**** Charlie did it ****
Konusu şöyle; alkol, uyuşturucu ve kadınlarla arası hiç de fena olmayan Teksas milletvekili Charlie Wilson (Tom Hanks) soğuk savaş döneminde Afganistan'ın Rusya'ya karşı direnişinde, bir köşeye atılmış ajan Gust (Philip Seymour Hoffman) ve Teksas'ın en zengin kadınlarından Joanna Herring (Julia Roberts) ile birlikte destek olur. Bu inanılmaz öykü komünizmin yıkılmasını sağlarken günümüzdeki dünyanın belirlenmesindeki en etkin hareketlerden birinin hikayesi.
Ne anladım; şimdiye kadar pek politikaya bulaşmayan usta sinemacı Mike Nichols, Arron Sorkin'in üstün senaryosuyla belgesel değerinde ama sevimli dille anlatılmış bir komedi çıkarıyor. Dünya tarihini değiştirebilecek olayların bir avuç insan tarafından nasıl olabileceğini hatta olduğunu anlatan film, çok karışık hikayeyi uygun noktalardan alarak temiz, zeki ve komik bir senaryoyla iletiyor. Sonuçta Amerika'nın neden herşeye maydanoz olduğunu sorgulamıyor ama en azından doğru yaptığı işlerde bile yetersiz yöneticiler yüzünden nasıl sonunda çuvalladığını gösteriyor. Tom Hanks Charlie Wilson rolünde gayet inandırıcı bir şekilde çapkın, tasasız ama doğru kartları oynayabilecek politicıyı canlandırıyor. Hoffman bıyıkları ve gözlükleriyle gene bambaşka bir oyun çıkartıyor. Wag The Dog ya da Hunting Party ile aynı kulvarda.
Aklımda kaldı; giriş sahnesinde duasını edip kameraya roketatarı sallayan doğulu animasyonu bütün bu sürecin sonunda yaratılan canavarı temsil ediyor. Gust'ın Wilson'un ofisine ilk geldiği, Wilson'ın bir yandan kendisine açılan dava bir yandan Afganistan konusuyla ilgilendiği volvil tadında sahne. Final repliği: "Bunlar gerçekten oldu. Muhteşemdi ve dünyayı değiştirdi... sonrasını yüzümüze gözümüze bulaştırdık"
Sonuç; gayet güzel
27 nisan pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0472062/
Arama
28 Nisan 2008 Pazartesi
Cloverfield (2008)
** Bu filmin atasını da sevmezdim ben **
Konusu şöyle; okulun bitmesinin ardından Japonya'ya çalışmaya gidecek olan Rob için bir veda partisi düzenlenir. İnsanların ona vedalarını çekmek için Hud'un eline bir kamera verilir. Partinin başlarında büyük patlama sesleri duyulur ve bir felaket yaşanmaya başlanır.
Ne anladım; Lost'u başımıza saran J.J.Abrams'ın başının altından çıkan ve Matt Reeves tarafından çekilmiş bir felaket filmi. Blair Witch'den hatırladığımız aşırı hareketli kamera gene iş başında çünkü hikaye Hud karakterinin elindeki kameranın gözüyle anlatılmış. Olayın neden nasıl başladığı ve sonunda ne olduğu konularına hiç girmeyen hikaye tamamen o sırada orada olmak nasıl bir deneyim olurdu sorusuna odaklanmış. Bunu yaparken de aksiyon sevmezler için uyduruk iki aşk hikayesi attırmış ortaya. Hud neden bu kadar inanılmaz olaylar yaşanırken kameradan başka bir şey düşünmüyor, Rob orada olup olmadığından emin olmadığı kıza ulaşmak için neden bütün şehri katetmeye çalışıyor ve diğer elemanlar niye peşinde koşuyor. Böyle temel sorulara takılınca da filmden bir tat alınmıyor. Transformers sevenler için yapılmış, teknik olarak eksiksiz ama fazlasıyla yapay.
Aklımda kaldı; görüntülerin bir ay öncesinde çekilmiş bir başka kasedin üzerine çekilmiş olması ve oradan görüntülerin arada karşımıza çıkması hoş olmuş.
