*** Walküre ***
Konusu şöyle; Hitler'in hem Almanya'yı soktuğu durumdan hem de ordu içerisindeki yapılandırmasından hoşnut olmayan ciddi bir subay güruhu suikast planları düzenlerler ve hepsi başarısız olur. Bir çarpışmada tek gözü ve parmaklarının çoğunu kaybeden Albay Stauffenberg Hitler'in karargahı Kurt İni'ne bir bombayla girip Hitler'i yok etme ve olağanüstü durumlar için bekleyen yedek orduyu darbe için kullanma planını uygulamak için yetkilendirilir.
Ne anladım; hastası olduğumuz filmlerden Olağan Şüpheliler'in yönetmeni Bryan Singer ve yazarı Christopher McQuarrie'i bir araya getiren bir savaş draması. Her ne kadar erdemleri olsa da bir Ron Howard filminden beklenebilecek klişe ve manipülasyonları barındırması ile (ki hemen öncesinde ona ait Frost/Nixon'da bu önyargımı kıracak kadar değişik ve iyi bir iş çıkarmış) bu ekip için bir hayal kırıklığı. Herşeyden önce herşeyiyle Alman bir hikayenin Hollywood tarafından ve İngilizce çekilmesine itirazlarında haklılar, ancak Tom Cruise karakteri herşeyiyle başarıyla taşımış ve karşıt önyargılara bir dur demek lazım. Gene Stauffenberg'in çocukları ve karısıyla ilgili dramatik unsurların çok standart bir şablondan sürükle bırak ile senaryoya eklendiği hissi, filmin genelinde tüm o usta oyuncuların yer aldığı sahnelerdeki yapaylık hissi filmin havasını zedeliyor. Ancak Tom Wilkinson'ın Fromm karakterini ayrı tutmak lazım, o iyi bir iş çıkartmış. Bir de o dönemdeki tüm Almanlar kötü değildi savunması iyi hoş da sonuçta oy vererek seçimle bir manyağa politik güç sağlamanın o gün de mazereti olmamalı bugün de. Filmi izlemeye değer kılan noktalarına örnek ise; çok net bir kötü adam sunmaması. Evet Hitler çok güzel abartılabilecek bir canavar olarak kullanılabilirdi ancak film buna tenezzül etmiyor, Stauffenberg'i de idealize etmeden olayların merkezine yerleştirmeyi başarıyor. Özellikle Hitler'in patlamadan kurtulabilmesini sağlayan etkenleri de içeren eylem sahnelerinde ve sonrasında gerilimi iyi aktaran anlatı en çok da tarihin akışının bazen nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi ile akılda kalıyor. Kişisel hırsların yanısıra hava sıcak diye toplantı mekanı değiştirmek, yerdeki yamuk duran çantayı birkaç santim yana çekmek binlerce başka insanın yaşamına mal olabiliyormuş.
Aklımda kaldı; Stauffenberg'in patlama sonrasında kumun üzerinde yayılan kanı. Girişte Branagh'ın canlandırdığı General'in bombayı önce içeri sonra dışarı çıkartma çabası. Eddie Izzard iletişim subayı rolünde. Goebbels'in ağzında kapsül elde telefonla yedek ordu subayını içeren sahnesi.
Sonuç; izlenir.
31 ocak cumartesi.
http://www.imdb.com/title/tt0985699/
Arama
31 Ocak 2009 Cumartesi
Frost/Nixon (2008)
***** I'm saying that when the President does it, that means it's *not* illegal! *****
Konusu şöyle; 1974 yılında patlayan Watergate skandalı sonrasında Amerikan Başkanlığından istifa etmek zorunda kalan kurt politikacı Nixon (Frank Langella) bir nevi inzivaya çekilir. Üç yıl sonrasında televizyonun sansasyonel ancak tamamen magazine sırtını dayamış ünlü sunucusu Frost (Michael Sheen) asıl sahne olarak gördüğü Amerikan basınına girebilmek için ciddi bir rating bombası olarak Nixon ile bir dizi röportaj yapmanın peşine düşer. Nixon için ise bu gösteri rahatlıkla kendini aklayıp yeniden politika sahnesine dönüşün bileti olacaktır.
Ne anladım; Queen'de izlediğimiz aktör Michael Sheen ve senarist Peter Morgan aynı görevlerle gene bir yakın dönem politik dramasını canlandırıyorlar. Baş suçlunun yargı önüne çıkarılamaması ile Amerikan toplumunun hesaplaşmasını medya yoluyla sağlamak gibi bir görevi üstlenen bir televizyon tartışması onbir raundluk bir boks maçına hazırlık, maçın kendisi ve son yumruklar şeklinde bir çatı çerçevesinde yazılmış. Ron Howard gibi bir türlü ısınamadığım bir yönetmenin elinden çıkan bu başyapıtın dinamik yapısı iki oturan adamın muhabbeti gibi sıkıntı verebilecek bir konuyu soluksuz izletiyor. Langella müthiş bir portre çizerken senaryonun yardımıyla da sürekli konuşup laf ebeliği yapan, tam kaydın başlayacağı anda bir cümleyi zıpkın gibi saplayıp rakibini abandone eden, muhafazakar ve önyargılı yaşlı bir kurt politikacıyı zihinlere kazıyor. Buna karşılık Sheen neredeyse azı dişlerini göstererek gülümseyen, politikayla çok alakası olmasa da televizyon için doğmuş olduğuna ikna ettiği Frost kişiliğini çok güzel taşıyarak dengeyi kuruyor. E filmde bir de Kevin Bacon var, daha ne olsun?
Aklımda kaldı; Nixon'ın sonrasında bir anını bile hatırlamadığı son röportaj öncesinde gece yaptığı arama. İtalyan ayakkabılar. Nixon'ın parayı duyunca dikilen kulakları. İtirafın yakın çekimi.
Sonuç; leziz
31 ocak cumartesi nautilus de izledik. Diğerlerinden tecrit edilmiş 6 no.lu salonda az sayıda aklıselim sahibi sinema izleyicisiyle.
http://www.imdb.com/title/tt0870111/
Konusu şöyle; 1974 yılında patlayan Watergate skandalı sonrasında Amerikan Başkanlığından istifa etmek zorunda kalan kurt politikacı Nixon (Frank Langella) bir nevi inzivaya çekilir. Üç yıl sonrasında televizyonun sansasyonel ancak tamamen magazine sırtını dayamış ünlü sunucusu Frost (Michael Sheen) asıl sahne olarak gördüğü Amerikan basınına girebilmek için ciddi bir rating bombası olarak Nixon ile bir dizi röportaj yapmanın peşine düşer. Nixon için ise bu gösteri rahatlıkla kendini aklayıp yeniden politika sahnesine dönüşün bileti olacaktır.
