Arama

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Felon (2008)

** Close 13! **

Konusu şöyle; karısı ve çocuğuyla geçinip giden sıradan vatandaş Wade Porter (Stephen Dorff) bir gece evine giren hırsızı takip eder ve istemeden öldürür. 3 yıllık cezasını azılı katillerin arasında çekecektir.

Ne anladım; Ric Roman Waugh'un bu hapishane dramasında ağırlık Wade karakterinin durup dururken nasıl hapise düştüğünde ve orada nasıl bambaşka bir dünya olduğunda. "İçerideki yaşam"ı olabildiğinde gerçekçi yansıtma gayesindeki hikayede Val Kilmer'de ailesini kaybetmiş, çok acımasız ve güçlü bir yan karakteri canlandırıyor, ciddi irileşmiş adam bu rol için. Filmin gerçekçilik hedefinde olmasına rağmen ilginç bir şekilde aşırı yapaylık kötü bir tat bırakıyor. "Yaa. bak neler oluyor hayatta" demekten hoşlananlar için.

Aklımda kaldı; Val Kilmer'ın gözlüğü ve sakalı. Avludaki dövüşler.

Sonuç; olmamış

30 ağustos ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1117385/

28 Ağustos 2008 Perşembe

Forgetting Sarah Marshall (2008)

*** You sound like you're from London! ***

Konusu şöyle; meşhur TV yıldızı sevgilisi Sarah Marshall (Kristen Bell) tarafından terkedilen müzisyen Peter Bretter (Jason Segel) depresyona girer. Kardeşinin tavsiyesiyle kafasını dağıtmak için gittiği Havai otelinde Sarah ve yeni erkek arkadaşı da tatile gelmiştir.

Ne anladım; How I Met Your Mother'dan tanıdığımız Jason Segel'ın kendi anılarından esinlenerek yazdığı senaryo ve başrolünü üstlendiği film, Nicholas Stoller tarafından aktarılmış. Judd Apatow'un Knocked Up, 40 Year Old Virgin, Superbad gibi filmler çıkan serisinin şimdilik son ürünü. Klasik komedi filmlerinin pek bulaşmadığı günlük hayattan gerçek dokunuşların çok yoğun şekilde karakter ve olaylara yedirildiği bu tarzın bir diğer standardı da filmin süresinin iki saati bulması. Yan karakter olarak otelin sörf hocasının bir iki komik sahnesi var. Yeni bir "Something About Mary" olarak başlayıp "Bridget Jones" seviyesini geçemeyip vasatta kalan bir deneme.

Aklımda kaldı; elemanın pijamalar içinde geçen 7 gününün flashbackle göründüğü ve "You shall not pass!" taklidi ile biten sekans en komik kısmı.

Sonuç; eh işte.

http://www.imdb.com/title/tt0800039/

20 Ağustos 2008 Çarşamba

It's A Free World ... (2007)

**** Özgür Dünya ****

Konusu şöyle; Polonya'dan İngiltere'ye işçi getiren bir iş bulma kurumunun çalışanı Angie (Kierston Wareing) kendisine sulanan müdürün suratına içki döker, ardından işten atılır. Bunu bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışır ve ev arkadaşıyla birlikte kendi şirketlerini kurup iş hayatına atılmaya karar verirler.

Ne anladım; işçi sınıfının sesi usta yönetmen Ken Loach globalleşme, iş gücünün dolaşımı ve bunun daha büyük bir sömürme sömürülme meselesi haline gelmesini konu alıyor. Başlangıçta haksızlığı uğradığı için sempati beslediğimiz, işini kurmaya çalıştığı için meraklandığımız Angie giderek çizginin öbür tarafına geçtikçe şaşırıyoruz ve nihayetinde iyice kötümser bir biçimde çemberi tamamlıyor Loach. Ev arkadaşı karakterinin sürekli kötü ihtimalleri, Angie'nin ise gözükara girişimci modelini temsil ettiği filmde baş karakterden geri kalanı pek işlenmiyor.

Aklımda kaldı; oğlunun çalan kapıya bakmaya gittiği bölüm. TV'de izledikleri film Dog Soldiers. Daha önce yardım ettiği İran'lı aileye karavan parkında ettikleri.

Sonuç; iyi.

