimin işlendiği sahneler. Darabont'u da hikayenin bu kısmı çekmiştir sanıyorum çünkü önceki filmleri referans olarak alınırsa giderek aşağıya inen bir yolda. Filmin finali özellikle ilk bakışta değişik bir son olsa da biraz bir insanın gerçekten bir tehlike ortalıkta görünmezken öyle davranması hiç inandırıcı değil.
Aklımda kaldı; dışarı bilinemeyen bir durum varken aklın yerine korkudan beslenen bir akımın kazanacağını konuştukları ve insanlığın bu konuda sabıkalı olduğunu söyledikleri sahne. "Din ve politika nasıl çıktı sanıyorsun?"
Sonuç; izlenir ve unutulur
16 mart pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0884328/
16 Mart 2008 Pazar
Anatomy Of A Murder (1959)
***** Bir cinayetin anatomisi *****
Konusu şöyle; savcılıktan ayrılmış olan Paul Biegler (James Stewart) ufak tefek davalarla geçimini sağlamaktadır. Karısına tecavüz eden adamı öldüren Teğmen Manion'un karısı Laura ondan kocasını savunmasını ister. Geçici bir cinnet geçirerek yaptığı bu cinayeti anımsamadığını söyleyen tutukluyu beraat ettirmeye çalıştığı davada karşısında büyük şehirden gelen savcı yardımcısı Dancer (George C. Scott) yer alacaktır.
Ne anladım; Otto Preminger'in hukuk ve suç kavramları üzerine zamanında ciddi tartışmalar yaratmış filmi, tartışmaların büyük kısmı bir filmde ilk kez sperm, don gibi kelimelerin geçmesinden kaynaklanıyormuş. Karşımızda haşmetli bir dava filmi var, ve günümüzde alıştığımız bu türün genel karakteristiği olaya odaklı olması, sürpriz gelişmelerle dolu olması ve iyi ile kötünün belirgin şekilde ayrıştırılmış olmasıdır. Burada ise gerçeğin ne olduğundan ziyade davayı kazanmaya odaklı bir avukatın savcılıkla oynadığı satranç mücadelesini izliyoruz. Başarılı diyaloglar, Stewart ve serinkanlı Ben Gazzara'nın iyi oyunculukları ilgiyi arttırıyor (gerçi bunların dışındakilerin oyunculuğu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim) Böyle konuşma üzerine kurulu bir filme yakışan senaryosu ile kendine özgü, sinik bir hukuk draması.
Aklımda kaldı; Dancer'ın Laura Manion ifadesi sırasında Biegler'ın görüşünü kestiği sahne çok eğlenceli. Pek beğenilmese de klişe bir tipleme olan yargıç filme eğlence katıyor. Duke Ellington imzalı müzikleri. Filmin afişinin en başarılı 100 film afişi arasında olmak gibi bir ünü var, sanırım "kes biç kendine göre bir doğru yarat" demek istiyor. Yargıç ve avukatların mahkemede "don"a ne diyeceklerini tartıştıkları sahne.
Sonuç; mükemmel
16 mart pazar sabahı izledim
http://imdb.com/title/tt0052561/
Konusu şöyle; savcılıktan ayrılmış olan Paul Biegler (James Stewart) ufak tefek davalarla geçimini sağlamaktadır. Karısına tecavüz eden adamı öldüren Teğmen Manion'un karısı Laura ondan kocasını savunmasını ister. Geçici bir cinnet geçirerek yaptığı bu cinayeti anımsamadığını söyleyen tutukluyu beraat ettirmeye çalıştığı davada karşısında büyük şehirden gelen savcı yardımcısı Dancer (George C. Scott) yer alacaktır.
Ne anladım; Otto Preminger'in hukuk ve suç kavramları üzerine zamanında ciddi tartışmalar yaratmış filmi, tartışmaların büyük kısmı bir filmde ilk kez sperm, don gibi kelimelerin geçmesinden kaynaklanıyormuş. Karşımızda haşmetli bir dava filmi var, ve günümüzde alıştığımız bu türün genel karakteristiği olaya odaklı olması, sürpriz gelişmelerle dolu olması ve iyi ile kötünün belirgin şekilde ayrıştırılmış olmasıdır. Burada ise gerçeğin ne olduğundan ziyade davayı kazanmaya odaklı bir avukatın savcılıkla oynadığı satranç mücadelesini izliyoruz. Başarılı diyaloglar, Stewart ve serinkanlı Ben Gazzara'nın iyi oyunculukları ilgiyi arttırıyor (gerçi bunların dışındakilerin oyunculuğu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim) Böyle konuşma üzerine kurulu bir filme yakışan senaryosu ile kendine özgü, sinik bir hukuk draması.