Ne anladım; Queen'de izlediğimiz aktör Michael Sheen ve senarist Peter Morgan aynı görevlerle gene bir yakın dönem politik dramasını canlandırıyorlar. Baş suçlunun yargı önüne çıkarılamaması ile Amerikan toplumunun hesaplaşmasını medya yoluyla sağlamak gibi bir görevi üstlenen bir televizyon tartışması onbir raundluk bir boks maçına hazırlık, maçın kendisi ve son yumruklar şeklinde bir çatı çerçevesinde yazılmış. Ron Howard gibi bir türlü ısınamadığım bir yönetmenin elinden çıkan bu başyapıtın dinamik yapısı iki oturan adamın muhabbeti gibi sıkıntı verebilecek bir konuyu soluksuz izletiyor. Langella müthiş bir portre çizerken senaryonun yardımıyla da sürekli konuşup laf ebeliği yapan, tam kaydın başlayacağı anda bir cümleyi zıpkın gibi saplayıp rakibini abandone eden, muhafazakar ve önyargılı yaşlı bir kurt politikacıyı zihinlere kazıyor. Buna karşılık Sheen neredeyse azı dişlerini göstererek gülümseyen, politikayla çok alakası olmasa da televizyon için doğmuş olduğuna ikna ettiği Frost kişiliğini çok güzel taşıyarak dengeyi kuruyor. E filmde bir de Kevin Bacon var, daha ne olsun?
Aklımda kaldı; Nixon'ın sonrasında bir anını bile hatırlamadığı son röportaj öncesinde gece yaptığı arama. İtalyan ayakkabılar. Nixon'ın parayı duyunca dikilen kulakları. İtirafın yakın çekimi.
Sonuç; leziz
31 ocak cumartesi nautilus de izledik. Diğerlerinden tecrit edilmiş 6 no.lu salonda az sayıda aklıselim sahibi sinema izleyicisiyle.
http://www.imdb.com/title/tt0870111/
26 Ocak 2009 Pazartesi
Vicky Cristina Barcelona (2008)
**** Only unfulfilled love can be romantic ****
Konusu şöyle; iki Amerikalı kız arkadaş yaz tatillerinin iki ayını geçirmek üzere Barcelona'ya gelirler. Vicky (Rebecca Hall) ilişkilerinde düzen ve güven arayan gelenekçi birisidir ve Katalan geleneklerini araştırmaktadır. Daha özgürlükçü ve maceracı olan Cristina (Scarlett Johansson) birisinden yeni ayrılmıştır ve hayatta ne yapacağına karar vermeye çalışmaktadır. Çalkantılı bir evliliği yeni sonlandırmış olan egzantrik ressam Juan Antonio (Javier Bardem) ikiliye bir tatil kasabasına gezi, güzel yemekler ve hep birlikte geçirilecek bir gece teklif eder.
Ne anladım; Woody Allen'ın filmografisindeki "ilişkiler" kategorisine yeni bir ek. Amerikalı karakterleri Avrupa'nın dalgalarına bırakan yönetmen filmin bir yerinde de belki kendi son dönemde avrupaya taşıdığı üretim sürecinin bir yargılamasını ya da analizini yapıyor. Gelenekçi yaşam tarzının materyalist izdüşümünün insanı sınırlayan, hapishane yaratan katı dünyasına karşı daha şeffaf, nefes almaya, düşünmeye daha müsait, sanatla, cinsel özgürlükle içiçe bir başka dünyanın varlığını karakterlerine doyasıya yaşatarak izleyicisine de minik bir kaçamak yaşatıyor. Fona aldığı şehiri tüm turistik noktalarını büyük bir verimle kullanarak seyirciyi iyice imrendiriyor. Müziklerin çeşitliği az olmasına rağmen çok hoş. Entre Dos Aguas'ın çok yakıştığı, Asturias'ın doğal geldiği ses bandında tema şarkısı bir gypsy caz parçası Barcelona nefis. Mizahın arkaplanda kaldığı, oyuncuların ve karakterlerin ön plana çıktığı film Hannah And Her Sisters ya da Husbands And Wives tadında diyebilirim. Başroldeki iki kadın oyuncunun benzerlikleri dikkat çekiciyken Bardem çok karizmatik, eski karısı rolündeki Penelope Cruz ile çok inandırıcı bir ikili oluşturuyor.
Aklımda kaldı; Cristina'nın gitmesinden sonra eski karı kocanın sokaktaki kavgası. Vicky ile evlenmek üzere olan Doug buram buram para ile herşeyin hallolacağını düşünen bir karakteri hissettiriyor. Maria Elena'nın kurşun yağdırarak ortama daldığı sahne.
Sonuç; izlenmez mi yahu?
25 ocak pazar günü izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0497465/
Konusu şöyle; iki Amerikalı kız arkadaş yaz tatillerinin iki ayını geçirmek üzere Barcelona'ya gelirler. Vicky (Rebecca Hall) ilişkilerinde düzen ve güven arayan gelenekçi birisidir ve Katalan geleneklerini araştırmaktadır. Daha özgürlükçü ve maceracı olan Cristina (Scarlett Johansson) birisinden yeni ayrılmıştır ve hayatta ne yapacağına karar vermeye çalışmaktadır. Çalkantılı bir evliliği yeni sonlandırmış olan egzantrik ressam Juan Antonio (Javier Bardem) ikiliye bir tatil kasabasına gezi, güzel yemekler ve hep birlikte geçirilecek bir gece teklif eder.
Ne anladım; Woody Allen'ın filmografisindeki "ilişkiler" kategorisine yeni bir ek. Amerikalı karakterleri Avrupa'nın dalgalarına bırakan yönetmen filmin bir yerinde de belki kendi son dönemde avrupaya taşıdığı üretim sürecinin bir yargılamasını ya da analizini yapıyor. Gelenekçi yaşam tarzının materyalist izdüşümünün insanı sınırlayan, hapishane yaratan katı dünyasına karşı daha şeffaf, nefes almaya, düşünmeye daha müsait, sanatla, cinsel özgürlükle içiçe bir başka dünyanın varlığını karakterlerine doyasıya yaşatarak izleyicisine de minik bir kaçamak yaşatıyor. Fona aldığı şehiri tüm turistik noktalarını büyük bir verimle kullanarak seyirciyi iyice imrendiriyor. Müziklerin çeşitliği az olmasına rağmen çok hoş. Entre Dos Aguas'ın çok yakıştığı, Asturias'ın doğal geldiği ses bandında tema şarkısı bir gypsy caz parçası Barcelona nefis. Mizahın arkaplanda kaldığı, oyuncuların ve karakterlerin ön plana çıktığı film Hannah And Her Sisters ya da Husbands And Wives tadında diyebilirim. Başroldeki iki kadın oyuncunun benzerlikleri dikkat çekiciyken Bardem çok karizmatik, eski karısı rolündeki Penelope Cruz ile çok inandırıcı bir ikili oluşturuyor.
Aklımda kaldı; Cristina'nın gitmesinden sonra eski karı kocanın sokaktaki kavgası. Vicky ile evlenmek üzere olan Doug buram buram para ile herşeyin hallolacağını düşünen bir karakteri hissettiriyor. Maria Elena'nın kurşun yağdırarak ortama daldığı sahne.
Sonuç; izlenmez mi yahu?