19 ağustos salı gecesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0807054/

18 Ağustos 2008 Pazartesi

The Harder They Fall (1956)

**** Bogart'ın son filmi ****

Konusu şöyle; hilekar dövüş organizatörü Nick Benko (Rod Steiger) güney Amerika'dan irikıyım ama kof bir boksör olan Toro Moreno'yu para vaadiyle New York'a getirir. Toro'yu Dünya Şampiyonunun karşısına çıkabilmesi için ardı ardına ayarlanmış maçlarla iyi bir boksör olarak göstermeye çalışırken kamuoyu desteğini sağlaması için de işsiz ama saygın spor yazarı Eddie Willis'i (Bogart) ikna eder.

Ne anladım; 70lerde yaptığı Earthquake ve Avalanch gibi felaket filmlerini bildiğimiz Mark Robson'ın çektiği, aynı zamanda Bogart'ın son filmi olmak gibi duygusal bir özelliği de olan boks konulu kara film. Bogie'nin sinema kariyeri boyunca kurduğu pisliğin içine batsa da hem oyunu kuralına göre oynayan hem de sonunda bir şekilde temiz kalabilen hafif bıkkın karakterlerin son örneği Eddie. Film iyice karanlık bir tablo çiziyor; profesyonel boks tamamen şikelerle yürüyor, sıradan bir adam alınıp sahte bir başarı hikayesi yaratılıyor, önünde sonunda ringde ölümüne dayak yiyen adam bundan sağ çıkarsa da artık simsarın bire on karla satacağı bir başka döngüde sömürülmeye devam ediyor. Kurumlaşmış çirkefin başındaki adam olarak da Rod Steiger aşağı kalmayan bir oyun sergiliyor. Raging Bull'dan yirmidört sene öncesinde gayet başarılı dövüş sahneleri ve gerçekçi yaralanmalarla belki günümüz filmlerine aşık atamaz ama kendi çapında başarılı. Finaliyle biraz naif kalsa da sağlam bir meseleyi alıp dolu dolu anlatıyor.

Aklımda kaldı; boğalı otobüs. Girişte sanki çok iyi bir boksör bulmuşlar gibi izlemek üzere toplandıkları salonda ilk yumruklarla birlikte elemanın köfte çıkması. İlk şikeli dövüşte ayarlanan elemanın "ben bunu döverim" diye gaza gelmesi ve hesabının kesilmesi.

Sonuç; bir başyapıt değil ama olsun

17 ağustos pazar gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0049291

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Son Of Rambow (2007)

**** This has been my best day ever. ****

Konusu şöyle; aşırı dindar ve her tür teknolojiyi reddeden bir aileden gelen Will Proudfoot (Bill Milner) televizyon izlemeside yasak olduğundan sınıfın önünde beklediği bir gün okuduğu okulun haylazı Lee Carter (Will Poulter) ile tanışır. Abisi için "İlk Kan" filminin kasetlerini kopyalayan küçük sinemacı Carter ile tanışmak Will için hayalgücünün patlamasını sağlar. Beraber bir yarışma için Rambo'dan esinlenilmiş bir kısa film çekmeye girişirler.

Ne anladım; Hitchhiker's Guide To The Galaxy'nin sinema uyarlaması ile tanıdığımız Garth Jennings'den daha mütevazi bir komedi. İçine kapanık bir çocukla afacan bir diğeri arasında sıradan bir dostluk hikayesi anlatacakmış gibi ilerleyen filmde bir anda Will'in korkuluğun canlandığını hayal etmesi ve Rambodan aşırı etkilenip bandanayla hiperaktif deparlar atmaya başlaması ile çok klişe bir yola girmiyor hikaye. Fransa'dan gelen Michael Jackson çakması kendini beğenmiş eleman da başta olmak üzere geçtiği dönemin etinden sütünden yararlanıyor film. Çok fazla olmasa da bu tür fantazi sahnelerinde Michel Gondry'nin tarzını sık sık anımsattı, "Be Kind Rewind" tadında. Tanınmamış oyunculardan kurulu kadrosundan iyi oyun alan yapıt hatırlandıkça gülümsetenlerden.

Aklımda kaldı; yazılar geçtikten sonra Carter "Rambo w ile yazılmıyor ki" diyor, Will de "Hadi be!" Sonunda sinemada gösterilen kısa filmleri. İpte sallanarak suya atıldığı aksiyon sahnesinde yüzme bilmediğinin ortaya çıkması.

Sonuç; gayet iyi

10 ağustos pazar günü izledim

http://www.imdb.com/title/tt0845046/

10 Ağustos 2008 Pazar

If Only (2004)

** Kelekler şehri **

Konusu şöyle; Ian'ın (Paul Nichols) ona pek de iyi davranmadığı bir günün ardından kız arkadaşı Samantha (Jennifer Love Hewitt) bir araba kazasında ölür. Vicdan azabıyla oyanan Ian farkeder ki o günü baştan yaşamaktadır. Olayları değiştirmek için uğraşır.