Aklımda kaldı; Dancer'ın Laura Manion ifadesi sırasında Biegler'ın görüşünü kestiği sahne çok eğlenceli. Pek beğenilmese de klişe bir tipleme olan yargıç filme eğlence katıyor. Duke Ellington imzalı müzikleri. Filmin afişinin en başarılı 100 film afişi arasında olmak gibi bir ünü var, sanırım "kes biç kendine göre bir doğru yarat" demek istiyor. Yargıç ve avukatların mahkemede "don"a ne diyeceklerini tartıştıkları sahne.
Sonuç; mükemmel
16 mart pazar sabahı izledim
http://imdb.com/title/tt0052561/
15 Mart 2008 Cumartesi
Kite Runner (2007)
**** There is a way to be good again ****
Konusu şöyle; ilk kitabının basıldığı günlerde ülkesinden bir telefon alan Afgan göçmeni Emir babasının yakın arkadaşının kendisini ziyaret etmesi isteğiyle karşılaşır. 1978 yılında henüz küçük bir çocukken yanlarında çalışan Hazari çocukla çok yakın arkadaşlıktan yollarını ayıran hikayeyi izleriz.
Ne anladım; Finding Neverland ve Stranger Than Fiction gibi iki başarılı filmin yönetmeni Marc Forster'dan son dönemin yönelimine uygun şekilde bir ayağı ortadoğu'da bir epik hikaye. Afgan toplumunun farklı sınıflarından iki çocuğun hikayesi, Taliban'ın yükselişi ve uçurtmaların yasaklanmasına varan süreç ana karakteri üzerinden sustukça nasıl sıranın geldiğini gösteriyor. Adını saydığım iki filmin biraz gerisinde kaldığını düşündüğüm ve onlara göre daha ana akım sinema yolunda olmasına rağmen ilgiyle izleniyor. Çocuk oyuncular, özellikle Hasan'ı oynayan eleman son derece başarılı. Federer suratlı Emir'in büyüklüğü ile filmin kötü adamının arasındaki serim bölümünü pek beğenmedim ama genel olarak eli yüzü düzgün bir yapıt olarak nitelenebilir.
Aklımda kaldı; uçurtma sahneleri bilgisayar destekli de olsa uçaklar arasındaki it dalaşı gibi etkileyici şekilde çekilmiş.
Sonuç; güzel
15 mart cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0419887/
Konusu şöyle; ilk kitabının basıldığı günlerde ülkesinden bir telefon alan Afgan göçmeni Emir babasının yakın arkadaşının kendisini ziyaret etmesi isteğiyle karşılaşır. 1978 yılında henüz küçük bir çocukken yanlarında çalışan Hazari çocukla çok yakın arkadaşlıktan yollarını ayıran hikayeyi izleriz.
Ne anladım; Finding Neverland ve Stranger Than Fiction gibi iki başarılı filmin yönetmeni Marc Forster'dan son dönemin yönelimine uygun şekilde bir ayağı ortadoğu'da bir epik hikaye. Afgan toplumunun farklı sınıflarından iki çocuğun hikayesi, Taliban'ın yükselişi ve uçurtmaların yasaklanmasına varan süreç ana karakteri üzerinden sustukça nasıl sıranın geldiğini gösteriyor. Adını saydığım iki filmin biraz gerisinde kaldığını düşündüğüm ve onlara göre daha ana akım sinema yolunda olmasına rağmen ilgiyle izleniyor. Çocuk oyuncular, özellikle Hasan'ı oynayan eleman son derece başarılı. Federer suratlı Emir'in büyüklüğü ile filmin kötü adamının arasındaki serim bölümünü pek beğenmedim ama genel olarak eli yüzü düzgün bir yapıt olarak nitelenebilir.
Aklımda kaldı; uçurtma sahneleri bilgisayar destekli de olsa uçaklar arasındaki it dalaşı gibi etkileyici şekilde çekilmiş.
Sonuç; güzel
15 mart cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0419887/
13 Mart 2008 Perşembe
The Darjeeling Limited (2007)
**** I love the way this country smells. I'll never forget it. It's kind of spicy. ****
Konusu şöyle; üç erkek kardeş en son bir sene önce babalarının cenazesinde görüşmüşlerdir ve hepsinin hayatlarında zor bir dönemdir. Büyük kardeş Francis (Owen Wilson) kendisini öldürmeye çalışmıştır, Peter (Adrian Brody) karısı doğurmak üzere olmasına rağmen ondan uzaklaşmıştır, Jack (Jason Schwartzman) kız arkadaşından ayrılmıştır ancak saplantı şeklinde onu aramaya devam etmektedir. Francis hep birlikte Hindistan'da kendilerini arayacakları bir yolculuğu çıkmaları konusunda ikna eder, ancak yolculuk kısa sürede planların dışına çıkar.