Sonuç; zorlama olmuş
26 nisan cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt1060277/
Konusu şöyle; okulun bitmesinin ardından Japonya'ya çalışmaya gidecek olan Rob için bir veda partisi düzenlenir. İnsanların ona vedalarını çekmek için Hud'un eline bir kamera verilir. Partinin başlarında büyük patlama sesleri duyulur ve bir felaket yaşanmaya başlanır.
Ne anladım; Lost'u başımıza saran J.J.Abrams'ın başının altından çıkan ve Matt Reeves tarafından çekilmiş bir felaket filmi. Blair Witch'den hatırladığımız aşırı hareketli kamera gene iş başında çünkü hikaye Hud karakterinin elindeki kameranın gözüyle anlatılmış. Olayın neden nasıl başladığı ve sonunda ne olduğu konularına hiç girmeyen hikaye tamamen o sırada orada olmak nasıl bir deneyim olurdu sorusuna odaklanmış. Bunu yaparken de aksiyon sevmezler için uyduruk iki aşk hikayesi attırmış ortaya. Hud neden bu kadar inanılmaz olaylar yaşanırken kameradan başka bir şey düşünmüyor, Rob orada olup olmadığından emin olmadığı kıza ulaşmak için neden bütün şehri katetmeye çalışıyor ve diğer elemanlar niye peşinde koşuyor. Böyle temel sorulara takılınca da filmden bir tat alınmıyor. Transformers sevenler için yapılmış, teknik olarak eksiksiz ama fazlasıyla yapay.
Aklımda kaldı; görüntülerin bir ay öncesinde çekilmiş bir başka kasedin üzerine çekilmiş olması ve oradan görüntülerin arada karşımıza çıkması hoş olmuş.
Sonuç; zorlama olmuş
26 nisan cumartesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt1060277/
26 Nisan 2008 Cumartesi
Kutsal Damacana (2007)
** Verdim kutsalı, verdim kutsalı **
Konusu şöyle; tesadüfen bulunan bir madalyondan içine şeytan kaçan zengin ailenin kızını kurtarmak için çare arayan ablası (Eyşan Özhim) kilisede kalan çulsuz Fikret (Şafak Sezer) i rahip olarak tutar.
Ne anladım; Ahmet Yılmaz'ın Leman'da hep yaptığı, çok klişe bir durumun içine girmiş halis Türk tiplemesini uzun metraj bir filme, Şeytan filminin parodisi bağlamında yaydığı bir senaryo çalışması. Filmin temel direği Şafak Sezer ki onun doğaçlamalarından başka elle tutulur bir fikir yok. Wayans kardeşlerin ünlü filmleri tiye aldıkları ekole göbekten bağlı olan filmde efektler beklenenin üstünde olmasına rağmen kurgu da o derece özensiz. Gora vs tarzından arada 2 kez gülmekten katıldığım ama büyük çoğunluğu zayıf kalan bir film.
Aklımda kaldı; Fikret'in ilk kez kızla karşılaşıp altına kaçırdığı sahne. Şeytanın üzerine kustuğu sahnedeki doğaçlaması sakin ve komikti "38 yaşında adamım. Bu ne şimdi?"..
Sonuç; idare etmez
26 nisan cumartesi izledim
http://beyazperde.mynet.com/film/3799
Konusu şöyle; tesadüfen bulunan bir madalyondan içine şeytan kaçan zengin ailenin kızını kurtarmak için çare arayan ablası (Eyşan Özhim) kilisede kalan çulsuz Fikret (Şafak Sezer) i rahip olarak tutar.
Ne anladım; Ahmet Yılmaz'ın Leman'da hep yaptığı, çok klişe bir durumun içine girmiş halis Türk tiplemesini uzun metraj bir filme, Şeytan filminin parodisi bağlamında yaydığı bir senaryo çalışması. Filmin temel direği Şafak Sezer ki onun doğaçlamalarından başka elle tutulur bir fikir yok. Wayans kardeşlerin ünlü filmleri tiye aldıkları ekole göbekten bağlı olan filmde efektler beklenenin üstünde olmasına rağmen kurgu da o derece özensiz. Gora vs tarzından arada 2 kez gülmekten katıldığım ama büyük çoğunluğu zayıf kalan bir film.