25 ocak pazar günü izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0497465/
Cronos (1993)
**** Ölümcek ****
Sonuç; iyi
23 ocak cuma günü izledim.
http://www.imdb.com/title/tt0104029/
Konusu şöyle; 1535'de bir simyacı ölümsüzlük sağlayan bir alet yapar ve bir heykelin içine saklar. Heykel yaşlı bir antikacı olan Jesus Gris'in (Federico Luppi) dükkanına gelir ve torunu Aurora (Tamara Shanath) ile tesadüfen aleti bulurlar. Ölümcül hastalığın pençesindeki zengin De La Guardia (Claudio Brook) aletin kullanım klavuzuna sahiptir ve bulduğu her benzeyen heykeli satın alarak aleti bulmaya çalışır. Yeğeni Angel (Ron Perlman) yaşlı antikacının dükkanını bulur.
Ne anladım; günümüzdeki fantastik sinemanın önemli isimlerinden biri haline gelen Guillermo Del Toro'nun (Blade II, Pan'ın Labirenti, Hellboy serisi) ilk filmlerinden. Vampir hikayesinin ölümsüzlük temasını ön plana çıkaran hikaye aynı zamanda yönetmenin artık her filminde görülebilen öğelerini içermesiyle de ilgi çekici. Küçük bir kız çocuğu, içerisinden çalışmasını izlediğimiz ufak makinalar, deriyi döküp beyaz bir cilde sahip olan yaratık gibi. Hikayenin çok özgün olmamasına rağmen filmi ilginç kılan, karakterlerin duygusal boyutları ile derinlik kazanması. Jesus'un artık ömrünün son dönemine yaklaşırken birden istemeden de olsa ölümsüzlüğe kavuşması ama buna karşı ödemesi gereken bedele karşı çelişkileri, Aurora'nın dedesini korumaya çalışması, yeğen Angel'in tek beklentisinin amcanın ölüp servetini kendisine bırakmasına kadar zaman geçirmek olması. Del Toro'nun hem görsel hem fikirsel temalarının kökenlerinin görülebileceği başarılı bir çalışma.
Aklımda kaldı; tuvalet zemininden kan yalama sahnesi. Makinanın örümcek gibi kollarının çalışıp ilk kez Jesus'a sapladığı sahne.
Sonuç; iyi
23 ocak cuma günü izledim.
http://www.imdb.com/title/tt0104029/
20 Ocak 2009 Salı
Appaloosa (2008)
*** Ağırkanlı kovboylar ***
Konusu şöyle; Appaloosa kasabasında Bragg'in (Jeremy Irons) çetesinin kanunsuz baskısı hüküm sürmektedir. İki adamını tutuklamaya gelen şerifi vurarak öldürmesinin ardından kasabanın yöneticileri bu adamla başetmesi için iki gezgin silahşör olan Virgil Cole (Ed Harris) ve yardımcısı Everett Hitch'e (Viggo Mortensen) tam yetki vererek kasabanın şerifi yaparlar. Aynı sıralarda Virgil kasabaya gelen genç ve güzel dul Allie (Renee Zellweger) ile yakınlaşır.
Ne anladım; daha önce Pollock'u çeken oyuncu Ed Harris'ten bir modern western. Aynı zamanda senaryosunda da çalışan ve başrolü oynayıp yapımcılığı da yapan Harris, Eastwood'un yolunda ilerlemeye çalışıyor. Burada hikaye iki düpedüz kiralık katil hakkında; Virgil lider, agresif, duygularıyla hareket eden kanun adamı; Everett sessiz sakin, arka planda kalmayı tercih eden güvenilir bir yardımcı. Bu iki adam belli ki çok şey yaşamışlar ve artık konuşmaya bile gerek kalmadan birbirlerinin açıklarını kapatabiliyorlar. Hikaye, bu büyük dostluğun gerektiğinde büyük fedakarlıklara bile katlanmayı sağlayabilmesi ile ilgili. Büyük gerilimler, görkemli ve akılda kalıcı silahlı çatışmalar yok. Jeremy Irons'un ustalıkla canlandırdığı kötü adam en akılda kalıcı karakter, Zellweger'in karakteri önüne gelene kuyruk sallayan çok değişik bir karakter ama bu davranışların bir açıklamasının yapılmaması hem hikaye içerisindeki gerekliliğini sorgulatıyor hem de Virgil'in bu karaktere olan bağlılığını izleyiciye anlatmakta zorlanıyor. Hayatının bunca uzun bir dönemini geride bırakmış adamın göz göre göre bu karakteri kabullenişinin altı boş. Dolayısıyla da Virgil'in davranış ve değişimi ayağı sakat kalan dramatik kurgu sadece Everett'ın hikayesi üzerinde sallanıyor. Bu taraftaki yeni tür western açılımlarının yanında da Bragg'in temsil ettiği klasik öğeler pek uyumsuz kalıyor. Keşke biraz daha uğraşılsaymış.
Aklımda kaldı; ana karakterlerin de vurulduğu çatışma sahnesi. Girişte şerif ve adamlarının vuruldukları sahne. Virgil'in kasabada ilk kez Bragg'in adamları ile barda karşılaştıkları ve "silah çekerseniz ikinizi de vururum" dediği sahne.
Sonuç; iyi hoş
19 ocak pazartesi günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0800308/
Konusu şöyle; Appaloosa kasabasında Bragg'in (Jeremy Irons) çetesinin kanunsuz baskısı hüküm sürmektedir. İki adamını tutuklamaya gelen şerifi vurarak öldürmesinin ardından kasabanın yöneticileri bu adamla başetmesi için iki gezgin silahşör olan Virgil Cole (Ed Harris) ve yardımcısı Everett Hitch'e (Viggo Mortensen) tam yetki vererek kasabanın şerifi yaparlar. Aynı sıralarda Virgil kasabaya gelen genç ve güzel dul Allie (Renee Zellweger) ile yakınlaşır.
Ne anladım; daha önce Pollock'u çeken oyuncu Ed Harris'ten bir modern western. Aynı zamanda senaryosunda da çalışan ve başrolü oynayıp yapımcılığı da yapan Harris, Eastwood'un yolunda ilerlemeye çalışıyor. Burada hikaye iki düpedüz kiralık katil hakkında; Virgil lider, agresif, duygularıyla hareket eden kanun adamı; Everett sessiz sakin, arka planda kalmayı tercih eden güvenilir bir yardımcı. Bu iki adam belli ki çok şey yaşamışlar ve artık konuşmaya bile gerek kalmadan birbirlerinin açıklarını kapatabiliyorlar. Hikaye, bu büyük dostluğun gerektiğinde büyük fedakarlıklara bile katlanmayı sağlayabilmesi ile ilgili. Büyük gerilimler, görkemli ve akılda kalıcı silahlı çatışmalar yok. Jeremy Irons'un ustalıkla canlandırdığı kötü adam en akılda kalıcı karakter, Zellweger'in karakteri önüne gelene kuyruk sallayan çok değişik bir karakter ama bu davranışların bir açıklamasının yapılmaması hem hikaye içerisindeki gerekliliğini sorgulatıyor hem de Virgil'in bu karaktere olan bağlılığını izleyiciye anlatmakta zorlanıyor. Hayatının bunca uzun bir dönemini geride bırakmış adamın göz göre göre bu karakteri kabullenişinin altı boş. Dolayısıyla da Virgil'in davranış ve değişimi ayağı sakat kalan dramatik kurgu sadece Everett'ın hikayesi üzerinde sallanıyor. Bu taraftaki yeni tür western açılımlarının yanında da Bragg'in temsil ettiği klasik öğeler pek uyumsuz kalıyor. Keşke biraz daha uğraşılsaymış.