Ne anladım; Wes Anderson birbirinden ilginç filmler çıkartan kendine has bir sinemacı. Bu sefer sevdiği temanın göbeğine bir kendini bulma hikayesine dalmış. Hayatı simgeleyen trenle başlayan yolculuk yazan ekibin öncesinde gerçekten yaptıkları bir doğu yolculuğunun güzel meyvesi. Babalarının gözlüğü, traş bıçağı ve çantalarını serüven boyunca taşıyan oğullar metafor olarak da yaratıcı. Yönetmenin önceki işleri Royal Tenenbaums ve Life Aquatic'in karışımı denebilecek tatta ve bence ikisinden de iyi. Görüntüler bir Hindistan klibinde görülecek kadar canlı renklerle bezeli. Fikir olarak bir Oceans' 12 felaketinin tekrar yaşanabileceğinden korktuğum film aksine çok uyumlu herbiri farklı karakterleri temsil eden 3 kardeşten çok iyi oyunlar çıkartarak keyifle ilerliyor.
Aklımda kaldı; filmin girişinde Bill Murray'in treni kaçırdığı Brody'nin bindiği ve sondaki tren yakalama yavaş çekim sahneleri netliği, renkleri ile mükemmel. Guru filminin müziği. Çocuğunu kaybeden baba ve cenaze töreni. Üç kardeşin de sırayla telefona gidip diğerlerinin "kiminle konuşuyor" dedikleri sahne. Finale yakın trenin vagonları arasında dolaşan kamera ile karakterleri gördüğümüz sahne.
Sonuç; güzel
12 mart çarşamba gecesi
http://www.imdb.com/title/tt0838221/
Konusu şöyle; üç erkek kardeş en son bir sene önce babalarının cenazesinde görüşmüşlerdir ve hepsinin hayatlarında zor bir dönemdir. Büyük kardeş Francis (Owen Wilson) kendisini öldürmeye çalışmıştır, Peter (Adrian Brody) karısı doğurmak üzere olmasına rağmen ondan uzaklaşmıştır, Jack (Jason Schwartzman) kız arkadaşından ayrılmıştır ancak saplantı şeklinde onu aramaya devam etmektedir. Francis hep birlikte Hindistan'da kendilerini arayacakları bir yolculuğu çıkmaları konusunda ikna eder, ancak yolculuk kısa sürede planların dışına çıkar.
Ne anladım; Wes Anderson birbirinden ilginç filmler çıkartan kendine has bir sinemacı. Bu sefer sevdiği temanın göbeğine bir kendini bulma hikayesine dalmış. Hayatı simgeleyen trenle başlayan yolculuk yazan ekibin öncesinde gerçekten yaptıkları bir doğu yolculuğunun güzel meyvesi. Babalarının gözlüğü, traş bıçağı ve çantalarını serüven boyunca taşıyan oğullar metafor olarak da yaratıcı. Yönetmenin önceki işleri Royal Tenenbaums ve Life Aquatic'in karışımı denebilecek tatta ve bence ikisinden de iyi. Görüntüler bir Hindistan klibinde görülecek kadar canlı renklerle bezeli. Fikir olarak bir Oceans' 12 felaketinin tekrar yaşanabileceğinden korktuğum film aksine çok uyumlu herbiri farklı karakterleri temsil eden 3 kardeşten çok iyi oyunlar çıkartarak keyifle ilerliyor.
Aklımda kaldı; filmin girişinde Bill Murray'in treni kaçırdığı Brody'nin bindiği ve sondaki tren yakalama yavaş çekim sahneleri netliği, renkleri ile mükemmel. Guru filminin müziği. Çocuğunu kaybeden baba ve cenaze töreni. Üç kardeşin de sırayla telefona gidip diğerlerinin "kiminle konuşuyor" dedikleri sahne. Finale yakın trenin vagonları arasında dolaşan kamera ile karakterleri gördüğümüz sahne.
Sonuç; güzel
12 mart çarşamba gecesi
http://www.imdb.com/title/tt0838221/
11 Mart 2008 Salı
Martian Child (2007)
*** I eat lucky chunks ***
Konusu şöyle; yakın zaman önce karısını kaybeden bilim kurgu yazarı David (John Cusack) bir çocuk evlat edinmek ister. 6 yaşındaki Dennis Mars'tan insanları incelemek üzere gönderildiğini söyleyen, güneş ışığından kaçınan ve bir kutunun içinde yaşayan değişik bir çocuktur ve ilgisini çeker.