Ne anladım; tv yönetmeni Gil Junger'den JLH'ın aynı zamanda yapımcısı olduğu bir romantik hikaye. Aşk meşk yanında biraz alacakaranlık dokunuşlarla "Melekler Şehri" severleri tavlayabilecek bir romantik (komedisi yok) film. Tom Wilkinson'un şöför azrail rolünde pek pasif kaldığı, Londra (ve devasa bir dönmedolap) fonlu, vıcık vıcık bir melodram. Masalımsı öğeleri yavaş yavaş hikayeye sokup sonra dizginleri kaçırınca koca orkestraya bir sayfa çiziktirilmiş nota ile senfoni gibi bir parça çaldırmaya varan başıboş senaryo mantık arayanları iyice kızdıracak cinsten. Jude Law türevi performansı ile Paul Nichols ve şarkıları hem yazan hem de söyleyen JLH idare eder bir film çıkartıyor.

Aklımda kaldı; dönmedolap.

Sonuç; meraklısına

10 ağustos pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0332136/

Harold & Kumar Go To The White Castle (2004)

*** We're so high right now! We're not low ***

Konusu şöyle; Harold Lee (John Cho) disiplinli ve çalışkan bir asyalı göçmendir ve iş yerindeki çalışma arkadaşlarının üzerine yüklediği angaryalarla haftasonunu çalışarak geçirmek zorunda kalacakken ev arkadaşı; doktor babasının ayarladığı iş görüşmelerinden kaytarmaya çalışan Kumar Patel (Kal Penn) onu tv seyredip uyuşturucu çekip eğlenmeye ayartır. TV'de gördükleri hamburger reklamları akıllarını başlarından alır ve en yakın White Castle'a doğru yola düşerler.

Ne anladım; Kevin Smith tarzını anımsatan gene Jersey'li iki tiplemenin uyuşturucu ve fast food eksenli hikayesi. Öncelikle iki ana karakterin; biri hint diğeri çin göçmeni olmasına rağmen; Amerikan toplumunda kendine yer bulmaya çalışan ve yerleştirildikleri klişelere isyan eden tutumları filmi ayrı bir yere koyuyor. Asıl klişe olanlar bu kişilere tip ve etnik kökenleri dolayısıyla önyargılarla yaklaşan sokaktaki beyaz çöplük çetesi, iş yerindeki beyaz çöplük kibirliler vs. Seri katil çakması freakshow bambaşka bir hayat sürerken kahramanlarımız da bildiğimiz ezik göçmenlerden değil. Uyuşturucu seviyorlar, iyi araba kullanıyorlar, kızlar konusunda tutuklar ama "altın gibi kalpleri var" Nihayetinde bir son konuşma ile ailelerinin "tüketebilmek" için Amerika'ya geldiklerini ve tüm bu maceranın ruhunu ilan ediyor ki Kumar, bu filmde çok gülmemiş olsam da bu ikilinin Guantanamo'da geçen maceralarını izleme listeme koydum.

Aklımda kaldı; Kumar'ın dev uyuşturucu torbası ile aşkı. Şarkı söyleyen sivilceli, jeeper creeper freakshow.

Sonuç; acaip

10 ağustos pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0366551/

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Leatherheads (2008)

*** Ich gebe auf! ***

Konusu şöyle; 1920'de resmileşmeye çalışan profesyonel Amerikan Futbolu liginde iflastan kurtulmaya çalışan Duluth takımının lideri Dodge (Clooney) takıma izleyici çekmek için flaş kolej oyuncusu Carter'ı (John Krasinski) almaya çalışır. Aynı zamanda birinci dünya savaşından bir kahraman olarak dönen John'un savaş hikayesinin yalan olduğu konusunda haber yapmak için de Lexie Littleton (Renee Zellweger) gazetesi tarafından görevlendirilmiştir.

Ne anladım; Clooney'in aynı zamanda da yönettiği bu film üçüncü denemesi. Her seferinde Amerikan yakın tarihinin bir dönemini ele alan yönetmen zor filmlerin ardından bu sefer savaşın hemen sonrasını konu almış, komediye adım atmış ve aynı zamanda bir spor filmi. Hem 40'ların hızlı dialoglu "His Girl Friday" tarzı filmlerinden öğeler var, hem "Bull Durham" ya da çok yeni "Semi-Pro" çizgisinden de konu olarak izler. Tam olarak ne yapmak istediğine karar veremediğinden filmin iki finali var, bu da temponun iyice dağılmasına neden olmuş. Bir odada konuşma sahnesi ile filmi bitirmeye kıyamadığından olsa gerek bir final de spor filmine uygun şekilde sahada yapmak istemiş. Klişelere dalmamak gibi bir erdemi olsa da karakterlerin izleyici ile iyi bir bağ kurdukları söylenemez.