Aklımda kaldı; ana karakterlerin de vurulduğu çatışma sahnesi. Girişte şerif ve adamlarının vuruldukları sahne. Virgil'in kasabada ilk kez Bragg'in adamları ile barda karşılaştıkları ve "silah çekerseniz ikinizi de vururum" dediği sahne.
Sonuç; iyi hoş
19 ocak pazartesi günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0800308/
18 Ocak 2009 Pazar
Death Race (2008)
* Bir arabanın en önemli parçası *
Konusu şöyle; eski yarışçı Jensen Ames'ın (Jason Statham) çalıştığı fabrika kapanır, aynı akşam evinde karısı ölü bulunur ve adam hapise atılır. Hapishanede mahkumlar modifiye edilmiş ve silahlarla yüklü arabalarla ölümüne yarış yapmakta, bu yarışlar televizyonlardan abonelik usulü satılmakta ve beş yarış kazanana özgürlüğü vaadedilmektedir. Elemanımız doğal olarak olaya girer.
Aklımda kaldı; başlığın yanıtı çakmağıymış efenim.
Sonuç; tam mallara göre
18 ocak pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0452608/
Konusu şöyle; eski yarışçı Jensen Ames'ın (Jason Statham) çalıştığı fabrika kapanır, aynı akşam evinde karısı ölü bulunur ve adam hapise atılır. Hapishanede mahkumlar modifiye edilmiş ve silahlarla yüklü arabalarla ölümüne yarış yapmakta, bu yarışlar televizyonlardan abonelik usulü satılmakta ve beş yarış kazanana özgürlüğü vaadedilmektedir. Elemanımız doğal olarak olaya girer.
Ne anladım; Resident Evil serisinin ilk filminin yönetmeni Paul W.S. Anderson bu kepazeliğin de sorumlusu. Yıllar önce aynı temalar çevresinde dolanan bir filmin sahibi olan Roger Corman parayı bayılmış. Fabrika işçisi gibi başlayan ama tanınmış bir sürücü olduğu ortaya çıkan Statham her zamanki rolünü oynuyor; kalbi doğrular için çarpan, dürüst güçlü erkek. Bir acaip entrikalar sonucu hapse düşen bu adam üzerinden medyatikleştirilmiş ölüm üzerine birşeyler gelecek zannediyoruz ama kısa sürede görüyoruz ki amaç birşeyler anlatmak değil, son teknolojiler yardımıyla hızlı arabalarla, patlamalarla, ezilen adamlarla göz boyayan bir kargaşa yaratıp bu tür gösterilerin hastası genç embesil izleyicinin parasını cukka etmek. Olacaksa bari en azından gene Statham'ın oynadığı "Crank" gibi olsun, böyle ucubik seviyesizlikler olmasın bari. Kötü yönleri; felaket senaryosundan, bir hapishanenin bu adama kafayı takıp karmaşık bir komplo yaratıp hayatını kaydırmasından yarışın tam bir bilgisayar oyunu gibi kurgulanıp gösterilmesine elle tutulur yanı yok. Joan Allen gibi bir oyuncunun komuta merkezinde oturup "kalkanları indirin" tarzı emirler veren kötücül hapsane müdürü olarak kullanılması ayrı bir üzüntü kaynağı. Sonuçta; öncesinde izlediğim iki şahane filmle detoks olan bünyem aksiyon zehirlenmesine uğradı.
Aklımda kaldı; başlığın yanıtı çakmağıymış efenim.
Sonuç; tam mallara göre
18 ocak pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0452608/
Entre Les Murs (2008)
**** Duvarlar arasında ****
Konusu şöyle; öğrenciler ile arasına çok katı kurallar ve uzak mesafeler koymak istemeyen ama Paris'in çok da sakin olmayan bir kenar mahalle lisesinde Fransızca öğretmeni François (François Begaudeau) ile sınıfının bir senesini izleriz.
Ne anladım; yönetmen Laurent Cantet, başrolü oynayan eleman da gerçek hayatta bir öğretmen, yazar ve bu filmin de senaristi aynı zamanda. Bunu söylüyorum çünkü bir süre izledikten sonra bu doğaçlama dolu senaryoda bu kadar hakim bir öğretmeni oynamak için bir oyuncu ne kadar çalışmalıdır diye düşündüm ve sonunda bu gerçeği görünce rahatladım. Tamamı okul binası içerisinde, yüzde yetmiş civarı da aynı sınıftaki Fransızca derslerinde geçen, çok yoğun diyaloglu bir anlatıyla karşı karşıyayız ancak çok dinamik yapısı sayesinde hiç sıkıntı duymadan iki saatin üzerindeki süreyi yalayıp yutuyoruz. Kameranın bulunduğu konum ve çok yakın plan kadrajlar sayesinde sınıfın bir öğrencisi gibi tüm bir sömestreyi takip ediyoruz, bir not almadığımız kalıyor. Dil üzerine de çok sayıda espri ve esneklikle dolu dialoglar ise sinema çevirisinde büyük bir başarıyla Türkçe'de yeniden yaratılmış. Temel soru şu; eğitim sistemi cezalar üzerine mi kurulmalı, ödüller mi? Her tür genci alıp üç aşağı beş yukarı aynı kalıpların içerisine yontmaya çalışan modern yaklaşımların getirisi ve götürüsü sonuçta bize kar bırakıyor mu? İdealistten ziyade iyi niyetli bir öğretmen (yani gayet normal olarak mükemmel olmayan) ana karakteri ve her dönem aynısından bir kaç tane yaşanan, çok uç noktalara kaçmayan ama son derece gerçekçi pedagojik sorunlarla bezeli hikaye amatör ama çok iyi yönetilmiş oyuncularla da izleyeni asıl sonrasında düşündürerek yormak istiyor.
Aklımda kaldı; otoportreler. Sınıf temsilcisi "yosmalar" ile başlayan ve tüm öğrencilerin katıldığı bahçedeki tartışma. Olayı başlatan milli futbol takım tartışması ve sonrasında o sabırlı hocanın patlamasına sebep olan gerilim.
Sonuç; çok iyi
18 ocak pazar günü Yeşilçam sinemasında izledim, çok şirin bir yermiş.
http://www.imdb.com/title/tt1068646/
Konusu şöyle; öğrenciler ile arasına çok katı kurallar ve uzak mesafeler koymak istemeyen ama Paris'in çok da sakin olmayan bir kenar mahalle lisesinde Fransızca öğretmeni François (François Begaudeau) ile sınıfının bir senesini izleriz.