Ne anladım; Menno Meyjes senarist geçmişine sahip ve ilk uzun metrajı bu sayılabilir. Küçüklüğünden beri çok sosyal olamayan ve çocukluktan çıkamayan yazarın duygusal bir açılım yapması ve onun yanında ailesi olmayan, bu yüzden kendisini dünyalı ve normal hissetmeyen bir çocuğun yeniden insanların arasına karışması ve birlikte yaşama alışmaya çalışmaları üzerine olan hikaye komedi sularına hiç uğramadan psikolojik bir hikaye kıvamında sürüyor. K-Pax i anımsatan ama daha çok Küçük Prens'e benzetilen hikaye bana anlatım olarak Pay It Forward'ı anımsattı. Evlat edinmeye izin veren kurul, yaşlı köpek gibi standart öğeleri kullanmaktan çekinmeyen, daha önce çok karşılaşmadığımız bir hikaye olsa da hemen her sahnesi çok tahmin edilebilir sıradan bir film çıkmış.
Aklımda kaldı; Marslı dansı. Aralarda eğlenceli müziğin başlayıp "bakın bunlar da komik sahneler" diye konulmuş sahneler eğreti geldi.
Sonuç; eh işte
9 mart pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0415965/
Konusu şöyle; yakın zaman önce karısını kaybeden bilim kurgu yazarı David (John Cusack) bir çocuk evlat edinmek ister. 6 yaşındaki Dennis Mars'tan insanları incelemek üzere gönderildiğini söyleyen, güneş ışığından kaçınan ve bir kutunun içinde yaşayan değişik bir çocuktur ve ilgisini çeker.
Ne anladım; Menno Meyjes senarist geçmişine sahip ve ilk uzun metrajı bu sayılabilir. Küçüklüğünden beri çok sosyal olamayan ve çocukluktan çıkamayan yazarın duygusal bir açılım yapması ve onun yanında ailesi olmayan, bu yüzden kendisini dünyalı ve normal hissetmeyen bir çocuğun yeniden insanların arasına karışması ve birlikte yaşama alışmaya çalışmaları üzerine olan hikaye komedi sularına hiç uğramadan psikolojik bir hikaye kıvamında sürüyor. K-Pax i anımsatan ama daha çok Küçük Prens'e benzetilen hikaye bana anlatım olarak Pay It Forward'ı anımsattı. Evlat edinmeye izin veren kurul, yaşlı köpek gibi standart öğeleri kullanmaktan çekinmeyen, daha önce çok karşılaşmadığımız bir hikaye olsa da hemen her sahnesi çok tahmin edilebilir sıradan bir film çıkmış.
Aklımda kaldı; Marslı dansı. Aralarda eğlenceli müziğin başlayıp "bakın bunlar da komik sahneler" diye konulmuş sahneler eğreti geldi.
Sonuç; eh işte
9 mart pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0415965/
9 Mart 2008 Pazar
I Am Legend (2007)
*** 28 gün sonra da Londrayı gezdik, bi de New York'u gezelim ***
Konusu şöyle; kansere çare arayan bilim adamları genleriyle oynanmış bir virüs yaratarak başarılı olurlar. Kısa süre sonra bu virüs tüm insanlığı zombilere çeviren bir tehdite dönüşür ve dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı ölür, küçük bir kısmı zombi olarak yaşar, bir tek kişi de bağışık olarak hayatta kalır. Virüsün yapımında da çalışmış olan askeri doktor Robert Neville (Will Smith)
Ne anladım; Constantine ile tanıdığımız Francis Lawrance, daha önce Charlton Heston'la sinemaya Omega Man ismiyle uyarlanmış olan bir romanı üçüncü kez aktarıyor. Senaryoda Akiva Goldsman'ın da imzası var. Bu sefer Neville olayın sebebine de bulaşmış, bir bilimadamı olarak tanımlanıyor. Bütün Manhattan ona ait, gerçi yolları otlar bürümüş ve geyikler koşturuyor ama sonuçta tüm şehir emrine amade. Bu fantezi mükemmel biçimde perdeye yansımış. Ancak "gece avlananlar"ın görünmesi ile film zayıflıyor ve bence tırt bir finale doğru sürükleniyor. O ana kadar en üst düzeyde zevk alınıyor o yüzden izlenmeyi hakediyor. Kadının Neville'i kurtarması (nasıl becerdi o işi, oraya gelmesi bile mucize) ve final (madem sen de sığıyosun o deliğe niye girmiyosun kardeşim) ciddi senaryo boşlukları olarak görünüyor. Bir de bu "bak genlerle falan fazla oynayıp tanrının işine karışırsanız felakete sürükleniriz" korkutmacası çiğ kalıyor.