Aklımda kaldı; Fikret'in ilk kez kızla karşılaşıp altına kaçırdığı sahne. Şeytanın üzerine kustuğu sahnedeki doğaçlaması sakin ve komikti "38 yaşında adamım. Bu ne şimdi?"..
Sonuç; idare etmez
26 nisan cumartesi izledim
http://beyazperde.mynet.com/film/3799
24 Nisan 2008 Perşembe
The Nines (2007)
*** Avatarların dünyası ***
Konusu şöyle; ünlü bir oyuncu depresyon sırasında evini yakar ve alkollü araç kullanırken kaza yaparak ev hapsi ile cezalandırılır, bir yazarın senaryosu diziye çekilecektir ancak başrolde oynamasında ısrarcı olduğu kızdan vazgeçerse ve başarılı bir bilgisayar oyun programcısı karısı ve kızıyla yaptığı piknikten dönmek için araçlarına bindiklerinde arabanın çalışmadığını görürler. Bu hikayelerin hepsi de ilginç bir şekilde birbirine bağlıdır.
Ne anladım; genelde Tim Burton filmlerinin senaryoları ile adını duyurmuş olan John August'un ilk uzun metrajı. Temelde yaratıcılık ve bilgisayar oyunu alışkanlıkları veya saplantısı üzerine kurulmuş filmde üç hikaye de aynı oyuncular tarafından canlandırılıyor ve sonuna kadar ilgiyi üzerinde tutuyor ama çok tatmin edici bir şekilde de bitmiyor. Number 23 gibi rakamların gizemi üzerine bir hikaye değil ve türüne korku da denemez. Donnie Darko ve Cronenberg'in Existenz'ini anımsattı bana. Ryan Reynolds üç tipi de aynı şekilde canlandırıyor. Gözümüzün alışmadığı bir tip olan Melissa McCarthy başlarda konuk oyuncu gibi geliyor ama filmin çatısını oluşturuyor.
Aklımda kaldı; filmin başında üç tipin de arabada göründüğü sahne. En sonda mutfaktaki aile sahnesini çok anlamlandıramadım, heralde yaratıcı serbest bırakıyor.
Sonuç; değişik
23 nisan gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0810988/
Konusu şöyle; ünlü bir oyuncu depresyon sırasında evini yakar ve alkollü araç kullanırken kaza yaparak ev hapsi ile cezalandırılır, bir yazarın senaryosu diziye çekilecektir ancak başrolde oynamasında ısrarcı olduğu kızdan vazgeçerse ve başarılı bir bilgisayar oyun programcısı karısı ve kızıyla yaptığı piknikten dönmek için araçlarına bindiklerinde arabanın çalışmadığını görürler. Bu hikayelerin hepsi de ilginç bir şekilde birbirine bağlıdır.
Ne anladım; genelde Tim Burton filmlerinin senaryoları ile adını duyurmuş olan John August'un ilk uzun metrajı. Temelde yaratıcılık ve bilgisayar oyunu alışkanlıkları veya saplantısı üzerine kurulmuş filmde üç hikaye de aynı oyuncular tarafından canlandırılıyor ve sonuna kadar ilgiyi üzerinde tutuyor ama çok tatmin edici bir şekilde de bitmiyor. Number 23 gibi rakamların gizemi üzerine bir hikaye değil ve türüne korku da denemez. Donnie Darko ve Cronenberg'in Existenz'ini anımsattı bana. Ryan Reynolds üç tipi de aynı şekilde canlandırıyor. Gözümüzün alışmadığı bir tip olan Melissa McCarthy başlarda konuk oyuncu gibi geliyor ama filmin çatısını oluşturuyor.
Aklımda kaldı; filmin başında üç tipin de arabada göründüğü sahne. En sonda mutfaktaki aile sahnesini çok anlamlandıramadım, heralde yaratıcı serbest bırakıyor.