Ne anladım; yönetmen Laurent Cantet, başrolü oynayan eleman da gerçek hayatta bir öğretmen, yazar ve bu filmin de senaristi aynı zamanda. Bunu söylüyorum çünkü bir süre izledikten sonra bu doğaçlama dolu senaryoda bu kadar hakim bir öğretmeni oynamak için bir oyuncu ne kadar çalışmalıdır diye düşündüm ve sonunda bu gerçeği görünce rahatladım. Tamamı okul binası içerisinde, yüzde yetmiş civarı da aynı sınıftaki Fransızca derslerinde geçen, çok yoğun diyaloglu bir anlatıyla karşı karşıyayız ancak çok dinamik yapısı sayesinde hiç sıkıntı duymadan iki saatin üzerindeki süreyi yalayıp yutuyoruz. Kameranın bulunduğu konum ve çok yakın plan kadrajlar sayesinde sınıfın bir öğrencisi gibi tüm bir sömestreyi takip ediyoruz, bir not almadığımız kalıyor. Dil üzerine de çok sayıda espri ve esneklikle dolu dialoglar ise sinema çevirisinde büyük bir başarıyla Türkçe'de yeniden yaratılmış. Temel soru şu; eğitim sistemi cezalar üzerine mi kurulmalı, ödüller mi? Her tür genci alıp üç aşağı beş yukarı aynı kalıpların içerisine yontmaya çalışan modern yaklaşımların getirisi ve götürüsü sonuçta bize kar bırakıyor mu? İdealistten ziyade iyi niyetli bir öğretmen (yani gayet normal olarak mükemmel olmayan) ana karakteri ve her dönem aynısından bir kaç tane yaşanan, çok uç noktalara kaçmayan ama son derece gerçekçi pedagojik sorunlarla bezeli hikaye amatör ama çok iyi yönetilmiş oyuncularla da izleyeni asıl sonrasında düşündürerek yormak istiyor.
Aklımda kaldı; otoportreler. Sınıf temsilcisi "yosmalar" ile başlayan ve tüm öğrencilerin katıldığı bahçedeki tartışma. Olayı başlatan milli futbol takım tartışması ve sonrasında o sabırlı hocanın patlamasına sebep olan gerilim.
Sonuç; çok iyi
18 ocak pazar günü Yeşilçam sinemasında izledim, çok şirin bir yermiş.
http://www.imdb.com/title/tt1068646/
Sonbahar (2008)
**** Karadenizde sonbahar ****
Sonuç; çok başarılı
18 ocak 2009 pazar günü majestik de izledim
http://www.imdb.com/title/tt1330591/
Konusu şöyle; Yusuf (Onur Saylak) ciğerleri iflas ettiği ve çok az bir ömrü kaldığı için siyasi sebeplerden dolayı on küsur yıldır yattığı hapishaneden salıverilir ve doğu karadenize, memleketine döner. Çocukluk arkadaşını başka türlü bir hapishanede bulduğu, annesinin ölmeden evlendiğini görme takıntısıyla karşılaştığı ve toplumuyla da pek uyum sağlayamadığı bu topraklarda yaşamının sonbaharını durumunu kimseyle paylaşmadan geçirmek niyetindedir.
Ne anladım; Özcan Alper ilk çalışmasını yazıp yönetmiş. Sosyalizmi benimseyen, insanlığa adalet ve eşitlik getireceğine inandığı için siyasal hareketin içine giren ve genç yaşta hapishane, f tipi, açlık grevi ve hayata dönüş operasyonu girdabında savrulup yolun yarısını bile görememe durumuna gelen Yusuf karakterinin ağır hastalık ile salıverilmesi ile son aylarında yanında bulunuyoruz. Diğer tarafta ise gene sosyalizmin bir uygulamasının yapıldığı ama hüsranla sonuçlandığı yokluk içindeki topraklardan zoraki ülkemize gelip hayat kadınlığı yaparak para kazanıp kızına kavuşmaya çalışan Gürcü Elka. Filmde olay örgüsü aslında biraz uzunca bir kısa filmi bile dolduracak kadar değil. Ancak doğayı, kahramanının ruhsal tahlili için kullanmayı yeğleyen yönetmen birbirinden etkileyici görüntüleri ardarda sıralıyor. Ancak Greenaway'de görebileceğimiz birşey; muhteşem renklerde bir tablo görüyoruz ve içinde hareket eden insanlar var. Filmin başarısı ise sadece birkaç iyi çekilmiş sahneden ibaret olmayıp asıl ruhun ve anlatının bu görüntüler olması. Bu filmin değerlendirmesini katarsis sinemasına göre değil Tarkovsky filmlerine ya da birkaç sene öncesinin Dönüş filmine göre yapmak lazım. Bana eksik gelen yönleri ise; etkileyici görüntülerin arasına nasılsa sızmış az sayıda odaksız ya da şaşırtıcı ölçüde tutarsız görüntü ve ana üç karakter haricindekilerin çok yapay kalan oyunculukları. Onur Saylak da bu karakter için üç beş kilo vermiş olsa ve sadece gözaltı makyajı ile hastalığı yansıtmakla kalmayıp fiziksel bir çaba harcasa çok daha iyi olabilirmiş.
Aklımda kaldı; girişte revirde doktor Yusuf'u muayene eder, ardından der ki "senden daha iyi durumdakiler bile yararlandı. Salıverilme için başvurmayı düşünsene" Muayenenin başından beri Yusuf'un pencereden izlediği hareketsiz yatana kuş aynı anda çığlık atarak uçar. Filmin ortasında Yusuf'un batmakta olan güneş eşliğinde sohbet ederek kameraya doğru yürüdüğü, sonunda oturup muhteşem bir manzara eşliğinde silüet olarak tamamladıkları sahne. Finalde Yusuf aleti tamir edip çalmaya başladığı, akabinde kameranın pan ve zoom ile pencereye yaklaştığı ve aşağıdaki cenaze alayının görüntüye girdiği plan sekans muhteşem. Arabadan inip çığlık attığı sahne ve finale yakın karadenizin çılgın dalgalarını da unutmamak lazım.
Sonuç; çok başarılı
18 ocak 2009 pazar günü majestik de izledim
http://www.imdb.com/title/tt1330591/
17 Ocak 2009 Cumartesi
Elegy (2008)
*** Issız profesör ***
Konusu şöyle; David Kepesh (Ben Kingsley) okulda öğretim üyeliği yanında bir televizyon programında da kitap eleştirileri yapan tanınmış bir kültür adamıdır. Otuz yıl önce karısı ve çocuğunu terk etmiş, cinsel özgürlüğe inanan ve yaşamını buna göre düzenleyen profesör, okul dönemi içinde gözüne güzel öğrencilerinden birini kestirir, dönem bitip akademik sorumluluğu sona erince evinde verdiği bir yıl sonu partisinde etkileyici konuşmalarla avını etkilemeye ve ilişkiye girmeye çalışır. Ancak son hedefi Consuela'ya (Penelope Cruz) hiç tahmin etmediği ölçüde bağlanır.