Aklımda kaldı; girişte futbol oynayanları izleyen inek sahnesi süper. Final maçındaki çamurda çavuş york numarası da güzel.

Sonuç; sıradanlığı aşamıyor.

8 ağustos cuma gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0379865/

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Pathology (2008)

*** Dr. Stravinsky, let's take a look inside ***

Konusu şöyle; Ted Grey (Milo Ventimiglia) okulu bitirip çalışmak için gittiği hastanede sırf mükemmel cinayeti işlemek için hakettiğini düşündükleri kişileri öldürüp diğerleriyle birlikte otopsi yapan bir gruba bulaşır. Başta dirense de kısa süre sonra onlara katılır ve sebebi bulunamayacak cinayeti işleme yarışına girişir.

Ne anladım; Crack'i yazan ekipten bir tıbbi gerilim. İlginç ve polisiye bir hikaye beklerken kısa sürede bir vampir hikayesini anımsatan oluşumla karşılaşıyoruz. Bir de bunun üzerine aşırı cinsellik eklenince filmin tonu Öldüren Cazibe / Temel İçgüdü sularına kayıyor. Bol bol otopsi sahnesi, havada uçuşan ciğerler, kesilen uzuvlar ile ölüm ve seks ilişkisi merkez noktaya ulaşıyor, dolayısıyla filmin afişi ya da konusuna göre oluşan beklentiler ters köşeye yatırılıyor. Herhalde bu şekilde daha çok satacağını düşündüler. Kısa zamanda dahi öğrenciden katile dönüşen Milo rolünde Heroes'dan ve son Rocky'den tanıdığımız Milo Ventimiglia var.

Aklımda kaldı; otopside Y şeklinde atılan kesik.

Sonuç; vasat

3 ağustos pazar gecesi

http://www.imdb.com/title/tt0964539/

3 Ağustos 2008 Pazar

Sexy Beast (2000)

**** Yes, yes, yes, yes! ****

Konusu şöyle; Gal (Ray Winstone) artık emekli olmuş ve İspanya sahilindeki villasında güneşlenmekten başka derdi olmayan bir kasa hırsızıdır. Büyük patron Teddy (Ian McShane) zıtlaştığı bir banka müdürünün bankasını soymak için ekip kurmakla zırdeli Don Logan'ı (Ben Kingsley) görevlendirir. Gal emekliliğinden memnundur ama Logan aşırı ısrarcıdır.

Ne anladım; Radiohead'in Street Spirit ve Karma Police videolarının sorumlusu olan Jonathan Glazer'in kariyeri 2000 yılında bu filmle uzun metraj sinemaya kaymış, sanırım 2004 deki Birth rezaleti ile bitmiş. Gene bir İngiliz soygun ortamı var karşımızda. Birkaç film önce yazdığım In Bruges'le yakın bağı var bu açıdan. Gene soygun ya da olayın kendisini çok ön plana almayan, daha çok ortamdan uzaklaşmaya çalışan eski suçlu ve onu acımasızca aynı hayata geri döndürmeye çalışan çürümüşlüğün temsilcisi var. Gal artık iyi bir insan olduğu için değil, yeterince para kazandığı için bir ebedi tatil yaşamına tutunmak istiyor. Don ise hem bu durumu kıskanıyor ve onu mutlu görmek istemiyor, reddedilmek tüm karizmasını zedeleyecek, zaten aynı zamanda ağır bir şizofren vakası. Film makul süresi, ağır küfür dolu ama iyi yazılmış diyalogları, suç dünyasına değişik bakış açısı ve zamanında Gandhi olarak tanıdığımız Ben Kingsley'in sağlam performansı ile ilgiyi hakediyor.

Aklımda kaldı; girişte Gal'in "Burada pişiyorum. Yanıyorum. Kızarıyorum.." şeklinde giden aylaklık güzellemesi. Don'un uçakta sigara muhabbeti ve ardından sorgudaki taciz ifadesi. Donnie Darko'daki tavşana benzeyen tipleme.