Aklımda kaldı; şehirde geyik avı. Gece avlananlar çok kötü canlandırılmış şehir görüntülerinin mükemmelliği yanında. Neville'in tuzaktan kendini kurtardığı ve yaratıkların saldırdığı sahne.
Sonuç; izlenir
8 mart 2008 ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0480249/
Konusu şöyle; kansere çare arayan bilim adamları genleriyle oynanmış bir virüs yaratarak başarılı olurlar. Kısa süre sonra bu virüs tüm insanlığı zombilere çeviren bir tehdite dönüşür ve dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı ölür, küçük bir kısmı zombi olarak yaşar, bir tek kişi de bağışık olarak hayatta kalır. Virüsün yapımında da çalışmış olan askeri doktor Robert Neville (Will Smith)
Ne anladım; Constantine ile tanıdığımız Francis Lawrance, daha önce Charlton Heston'la sinemaya Omega Man ismiyle uyarlanmış olan bir romanı üçüncü kez aktarıyor. Senaryoda Akiva Goldsman'ın da imzası var. Bu sefer Neville olayın sebebine de bulaşmış, bir bilimadamı olarak tanımlanıyor. Bütün Manhattan ona ait, gerçi yolları otlar bürümüş ve geyikler koşturuyor ama sonuçta tüm şehir emrine amade. Bu fantezi mükemmel biçimde perdeye yansımış. Ancak "gece avlananlar"ın görünmesi ile film zayıflıyor ve bence tırt bir finale doğru sürükleniyor. O ana kadar en üst düzeyde zevk alınıyor o yüzden izlenmeyi hakediyor. Kadının Neville'i kurtarması (nasıl becerdi o işi, oraya gelmesi bile mucize) ve final (madem sen de sığıyosun o deliğe niye girmiyosun kardeşim) ciddi senaryo boşlukları olarak görünüyor. Bir de bu "bak genlerle falan fazla oynayıp tanrının işine karışırsanız felakete sürükleniriz" korkutmacası çiğ kalıyor.
Aklımda kaldı; şehirde geyik avı. Gece avlananlar çok kötü canlandırılmış şehir görüntülerinin mükemmelliği yanında. Neville'in tuzaktan kendini kurtardığı ve yaratıkların saldırdığı sahne.
Sonuç; izlenir
8 mart 2008 ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0480249/
8 Mart 2008 Cumartesi
The Ten (2007)
*** Tabletlere kafayı takan adam ***
Konusu şöyle; on emir hakkında on film.
Ne anladım; televizyon kökenli yönetmen David Wain'den kaliteli oyuncu kadrosu ile çekilmiş bir skeç toplaması. Winona Ryder, Liev Schreiber gibi oyuncuların da yer aldığı, her emirin ayrı hikayelerle anlatıldığı ve aralarında eğlenceli göndermeler yaptıkları filmde maalesef iyi fikirler bile harcanmış ve uzatılmış. Ama din konusunda komedi filmi yapabilen bir toplumun varlığı bile iç rahatlatıcı çünkü bu konudan ancak bu türde film çıkar zaten. Justin Threoux Isa rolünde tanınmayacak halde. Hikayenin anlatıcısının aralarda devam eden hikayesi pek de bağlantıyı sağlayamayan zayıf bir skeç olmuş.
Aklımda kaldı; iki komşunun birbirine nispet yapmak için tomografi makinaları aldıkları beşinci bölüm ve en sondaki evde çıplak oturan erkekler epizodlarını beğendim.
Sonuç; kopuk
8 mart ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0811106/
Konusu şöyle; on emir hakkında on film.
Ne anladım; televizyon kökenli yönetmen David Wain'den kaliteli oyuncu kadrosu ile çekilmiş bir skeç toplaması. Winona Ryder, Liev Schreiber gibi oyuncuların da yer aldığı, her emirin ayrı hikayelerle anlatıldığı ve aralarında eğlenceli göndermeler yaptıkları filmde maalesef iyi fikirler bile harcanmış ve uzatılmış. Ama din konusunda komedi filmi yapabilen bir toplumun varlığı bile iç rahatlatıcı çünkü bu konudan ancak bu türde film çıkar zaten. Justin Threoux Isa rolünde tanınmayacak halde. Hikayenin anlatıcısının aralarda devam eden hikayesi pek de bağlantıyı sağlayamayan zayıf bir skeç olmuş.