Ne anladım; Philip Roth'un bir romanından uyarlanan senaryo Isabel Coixet tarafından çekilmiş. Çok tartışılan konular ve karakterlerle bezeli agresif romanlar yazan Roth'un kaleminden çıkan şövenist erkeği Kingsley her zamanki gibi sağlam oynuyor. Yaşlılığın ve ölümün yaklaşması ama buna karşın can havliyle debelenerek evcilleşmeyi kabul etmemeye çalışan profesörün yanında en yakın arkadaşı George O'Hearn'ı canlandıran Dennis Hopper dostunun kendisini fazla kaptırmadan ilişkisini sadece cinsellikle sürdürmesini ve saplantı haline getirmemesini sağlamaya çalışıyor. Bunun gibi ana karakterin etrafında yer alan uzun süreli partneri Carolyn, aralarındaki ilişki sıcak olmasa da arada dertleşmeye gelen oğul karakterleri de iyi bir ruhsal örgü oluşturuyor. Ancak finalin aşırı dramatik noktalara yönlenmesi filmin ton bütünlüğü sarsıyor gerçi böyle vurgulu bir son olmasa "ee noldu şimdi" diyebilirdik.
Aklımda kaldı; en azından gözle görülebilir anılar haline gelmesi için Consuela'nın çıplak fotoğraflarını çekmesi.
Sonuç; idare eder.
16 ocak cuma günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0974554/
Konusu şöyle; David Kepesh (Ben Kingsley) okulda öğretim üyeliği yanında bir televizyon programında da kitap eleştirileri yapan tanınmış bir kültür adamıdır. Otuz yıl önce karısı ve çocuğunu terk etmiş, cinsel özgürlüğe inanan ve yaşamını buna göre düzenleyen profesör, okul dönemi içinde gözüne güzel öğrencilerinden birini kestirir, dönem bitip akademik sorumluluğu sona erince evinde verdiği bir yıl sonu partisinde etkileyici konuşmalarla avını etkilemeye ve ilişkiye girmeye çalışır. Ancak son hedefi Consuela'ya (Penelope Cruz) hiç tahmin etmediği ölçüde bağlanır.
Ne anladım; Philip Roth'un bir romanından uyarlanan senaryo Isabel Coixet tarafından çekilmiş. Çok tartışılan konular ve karakterlerle bezeli agresif romanlar yazan Roth'un kaleminden çıkan şövenist erkeği Kingsley her zamanki gibi sağlam oynuyor. Yaşlılığın ve ölümün yaklaşması ama buna karşın can havliyle debelenerek evcilleşmeyi kabul etmemeye çalışan profesörün yanında en yakın arkadaşı George O'Hearn'ı canlandıran Dennis Hopper dostunun kendisini fazla kaptırmadan ilişkisini sadece cinsellikle sürdürmesini ve saplantı haline getirmemesini sağlamaya çalışıyor. Bunun gibi ana karakterin etrafında yer alan uzun süreli partneri Carolyn, aralarındaki ilişki sıcak olmasa da arada dertleşmeye gelen oğul karakterleri de iyi bir ruhsal örgü oluşturuyor. Ancak finalin aşırı dramatik noktalara yönlenmesi filmin ton bütünlüğü sarsıyor gerçi böyle vurgulu bir son olmasa "ee noldu şimdi" diyebilirdik.
Aklımda kaldı; en azından gözle görülebilir anılar haline gelmesi için Consuela'nın çıplak fotoğraflarını çekmesi.
Sonuç; idare eder.
16 ocak cuma günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0974554/
11 Ocak 2009 Pazar
Slumdog Millionaire (2008)
**** Shut up! The man with the Colt 45 says shut up! ****
Konusu şöyle; Hindistan'ın Mumbai şehrinde, çok fakir bir hayat geçirmiş ve doğru dürüst bir eğitim almamış olan genç Jamal Malik (Dev Patel) "kim beşyüz milyar ister?" yarışmasında onun gibi biri için çok büyük ödüllere ulaşabilmiştir. İsmini bile nasıl yazacağını bilmiyor olması gereken bu adamın yarışmada bir şekilde hile yapıyor olduğunu düşünen güvenlik görevlileri onu sorguya alır ve biz de geriye dönüşlerle bu zor hayat hikayesinden köşebaşlarını izleriz.
Ne anladım; modern İngiliz sinemasının köşebaşı Trainspotting'in ekibindeki filmin yönetmeni görevinden bildiğimiz Danny Boyle sonrasında türler arasında sıçrayan bir filmografiye sahip. Bu sefer fakir insanların melodramı temalı hikayesini hint sinemasından ve ülkesinden ödünç alınan öğelerle bezeyerek anlatıyor. Aşırı fakirlik ve sınıf farklılıklarının arka planda yoğun olarak hissedilmesi gereken bir anlatı için mekan olarak Hindistan seçilmesi ve yerli simalarla çalışılması son derece yerinde. Umudu ve erişilemezi temsil eden yarışmanın bilgiye dayalı çözümlenmesi gereken sorularının içine doğduğu hayat şartlarından dolayı aslında normalde asla bilemeyeceği halde çok acayip tesadüflerle biliyor olmasına dayalı hikaye çok keyifli bir çıkış noktası. Sonuçta gencin temel dürtüsünün para değil de aşk olması, şansın ve inadın yardımları senaryoya güzel yedirilmiş noktalar. Şaşırtan kısmı ise abinin aniden nedensiz bir karakter değişikliği yaşaması. Final sorusunun basitliği de içime sinmedi pek. Gerçi burada anlatılmak istenilen neredeyse tüm dünyanın ezberden söyleyebileceği bir bilginin bile bu coğrafyada doğal olarak edinilmediği ve bazen kafadan sallanan ilk şıkkın da tutabileceği ama yine de daha şık bir çözüm olabilirdi. Masalsı bir anlatı olarak sevimli, izleyiciyi kavrayan, Charles Dickens etkisi yoğun başarılı bir film.
Aklımda kaldı; ünlü yıldızı görebilmek için keneften diğer yoldan çıktığı sahne.
Sonuç; güzel
11 ocak günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1010048/
Konusu şöyle; Hindistan'ın Mumbai şehrinde, çok fakir bir hayat geçirmiş ve doğru dürüst bir eğitim almamış olan genç Jamal Malik (Dev Patel) "kim beşyüz milyar ister?" yarışmasında onun gibi biri için çok büyük ödüllere ulaşabilmiştir. İsmini bile nasıl yazacağını bilmiyor olması gereken bu adamın yarışmada bir şekilde hile yapıyor olduğunu düşünen güvenlik görevlileri onu sorguya alır ve biz de geriye dönüşlerle bu zor hayat hikayesinden köşebaşlarını izleriz.
Ne anladım; modern İngiliz sinemasının köşebaşı Trainspotting'in ekibindeki filmin yönetmeni görevinden bildiğimiz Danny Boyle sonrasında türler arasında sıçrayan bir filmografiye sahip. Bu sefer fakir insanların melodramı temalı hikayesini hint sinemasından ve ülkesinden ödünç alınan öğelerle bezeyerek anlatıyor. Aşırı fakirlik ve sınıf farklılıklarının arka planda yoğun olarak hissedilmesi gereken bir anlatı için mekan olarak Hindistan seçilmesi ve yerli simalarla çalışılması son derece yerinde. Umudu ve erişilemezi temsil eden yarışmanın bilgiye dayalı çözümlenmesi gereken sorularının içine doğduğu hayat şartlarından dolayı aslında normalde asla bilemeyeceği halde çok acayip tesadüflerle biliyor olmasına dayalı hikaye çok keyifli bir çıkış noktası. Sonuçta gencin temel dürtüsünün para değil de aşk olması, şansın ve inadın yardımları senaryoya güzel yedirilmiş noktalar. Şaşırtan kısmı ise abinin aniden nedensiz bir karakter değişikliği yaşaması. Final sorusunun basitliği de içime sinmedi pek. Gerçi burada anlatılmak istenilen neredeyse tüm dünyanın ezberden söyleyebileceği bir bilginin bile bu coğrafyada doğal olarak edinilmediği ve bazen kafadan sallanan ilk şıkkın da tutabileceği ama yine de daha şık bir çözüm olabilirdi. Masalsı bir anlatı olarak sevimli, izleyiciyi kavrayan, Charles Dickens etkisi yoğun başarılı bir film.