Sonuç; değişik
23 nisan gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0810988/
23 Nisan 2008 Çarşamba
À l'intérieur (2007)
*** Son rahat gecenin keyfini çıkar ***
Konusu şöyle; beş aylık hamile olan Sarah (Alysson Paradis) bir trafik kazası geçirir ve erkek arkadaşı ölür. Dört ay sonra doğum günü geldiğinde bir kadın (Beatrice Dalle) evine girmeye çalışır ve çok ısrar eder.
Ne anladım; bol kanlı, gore tipinde korku filmleri son yıllarda Fransa'dan çıkıyor. Küçük bütçeli bu çalışma Alexandre Bustillo'nun ilk uzun metrajı. Çoğunluğu bir evin de içinde geçen hikaye dar mekanda oldukça sinir bozucu olmayı başarıyor. Kesme, biçme, parçalama sahneleri giderek vahşileşip sonuçta merdivenden oluk oluk kan akan finale kadar şiddeti arttırıyor. Hostel'i anımsatan, ama hikayesine daha fazla anlam katabilen, sonuçta tür ile ilgilenenleri tatmin edebilecek bir film.
Aklımda kaldı; girişteki anne rahmindeki huzurlu bebek animasyonunun bir kaza ile kesilen sahnesi. Sonlarda öldü zannettiğimiz bir polisin kalkıp bir de hamile kadına saldırdığı sahne orada anlamsız geliyor, ama kadının ona ateş ettiği silahın öldürücü olmayan bir silah olmasından ama çok yakından ateş etmesinden dolayı beyinde hasar meydana geldiği ve bundan dolayı davranışlarının kontrolsüz olduğu yönünde bir yorum okudum.
Sonuç; sinir bozucu
22 nisan salı gecesi izledik
http://imdb.com/title/tt0856288/
Konusu şöyle; beş aylık hamile olan Sarah (Alysson Paradis) bir trafik kazası geçirir ve erkek arkadaşı ölür. Dört ay sonra doğum günü geldiğinde bir kadın (Beatrice Dalle) evine girmeye çalışır ve çok ısrar eder.
Ne anladım; bol kanlı, gore tipinde korku filmleri son yıllarda Fransa'dan çıkıyor. Küçük bütçeli bu çalışma Alexandre Bustillo'nun ilk uzun metrajı. Çoğunluğu bir evin de içinde geçen hikaye dar mekanda oldukça sinir bozucu olmayı başarıyor. Kesme, biçme, parçalama sahneleri giderek vahşileşip sonuçta merdivenden oluk oluk kan akan finale kadar şiddeti arttırıyor. Hostel'i anımsatan, ama hikayesine daha fazla anlam katabilen, sonuçta tür ile ilgilenenleri tatmin edebilecek bir film.
Aklımda kaldı; girişteki anne rahmindeki huzurlu bebek animasyonunun bir kaza ile kesilen sahnesi. Sonlarda öldü zannettiğimiz bir polisin kalkıp bir de hamile kadına saldırdığı sahne orada anlamsız geliyor, ama kadının ona ateş ettiği silahın öldürücü olmayan bir silah olmasından ama çok yakından ateş etmesinden dolayı beyinde hasar meydana geldiği ve bundan dolayı davranışlarının kontrolsüz olduğu yönünde bir yorum okudum.
Sonuç; sinir bozucu
22 nisan salı gecesi izledik
http://imdb.com/title/tt0856288/
20 Nisan 2008 Pazar
2 Days In Paris (2007)
**** Komantik romedi ****
Konusu şöyle; Marion (Julie Delpy) ve Jack (Adam Goldberg) pek de iyi geçmeyen bir Venedik tatilinden dönüşte Amerika uçağına binmeden önce Marion'un ailesinin yanında Paris'te iki gün geçirirler. Jack Marion'un kendisinden önceki yaşamı ve daha önce pek görmediği, kişiliğinin farklı bir yüzüyle tanışır.
Ne anladım; Before Sunrise ve Before Sunset'den çok konuşma konusunda antrenmanlı olan Julie Delpy kendi aşk, seks ve ilişki konulu filmini çekmiş. Oynadığı filmlerin ve özellikle Woody Allen etkisinin hissedildiği filmde saflığın ötesine geçip ilişkinin kirli detaylarına da bulaşmaktan hiç çekinmiyor Delpy. Karakterleri izleyiciye sevdirmek gibi bir çabasının olmaması ötesinde bir noktadan sonra "ne halleri varsa görsünler" dedirtecek gerçekçilikte iki kişi yaşıyor ekranda.