Aklımda kaldı; iki komşunun birbirine nispet yapmak için tomografi makinaları aldıkları beşinci bölüm ve en sondaki evde çıplak oturan erkekler epizodlarını beğendim.
Sonuç; kopuk
8 mart ctesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0811106/
The Man From Earth (2007)
*** Orada olan adam ***
Konusu şöyle; Profesör John Oldman on yıllık çalışmanın ardından herşeyi bırakıp ayrılmaya karar verir. Diğer öğretim görevlisi dostlarının evinde toplandığı veda partisinde aslında 14.000 yıldır yaşayan ve yaşlanmayan bir adam olduğunu öne sürünce arkadaşları hikayesinin doğruluğunu anlamak için mini bir soruşturma yapmaya başlarlar.
Ne anladım; afişi her ne kadar dünya dışı varlıklarla ilgili bir bilimkurgu gibi gösterse de Jerome Bixby (kendisi Star Trek senaristlerindenmiş ve bu senaryoyu ölüm döşeğinde bitirmiş)'nin senaryosundan Richard Schenkman'ın kotardığı film tam bir bağımsız yapım. 6-7 kişinin bir odada bir kişiye sorular yönelttiği ve zihin jimnastiği yaptığı film ana karakteri itibarıyla K-Pax'i anımsattı. Geri dönüş, canlandırma gibi anlatım unsurlarına hiç başvurmadan sadece dialoga dayalı anlatılınca bir buçuk saatlik bir sohbet olmuş sonuçta, ama senaryonun doğrudan film için yazılmış olması sayesinde takip edilebilir ve bir bütünlüğe sahip yoksa uyarlandığı romanın peşine düşmek gerekecekti. O kadar yıl dayanıp bu sefer çenesini tutamayan, çünkü sonuçta bir insan olan John'un anlattıkları o kadar ilginçleşiyor ki insanlık tarihi hakkında bildiklerimizin ne kadar sınırlı olduğunu yüzümüze vuruyor. Anlatılanlar hayal olabilir ama aynı ölçüde çürütülemeyebilir de. Aynı zamanda akademik dünyanın bile ne kadar dogmacı olabileceğini sergilemesi de çarpıcı. Sonuç itibarıyla görüntü kalitesi ya da oyunculuk ile kesinlikle hatırlanmayacak ama izleyicide vizyon genişletebilecek bir çalışma. Ondört bin yaşında biriyle karşılaşsaydık biz ne sorardık?
Aklımda kaldı; filmin budist söylemi. Jesus isminin oluşumu hakkındaki hikayesi. Finalde baba oğul çıkma ve kalp krizi sahnesi yapmacıklığı ile zayıf kalıyor.
Sonuç; gayet ilginç
8 mart ctesi sabah izledim
http://www.imdb.com/title/tt0756683
Konusu şöyle; Profesör John Oldman on yıllık çalışmanın ardından herşeyi bırakıp ayrılmaya karar verir. Diğer öğretim görevlisi dostlarının evinde toplandığı veda partisinde aslında 14.000 yıldır yaşayan ve yaşlanmayan bir adam olduğunu öne sürünce arkadaşları hikayesinin doğruluğunu anlamak için mini bir soruşturma yapmaya başlarlar.
Ne anladım; afişi her ne kadar dünya dışı varlıklarla ilgili bir bilimkurgu gibi gösterse de Jerome Bixby (kendisi Star Trek senaristlerindenmiş ve bu senaryoyu ölüm döşeğinde bitirmiş)'nin senaryosundan Richard Schenkman'ın kotardığı film tam bir bağımsız yapım. 6-7 kişinin bir odada bir kişiye sorular yönelttiği ve zihin jimnastiği yaptığı film ana karakteri itibarıyla K-Pax'i anımsattı. Geri dönüş, canlandırma gibi anlatım unsurlarına hiç başvurmadan sadece dialoga dayalı anlatılınca bir buçuk saatlik bir sohbet olmuş sonuçta, ama senaryonun doğrudan film için yazılmış olması sayesinde takip edilebilir ve bir bütünlüğe sahip yoksa uyarlandığı romanın peşine düşmek gerekecekti. O kadar yıl dayanıp bu sefer çenesini tutamayan, çünkü sonuçta bir insan olan John'un anlattıkları o kadar ilginçleşiyor ki insanlık tarihi hakkında bildiklerimizin ne kadar sınırlı olduğunu yüzümüze vuruyor. Anlatılanlar hayal olabilir ama aynı ölçüde çürütülemeyebilir de. Aynı zamanda akademik dünyanın bile ne kadar dogmacı olabileceğini sergilemesi de çarpıcı. Sonuç itibarıyla görüntü kalitesi ya da oyunculuk ile kesinlikle hatırlanmayacak ama izleyicide vizyon genişletebilecek bir çalışma. Ondört bin yaşında biriyle karşılaşsaydık biz ne sorardık?