Aklımda kaldı; ünlü yıldızı görebilmek için keneften diğer yoldan çıktığı sahne.
Sonuç; güzel
11 ocak günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1010048/
Zeitgeist
**** Nothing is more profitable for international bankers than war ****
Konusu şöyle; zeit "zaman" geist "ruh" demek, birleştiğinde de günümüzün ruhu gibi bir anlam çıkıyor. Belgesel üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde hristiyanlık başta olmak üzere çoğu dini inanışın nasıl çok daha öncelerinde varolan hikayelerin kullanılarak türetilen boş hurafe olduğu konu ediliyor, ikinci bölümde 11 eylül'de yaşananların Amerikan hükümetinin kendi politikalarının devamını sağlamak için kendisi tarafından tezgahlanan bir oyun olduğu komplo teorisi anlatılıyor, üçüncü bölümde ise makro bir bakış açısıyla Amerika'nın kuruluşundan günümüze asıl egemen güç olan uluslararası bankerlerin ekonomi aracılığıyla tüm dünyayı nasıl yönlendirdiği anlatılıyor.
Ne anladım; Peter Joseph'in şu ana kadarki filmografisi bu ve bunun devam filminden ibaret. Aslında ilk iki bölüm pek de kanıtlara falan dayanmayan, bilimsel tabanı zayıf, daha çok komplo teorisi düzeyinde kalan ve birbiriyle pek ilgili gelmeyen başlıklar. Ancak son bölümle birlikte daha çok anlam kazanıyorlar ve bu bölümde birbirinden garip şeyler öğreniyoruz. Amerikanın kuruluş hikayesi, merkez bankalarının ne işe yaradığı ve kimlerin elinde olduğu, ekonomik krizlerin doğasını, 11/09 da da 7/7 de de aynı gün aynı senaryolarla tatbikatlar yapıldığını ve gelecekte tüm dünyayı tek bir ülke haline getirmeyi düşleyen küresel sermayenin insanların derisinin altına çip yerleştirme planını ve halkın buna kendi isteğiyle koşarak gidecek şekilde güdülenme hazırlıklarının işlediğini örneğin. Emperyalizm hakkında görsel olarak çok etkili hazırlanmış bir çalışma, astrolojiden ekonomiye bir çok konuya dalıyor, çok konuşarak sürekli izleyiciden aktif katılım beklese de akılda çok şey kalıyor. Çok fazla konuya dalıyor gibi görünse de bence nihayetinde tüm anlattıklarının ne için olduğunu da ortaya koyabiliyor.
Aklımda kaldı; korku salmak için sürekli "terörizm" kelimesini kullanan George Bush ve şürekasının bu korku kelimelerinin hem de aynı konuşmalardan alınmış kurgusu.
Sonuç; çok önemli konular
http://www.imdb.com/title/tt1166827/
Konusu şöyle; zeit "zaman" geist "ruh" demek, birleştiğinde de günümüzün ruhu gibi bir anlam çıkıyor. Belgesel üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde hristiyanlık başta olmak üzere çoğu dini inanışın nasıl çok daha öncelerinde varolan hikayelerin kullanılarak türetilen boş hurafe olduğu konu ediliyor, ikinci bölümde 11 eylül'de yaşananların Amerikan hükümetinin kendi politikalarının devamını sağlamak için kendisi tarafından tezgahlanan bir oyun olduğu komplo teorisi anlatılıyor, üçüncü bölümde ise makro bir bakış açısıyla Amerika'nın kuruluşundan günümüze asıl egemen güç olan uluslararası bankerlerin ekonomi aracılığıyla tüm dünyayı nasıl yönlendirdiği anlatılıyor.
Ne anladım; Peter Joseph'in şu ana kadarki filmografisi bu ve bunun devam filminden ibaret. Aslında ilk iki bölüm pek de kanıtlara falan dayanmayan, bilimsel tabanı zayıf, daha çok komplo teorisi düzeyinde kalan ve birbiriyle pek ilgili gelmeyen başlıklar. Ancak son bölümle birlikte daha çok anlam kazanıyorlar ve bu bölümde birbirinden garip şeyler öğreniyoruz. Amerikanın kuruluş hikayesi, merkez bankalarının ne işe yaradığı ve kimlerin elinde olduğu, ekonomik krizlerin doğasını, 11/09 da da 7/7 de de aynı gün aynı senaryolarla tatbikatlar yapıldığını ve gelecekte tüm dünyayı tek bir ülke haline getirmeyi düşleyen küresel sermayenin insanların derisinin altına çip yerleştirme planını ve halkın buna kendi isteğiyle koşarak gidecek şekilde güdülenme hazırlıklarının işlediğini örneğin. Emperyalizm hakkında görsel olarak çok etkili hazırlanmış bir çalışma, astrolojiden ekonomiye bir çok konuya dalıyor, çok konuşarak sürekli izleyiciden aktif katılım beklese de akılda çok şey kalıyor. Çok fazla konuya dalıyor gibi görünse de bence nihayetinde tüm anlattıklarının ne için olduğunu da ortaya koyabiliyor.
Aklımda kaldı; korku salmak için sürekli "terörizm" kelimesini kullanan George Bush ve şürekasının bu korku kelimelerinin hem de aynı konuşmalardan alınmış kurgusu.
Sonuç; çok önemli konular
http://www.imdb.com/title/tt1166827/
5 Ocak 2009 Pazartesi
Alphabet Killer (2008)
** Katil kimse kim bana ne **
Konusu şöyle; küçük bir kızın öldürülmesi vakasını araştıran polis memuru Megan (Eliza Dushku) bir sonuca ulaşamaz. Bir süre sonra hayaller görmeye başlar ve şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılır. Nişanlısından da ayrıldığı iki senenin sonunda masa başı pasif bir görevde işe geri döner ancak ad soyad ve şehirin ilk harflerinin aynı olması benzerliklerini taşıyan yeni cinayetler başlar.