Aklımda kaldı; Jack'in balonlu fotosu. Metrodaki takip eden adama attığı zoraki ve başarısız bakış. Daniel Brühl'ün canlandırdığı empatik devrimci. Jack'in Bush taraftarlarına yaptığı yanlış yol tarifi. Babanın Jack'i yemekte sınavdan geçirdiği sahne.
Sonuç; izlenir
20 nisan pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0841044/
Konusu şöyle; Marion (Julie Delpy) ve Jack (Adam Goldberg) pek de iyi geçmeyen bir Venedik tatilinden dönüşte Amerika uçağına binmeden önce Marion'un ailesinin yanında Paris'te iki gün geçirirler. Jack Marion'un kendisinden önceki yaşamı ve daha önce pek görmediği, kişiliğinin farklı bir yüzüyle tanışır.
Ne anladım; Before Sunrise ve Before Sunset'den çok konuşma konusunda antrenmanlı olan Julie Delpy kendi aşk, seks ve ilişki konulu filmini çekmiş. Oynadığı filmlerin ve özellikle Woody Allen etkisinin hissedildiği filmde saflığın ötesine geçip ilişkinin kirli detaylarına da bulaşmaktan hiç çekinmiyor Delpy. Karakterleri izleyiciye sevdirmek gibi bir çabasının olmaması ötesinde bir noktadan sonra "ne halleri varsa görsünler" dedirtecek gerçekçilikte iki kişi yaşıyor ekranda.
Aklımda kaldı; Jack'in balonlu fotosu. Metrodaki takip eden adama attığı zoraki ve başarısız bakış. Daniel Brühl'ün canlandırdığı empatik devrimci. Jack'in Bush taraftarlarına yaptığı yanlış yol tarifi. Babanın Jack'i yemekte sınavdan geçirdiği sahne.
Sonuç; izlenir
20 nisan pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0841044/
15 Nisan 2008 Salı
Death At A Funeral (2007)
**** Ölünün kirli ve komik çamaşırları ****
Konusu şöyle; Daniel evli olmasına rağmen babasının yanında yaşamaktadır. Babasının ölümüyle cenazesini düzenleme görevi de onun olur. Tüm aileyi bir araya toplayan düğüne Amerika'daki başarılı yazar olan kardeşi ve daha birçok ilginç akraba toplanır.
Ne anladım; sürekli farklı türde filmlere bulaşmayı seven Frank Oz'dan bence en başarılı olduğu tür olan komedi tarzında bir film. Bu sefer karanlık, İngiliz mizahını alıyor, durum komedisini en cüretkar şekilde kullanıyor. Ölen babanın cüce bir erkekle ilişkisi gibi absürtlüğün zirvesinde bir noktaya kadar gelen film birden fazla sahnede insanın gülerek patlamasına sebep oluyor.
Aklımda kaldı; giriş jeneriğinde kesik çizgilerden yürüyen tabut animasyonu, eve varıp tabutun içeri yerleştirilmesi ve tabutun açılması sahnesi. Halüsinasyonları giderek coşan eleman.
Sonuç; eğlenceli
14 nisan ptesi izledim
http://imdb.com/title/tt0795368/
Konusu şöyle; Daniel evli olmasına rağmen babasının yanında yaşamaktadır. Babasının ölümüyle cenazesini düzenleme görevi de onun olur. Tüm aileyi bir araya toplayan düğüne Amerika'daki başarılı yazar olan kardeşi ve daha birçok ilginç akraba toplanır.
Ne anladım; sürekli farklı türde filmlere bulaşmayı seven Frank Oz'dan bence en başarılı olduğu tür olan komedi tarzında bir film. Bu sefer karanlık, İngiliz mizahını alıyor, durum komedisini en cüretkar şekilde kullanıyor. Ölen babanın cüce bir erkekle ilişkisi gibi absürtlüğün zirvesinde bir noktaya kadar gelen film birden fazla sahnede insanın gülerek patlamasına sebep oluyor.