Aklımda kaldı; filmin budist söylemi. Jesus isminin oluşumu hakkındaki hikayesi. Finalde baba oğul çıkma ve kalp krizi sahnesi yapmacıklığı ile zayıf kalıyor.
Sonuç; gayet ilginç
8 mart ctesi sabah izledim
http://www.imdb.com/title/tt0756683
5 Mart 2008 Çarşamba
This Is England (2006)
**** Burası İngiltere burdan çıkış yok ****
Konusu şöyle; babasını Falkland savaşında kaybeden 12 yaşındaki Shaun annesiyle birlikte yaşamaktadır. Bir yerlere ait olma ihtiyacını Woody'nin dazlak grubuna kabul edilince tatmin eder. Hapisten çıkan Combo'nun gruba şiddet eğilimini dikte etmeye çalışmasıyla bir bölünme yaşanacaktır.
Ne anladım; 1983 yılında geçen ve yazar yönetmen Shane Meadows'un kendi çocukluğundan esinlendiğini anlattığı film, İngiliz tarihinin Thatcher ve dazlaklar gibi iki mühim olgusunu arkaplana alarak bir çocuk üzerinden dönüşüm hikayesini anlatıyor. Masum ve eğlenceli başlayan hareket nihayetinde her ideolojik harekette olduğu gibi kendi düşmanını bulup ona şiddet uygulama yoluyla kendi varlığını meşru kılmaya çalışıyor. Babasız bir erkek çocuğun kendisini sosyal olarak bir ortama ait hissedebileceği ve çok da ne yaptığını anlayamayacağı bir ortamda sonu gerçekten kötü bitebilecek bir yolun nasıl başlayabileceğini izliyoruz.
Aklımda kaldı; Thomas Turgoose patlak gözleri, sinirli tavırlarıyla hikayeyi sırtlıyor. Köprüaltı gibi bir mekanda çocuğun ekiple ilk tanıştığı sahne. Yavaş çekimlerle sanki çok matah bişeyler yapıyormuş havası verilen sahneler.
Sonuç; iyi
4 mart salı gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0480025
Konusu şöyle; babasını Falkland savaşında kaybeden 12 yaşındaki Shaun annesiyle birlikte yaşamaktadır. Bir yerlere ait olma ihtiyacını Woody'nin dazlak grubuna kabul edilince tatmin eder. Hapisten çıkan Combo'nun gruba şiddet eğilimini dikte etmeye çalışmasıyla bir bölünme yaşanacaktır.
Ne anladım; 1983 yılında geçen ve yazar yönetmen Shane Meadows'un kendi çocukluğundan esinlendiğini anlattığı film, İngiliz tarihinin Thatcher ve dazlaklar gibi iki mühim olgusunu arkaplana alarak bir çocuk üzerinden dönüşüm hikayesini anlatıyor. Masum ve eğlenceli başlayan hareket nihayetinde her ideolojik harekette olduğu gibi kendi düşmanını bulup ona şiddet uygulama yoluyla kendi varlığını meşru kılmaya çalışıyor. Babasız bir erkek çocuğun kendisini sosyal olarak bir ortama ait hissedebileceği ve çok da ne yaptığını anlayamayacağı bir ortamda sonu gerçekten kötü bitebilecek bir yolun nasıl başlayabileceğini izliyoruz.
Aklımda kaldı; Thomas Turgoose patlak gözleri, sinirli tavırlarıyla hikayeyi sırtlıyor. Köprüaltı gibi bir mekanda çocuğun ekiple ilk tanıştığı sahne. Yavaş çekimlerle sanki çok matah bişeyler yapıyormuş havası verilen sahneler.
Sonuç; iyi
4 mart salı gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0480025
2 Mart 2008 Pazar
There Will Be Blood (2007)
**** I drink your milkshake! ****
Konusu şöyle; hırslı petrol arayıcı Daniel Plainview yalnız başladığı kariyerinde milyonerliğe kadar ulaşacaktır. Babasını erken kaybeden bir yetim, aynı ölçüde hırslı bir din adamı, yıllar sonra ortaya çıkıveren bir kardeş, onu dize getirmeye çalışan büyük petrol şirketleri ile çevrelenmiş, Yurttaş Kane tadında bir karakterin hikayesi.