Sonuç; değişik

2 ağustos ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0203119/

2 Ağustos 2008 Cumartesi

The Dark Knight (2008)

***** Why so serious? *****

Konusu şöyle; Batman (Christian Bale) ve polis şefi Jim Gordon (Gary Oldman) işbirliği yaparak Gotham'ın baş belası suç örgütlerini çökertmek üzeredir. Başarılı savcı Arthur Dent (Aaron Eckhardt)'e güvenmeye başlayan ve toplumsal sorumluluğunu ona aktarmayı düşünen Bruce Wayne, mafyanın Batman'i öldürme işini çılgın suçlu Joker (Heath Ledger)'e vermesi ile en büyük düşmanı ile karşılaşır.

Ne anladım; 3 yıl önce Batman Begins ile bu süperkahramanın hikayesini yeniden oluşturma işinin altına giren Nolan biraderler, o giriş filminin devamı ile çok sağlam bir kule inşa ediyorlar. Tim Burton ile başlayan 4 filmlik seride kitsch unsurların yoğunluğu, iyice maskeli balo havasındaki kötü karakterler geçidi, bir türlü altı doldurulamayan dialog zayıflıkları iyice dibe vurdurarak serinin sonunu getirmişti. Nolan bu yeni serinin ilk filminde kahramanın sıradan bir insan olduğunun altını çizerek kara film türüne yaklaştıracağını göstermişti. Kara Şovalye'de girişteki soygun sahnesi ile başlayarak ikilemler başrolü oynuyor. Her karakter çok zorlu seçim aşamaları yaşıyor, nihayetinde iki feribot dolusu insan bile toplu olarak kara kara düşünmek zorunda kalıyor. Yer yer Testere'yi anımsatsa da bu vakalar sonuçta bir bütüne hizmetediyor. Kendi şansını yaratmayı temsil eden iki yüzü aynı olan paranın yaşanan vahim bir olayla No Country For Old Men'dekine benzer bir ölüm/kalım seçme aracına dönüşmesi de filmin süresi boyunca çok güzel kullanılmış senaryo araçlarına sadece bir örnek. Batman'i de Harvey Dent'i de gölgede bırakan, her göründüğü sahnede karaktere birşeyler ekleyen Joker/Ledger. Onun finalde birbirlerini öldürmeme sebebini açıkladığı sahne başta olmak üzere birçok kez Batman'in diğerlerinden çok farklı bir çizgiroman serisi olduğunu anlatan ve daha çok öğrenme isteği duyuran bir çok dialog/sahne var. Maggie Gyllenhaal sevdiğim bir oyuncu olsa da burada çok iyi bulmadım, Katie Holmes devam etse de olurmuş. Cep telefonlarının yoğun ve uygun kullanımı da senaryonun tazeliğinin en iyi belgesi. Ang Lee'nin Hulk'u ile yükselen çıta bu filmle bir daha erişilmesi zor bir yere taşınmış. Bir adamın her yaptığı film bomba mı olur kardeşim?

Aklımda kaldı; girişteki maskelilerin işini bitireni öldürme emri aldıkları soygun sahnesi. Joker'in "Wanna know how I got these scars?" repliği ve anlattığı hikayeler. Bat-Pod'un kaza yapmış arabadan çıktığı sahne. Joker'e doğru sürdüğü ve elemanın tekrar tekrar "Hit me!" diye seslendiği sahne.

Sonuç; mükemmel

2 ağustos ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0468569/

1 Ağustos 2008 Cuma

One Last Thing (2005)

** Son bir şey **

Konusu şöyle; ölmesine kısa bir süre kalan kanser hastası genç Dylan Jamieson (Michael Angarano) bu durumdaki hastaların son dileklerini yerine getiren bir hayır kurumunun gösterisinde top model Nikki Sinclaire (Sunny Mabrey) ile bir haftasonu geçirmek istediğini söyler. Nikki de erkek arkadaşının ölümünden dolayı suçluluk hissettiği depresif bir dönemdedir.

Ne anladım; filmlerde müzik konusunda kariyeri bulunan Alex Steyermark'ın ikinci uzun metrajı. Konunun müzikle uzak yakın ilgisi yok. Ölümcül hastalığa yakalanmış bir gencin son günlerini konu alan yarı hayal fantezi bir film. Yanılmıyorsam ikinci kez Ethan Hawke'yi uzakta kalmış baba rolünde izledim bu sene, adama da bu rol yapışacak. Oyunculuklar fena olmasa da komediyi de dramayı da çok derinleştiremeyen senaryo sadece gereğini yapıyor, nihayetinde de birkaç damla gözyaşı akıtabilirsem ne mutlu yaklaşımıyla bitiriyor.

Aklımda kaldı; yüz dolara donattığı sofra. Tabuttaki gülümseme.

Sonuç; değmez

1 ağustos 2008 günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0452660/