Aklımda kaldı; giriş jeneriğinde kesik çizgilerden yürüyen tabut animasyonu, eve varıp tabutun içeri yerleştirilmesi ve tabutun açılması sahnesi. Halüsinasyonları giderek coşan eleman.
Sonuç; eğlenceli
14 nisan ptesi izledim
http://imdb.com/title/tt0795368/
13 Nisan 2008 Pazar
King Of California (2007)
** Çıplak çinli adamlar **
Konusu şöyle; iki senedir akıl hastanesinde yatan babası (Michael Douglas)'ın taburcu olup yeniden hayatına girmesi ile Mac Donalds' da çalışarak hayatını ancak idare eden Miranda (Evan Rachel Wood)'nın yaşamı altüst olur. Üstüne üstlük babası hastanede bir hazinenin gömülü olduğu yerin şifresini çözdüğü saplantısını edinmiştir.
Ne anladım; Alexander Payne himayesinde Mike Cahill tarafından yazılıp yönetilen bir film. Akıl sağlığı yerinde olmayan Charlie'nin çılgın sayıklamaları acaba gerçek mi hayal mi ikilemini ve kızıyla kaybettiği zamanı telafi edebilecek mi sorusunu cevaplamaya çalışan hikaye afişi ve tiplemesi ile Fisher King'i anımsatıyor. Douglas çatlak tiplemesi ile ilgi çekiyor ama iki ana karakter de bana çok yapay geldi, çoğunlukla oyunculuğu da zayıf buldum. Acı komedi denilebilecek tarzda, Payne'nin yaptıklarıyla uyumlu ama onlardaki güldüren anlardan mahrum kalmış bir film. Koskoca binanın iki metre altından kimsenin farketmediği bir nehir geçiyor olması gibi anlamsız bir çıkış noktası hikayenin masalsı olmasından ziyade pek üzerinde düşünülmemiş olmasıyla bağlantılı kanımca.
Aklımda kaldı; swingers grupçu demekmiş. Charlie'nin kızına, "hiç bir dahinin çok iyi babası olduğunu duymadım" ile başlayan itirafları.
Sonuç; pek sevmedim
13 nisan pazar günü izledim
http://imdb.com/title/tt0388182/
Konusu şöyle; iki senedir akıl hastanesinde yatan babası (Michael Douglas)'ın taburcu olup yeniden hayatına girmesi ile Mac Donalds' da çalışarak hayatını ancak idare eden Miranda (Evan Rachel Wood)'nın yaşamı altüst olur. Üstüne üstlük babası hastanede bir hazinenin gömülü olduğu yerin şifresini çözdüğü saplantısını edinmiştir.
Ne anladım; Alexander Payne himayesinde Mike Cahill tarafından yazılıp yönetilen bir film. Akıl sağlığı yerinde olmayan Charlie'nin çılgın sayıklamaları acaba gerçek mi hayal mi ikilemini ve kızıyla kaybettiği zamanı telafi edebilecek mi sorusunu cevaplamaya çalışan hikaye afişi ve tiplemesi ile Fisher King'i anımsatıyor. Douglas çatlak tiplemesi ile ilgi çekiyor ama iki ana karakter de bana çok yapay geldi, çoğunlukla oyunculuğu da zayıf buldum. Acı komedi denilebilecek tarzda, Payne'nin yaptıklarıyla uyumlu ama onlardaki güldüren anlardan mahrum kalmış bir film. Koskoca binanın iki metre altından kimsenin farketmediği bir nehir geçiyor olması gibi anlamsız bir çıkış noktası hikayenin masalsı olmasından ziyade pek üzerinde düşünülmemiş olmasıyla bağlantılı kanımca.
Aklımda kaldı; swingers grupçu demekmiş. Charlie'nin kızına, "hiç bir dahinin çok iyi babası olduğunu duymadım" ile başlayan itirafları.