Ne anladım; Magnolia ile tanıdığımız Paul Thomas Anderson'dan bir sosyalist yazarın romanına tartışmalı bir uyarlama. Kapitalizmin doğuşuna birebir tekabül eden Plainview ve onun karşısında onu rahat bırakmayan, fırsat bulduğunda fayda sağlamaya çalışan dinin temsilcisi Eli Sunday (Paul Dano). Daniel toprak sahiplerini ikna etmekte kullanabileceğini düşündüğü için bir bebeği evlat edinmekten çekinmeyen bir prensipsizken, Eli'da kilisedeki gücünü sağlam tutmak ve tanrı ile kul arasındaki yerini sağlamlaştırmak ve neredeyse haraç almak için kozlarını kullanmaktan çekinmeyen din adamıdır. Bu iki ana gücün otuz yıla yakın hikayesini anlatan film çok klas görüntü çalışması ve petrol kuyularının seslerinden esinlenmiş tema müzikleri ile bezeli. Puan kaybettiren nokta ise Paul ile Eli arasındaki ilişkinin tam anlaşılamaması ,baştan farklı oyuncuların oynaması düşünüldüğüne göre gerçekten bir ikinci kardeş mi var yoksa karakter bölünmesi mi ya da ben mi kaçırdım birşeyleri hiç anlamadım. Daniel Day Lewis'e çok da yakışan bir çok tekrarlar içeren replikler oyuncunun tam bir gövde gösterisi yapmasına çanak tutuyor ve sırf onun oyunculuğu ile filmi unutulmaz bir anıya dönüştürüyor.
Aklımda kaldı; filmin ilk onbeş dakikasındaki diyalogsuz ama buna rağmen doludizgin anlatım. Finaldeki milkshake'li itiraf muhabbeti. (I am a false prophet and God is a superstition) Plainview'un Eli'ı patakladığı sahnelerde tezahürat yapasım geldi. Plainview'un vaftiz sahnesi. (I've abandoned my child)
Sonuç; bayağı iyi
2 mart pazar günü alkazarda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0469494/
Konusu şöyle; hırslı petrol arayıcı Daniel Plainview yalnız başladığı kariyerinde milyonerliğe kadar ulaşacaktır. Babasını erken kaybeden bir yetim, aynı ölçüde hırslı bir din adamı, yıllar sonra ortaya çıkıveren bir kardeş, onu dize getirmeye çalışan büyük petrol şirketleri ile çevrelenmiş, Yurttaş Kane tadında bir karakterin hikayesi.
Ne anladım; Magnolia ile tanıdığımız Paul Thomas Anderson'dan bir sosyalist yazarın romanına tartışmalı bir uyarlama. Kapitalizmin doğuşuna birebir tekabül eden Plainview ve onun karşısında onu rahat bırakmayan, fırsat bulduğunda fayda sağlamaya çalışan dinin temsilcisi Eli Sunday (Paul Dano). Daniel toprak sahiplerini ikna etmekte kullanabileceğini düşündüğü için bir bebeği evlat edinmekten çekinmeyen bir prensipsizken, Eli'da kilisedeki gücünü sağlam tutmak ve tanrı ile kul arasındaki yerini sağlamlaştırmak ve neredeyse haraç almak için kozlarını kullanmaktan çekinmeyen din adamıdır. Bu iki ana gücün otuz yıla yakın hikayesini anlatan film çok klas görüntü çalışması ve petrol kuyularının seslerinden esinlenmiş tema müzikleri ile bezeli. Puan kaybettiren nokta ise Paul ile Eli arasındaki ilişkinin tam anlaşılamaması ,baştan farklı oyuncuların oynaması düşünüldüğüne göre gerçekten bir ikinci kardeş mi var yoksa karakter bölünmesi mi ya da ben mi kaçırdım birşeyleri hiç anlamadım. Daniel Day Lewis'e çok da yakışan bir çok tekrarlar içeren replikler oyuncunun tam bir gövde gösterisi yapmasına çanak tutuyor ve sırf onun oyunculuğu ile filmi unutulmaz bir anıya dönüştürüyor.
Aklımda kaldı; filmin ilk onbeş dakikasındaki diyalogsuz ama buna rağmen doludizgin anlatım. Finaldeki milkshake'li itiraf muhabbeti. (I am a false prophet and God is a superstition) Plainview'un Eli'ı patakladığı sahnelerde tezahürat yapasım geldi. Plainview'un vaftiz sahnesi. (I've abandoned my child)
Sonuç; bayağı iyi
2 mart pazar günü alkazarda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0469494/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)