Ne anladım; daha önce Wrong Turn'ü çeken Rob Schmidt 70'lerin başında gerçekten yaşanmış birtakım olayları baz alan ve günümüze taşınmış bir gerilim çekmiş. Filmin temel dayanağı akıl sağlığı bozulmuş bir karakterin gözüyle olayları izlememiz, ancak Dushku'nun berbat oyunculuğundan mıdır, yoksa bu karakterin böyle davranması istenerek mi yapılmış bilemiyorum ekranda yaşananlar izleyicide hiç bir duygu uyandırmıyor. Ne merak ne gerginlik. Gene yan rollerde tanıdık birkaç sağlam sima yan roller de oynuyor (Meltem Cumbul'da ölen kızlardan birinin annesini oynuyor, filmi sürükleyecek değil ya yapacağını yapıyor) ve katil onlardan biri ama film o kadar manasız ki katil ortaya çıkınca pek de önemsemedim. Zodiac'a öykünen ama olmamış bir film.
Aklımda kaldı; nişanlısı rolündeki Cary Elwes'in dombili yanakları.
Sonuç; sıkıcı
http://www.imdb.com/title/tt0818165/
Konusu şöyle; küçük bir kızın öldürülmesi vakasını araştıran polis memuru Megan (Eliza Dushku) bir sonuca ulaşamaz. Bir süre sonra hayaller görmeye başlar ve şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılır. Nişanlısından da ayrıldığı iki senenin sonunda masa başı pasif bir görevde işe geri döner ancak ad soyad ve şehirin ilk harflerinin aynı olması benzerliklerini taşıyan yeni cinayetler başlar.
Ne anladım; daha önce Wrong Turn'ü çeken Rob Schmidt 70'lerin başında gerçekten yaşanmış birtakım olayları baz alan ve günümüze taşınmış bir gerilim çekmiş. Filmin temel dayanağı akıl sağlığı bozulmuş bir karakterin gözüyle olayları izlememiz, ancak Dushku'nun berbat oyunculuğundan mıdır, yoksa bu karakterin böyle davranması istenerek mi yapılmış bilemiyorum ekranda yaşananlar izleyicide hiç bir duygu uyandırmıyor. Ne merak ne gerginlik. Gene yan rollerde tanıdık birkaç sağlam sima yan roller de oynuyor (Meltem Cumbul'da ölen kızlardan birinin annesini oynuyor, filmi sürükleyecek değil ya yapacağını yapıyor) ve katil onlardan biri ama film o kadar manasız ki katil ortaya çıkınca pek de önemsemedim. Zodiac'a öykünen ama olmamış bir film.
Aklımda kaldı; nişanlısı rolündeki Cary Elwes'in dombili yanakları.
Sonuç; sıkıcı
http://www.imdb.com/title/tt0818165/
Righteous Kill (2008)
** Most people respect the badge. Everybody respects the gun **
Konusu şöyle; Turk (De Niro) ve Rooster (Pacino) NYPD'de emekliliklerine gün sayan iki polistir. Çevrelerinde insanlar öldürülmeye başlar. Maktullerin yanına küçük kağıtlarda şiirler bırakan bu seri katili bulmakla görevlendirilirler.
Ne anladım; ortalama işlerin yönetmeni Jon Avnet tüm zamanların en karizmatik iki oyuncusu ile bir seri katil / polis draması karışımı çekmiş. Artık yetmişlerine yaklaşan bu baba oyuncuları artık Henry Fonda ya da Spencer Tracy'nin son dönem işlerine benzeyen dramatik ve etkileyici rollerde izlemek umudumuz ama elemanlar benzerlerinden milyonlarca bulunan piyasa filmlerinin setlerinde ölmeye kararlı. Öncelikle film aşırı testosteron yüklü; "bizim" ortaklar, diğer ortaklarla hırlaşıyor, zenci klüp patronu ile çatışıyor, filmin tek kadın karakterini yakalayan oracıkta çökertiyor, silahlar konuşuyor, öküz bir rusun taklidini yaparak gülüşüyor elemanlarımız vs. vs. Zamanında Serpico karakterini yaratmış olan Pacino'nun bu kez canlandırdığı Rooster'ın ne düşündüğünü neden bu hikayede yer aldığını neden bu rolün bu adam tarafından canlandırıldığını anlayamıyoruz. Hikayenin yarım saati geçtiğinde herşey henüz çok karışık olmasına rağmen kameraya konuşan adamın itiraflarının izleyiciye atılan bir yem olduğunu çok açık bir şekilde anlıyoruz ve aklımıza birşeyler geliyor. Yok canım öyle basit ve saçma bir çözümleme değildir, hem yan rollerde bile böyle boş olmayan adamlar varsa kesin onlardan biri çıkar suçlu diyip başka bit yenikleri arıyoruz ama aklımıza gelen başımıza geliyor. Daha önce Inside Man'i yazan senarist gene aynı numarayı çekmeye çalışmış ama bir rapçinin rol kestiği hangi film vasatı aşabilmiş ki bu aşsın.
Aklımda kaldı; elemanın De Niro'nun kafayı tabanca ile yardığı sahne. Güvenlik kamerasındaki itiraflar.
Sonuç; bu nedir
http://www.imdb.com/title/tt1034331/
Konusu şöyle; Turk (De Niro) ve Rooster (Pacino) NYPD'de emekliliklerine gün sayan iki polistir. Çevrelerinde insanlar öldürülmeye başlar. Maktullerin yanına küçük kağıtlarda şiirler bırakan bu seri katili bulmakla görevlendirilirler.
Ne anladım; ortalama işlerin yönetmeni Jon Avnet tüm zamanların en karizmatik iki oyuncusu ile bir seri katil / polis draması karışımı çekmiş. Artık yetmişlerine yaklaşan bu baba oyuncuları artık Henry Fonda ya da Spencer Tracy'nin son dönem işlerine benzeyen dramatik ve etkileyici rollerde izlemek umudumuz ama elemanlar benzerlerinden milyonlarca bulunan piyasa filmlerinin setlerinde ölmeye kararlı. Öncelikle film aşırı testosteron yüklü; "bizim" ortaklar, diğer ortaklarla hırlaşıyor, zenci klüp patronu ile çatışıyor, filmin tek kadın karakterini yakalayan oracıkta çökertiyor, silahlar konuşuyor, öküz bir rusun taklidini yaparak gülüşüyor elemanlarımız vs. vs. Zamanında Serpico karakterini yaratmış olan Pacino'nun bu kez canlandırdığı Rooster'ın ne düşündüğünü neden bu hikayede yer aldığını neden bu rolün bu adam tarafından canlandırıldığını anlayamıyoruz. Hikayenin yarım saati geçtiğinde herşey henüz çok karışık olmasına rağmen kameraya konuşan adamın itiraflarının izleyiciye atılan bir yem olduğunu çok açık bir şekilde anlıyoruz ve aklımıza birşeyler geliyor. Yok canım öyle basit ve saçma bir çözümleme değildir, hem yan rollerde bile böyle boş olmayan adamlar varsa kesin onlardan biri çıkar suçlu diyip başka bit yenikleri arıyoruz ama aklımıza gelen başımıza geliyor. Daha önce Inside Man'i yazan senarist gene aynı numarayı çekmeye çalışmış ama bir rapçinin rol kestiği hangi film vasatı aşabilmiş ki bu aşsın.
Aklımda kaldı; elemanın De Niro'nun kafayı tabanca ile yardığı sahne. Güvenlik kamerasındaki itiraflar.
Sonuç; bu nedir
http://www.imdb.com/title/tt1034331/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)