Sonuç; pek sevmedim
13 nisan pazar günü izledim
http://imdb.com/title/tt0388182/
Into The Wild (2007)
***** Happiness only real when shared *****
Konusu şöyle; üniversiteden mezun olduğu dönemde içinde yaşadığı toplumun tüm gereklerinden uzaklaşmaya karar veren, çok başarılı bir öğrenci ve atlet olan Christopher McCandless (Emile Hirsh) , tüm birikimini hayır kurumuna bağışlar, birkaç parça eşyası ile kendini yollara vurur. Hedefi önce batıya, sonra kuzeye gitmek ve Alaska'da doğada bir süre yaşamaktır. Bu yolculuk sırasında hayatını etkileyen ve etkilediği insanlarla tanışacaktır.
Ne anladım; 1990 - 1992 arasında ortadan kaybolan ve kendisine Alexander Supertramp ismini takan Chris'in hikayesi Jon Krakauer tarafından izi sürülerek, tanıştığı kişilere ulaşılarak bir roman haline getirilmiş. Sean Penn bu kitabın film uyarlamasında döktürüyor. Ruhunda kendisini özdeşleştirdiği belli olan bu çocuğun hikayesinde nihayetinde tarafsız davranmayı da başarmış Penn. Üç zaman ve mekanda geçiyor hikaye; önce mezun olduğu dönem, yolculuğun başlangıcı ve sonrasında ailesini anlatan bir iz var. Sihirli Otobüste Alaska'da geçen zaman var, bir de yolculuk sırasında karşılaşılan kişiler; hippi çift, buğdağ biçmeyi öğreten çılgın çiftçi, hayattan atölyesinde saklanan yaşlı asker emeklisi. Alpha Dog'daki sinirli abi Emile Hirsh mükemmel oynuyor Chris'i. Eddie Vedder'in vokal ve müzikleri filmin her yanına yayılmış ve mükemmel temalar yaratıyor. Anlatım olarak bana anımsattığı film Thin Red Line oldu. Nasıl bir çıkışsızlık içinde olduğumuzu ağır bir şekilde gösteren dehşet bir film.
Aklımda kaldı; California'da şehre girdiği, kalacak yer bulduğu ama bir lokantanın penceresinden gördüğü olmak istemediği tiplerden midesinin bulandığı ve koşarak uzaklaştığı sahne. Yaşlı amcayı tepeyi çıkmaya ikna ettiği sahne. Finalde otobüsten yükselen ve doğayı alabildiğine gözler önüne seren kamera.
Sonuç; çok etkileyici.
13 nisan pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0758758/
Konusu şöyle; üniversiteden mezun olduğu dönemde içinde yaşadığı toplumun tüm gereklerinden uzaklaşmaya karar veren, çok başarılı bir öğrenci ve atlet olan Christopher McCandless (Emile Hirsh) , tüm birikimini hayır kurumuna bağışlar, birkaç parça eşyası ile kendini yollara vurur. Hedefi önce batıya, sonra kuzeye gitmek ve Alaska'da doğada bir süre yaşamaktır. Bu yolculuk sırasında hayatını etkileyen ve etkilediği insanlarla tanışacaktır.
Ne anladım; 1990 - 1992 arasında ortadan kaybolan ve kendisine Alexander Supertramp ismini takan Chris'in hikayesi Jon Krakauer tarafından izi sürülerek, tanıştığı kişilere ulaşılarak bir roman haline getirilmiş. Sean Penn bu kitabın film uyarlamasında döktürüyor. Ruhunda kendisini özdeşleştirdiği belli olan bu çocuğun hikayesinde nihayetinde tarafsız davranmayı da başarmış Penn. Üç zaman ve mekanda geçiyor hikaye; önce mezun olduğu dönem, yolculuğun başlangıcı ve sonrasında ailesini anlatan bir iz var. Sihirli Otobüste Alaska'da geçen zaman var, bir de yolculuk sırasında karşılaşılan kişiler; hippi çift, buğdağ biçmeyi öğreten çılgın çiftçi, hayattan atölyesinde saklanan yaşlı asker emeklisi. Alpha Dog'daki sinirli abi Emile Hirsh mükemmel oynuyor Chris'i. Eddie Vedder'in vokal ve müzikleri filmin her yanına yayılmış ve mükemmel temalar yaratıyor. Anlatım olarak bana anımsattığı film Thin Red Line oldu. Nasıl bir çıkışsızlık içinde olduğumuzu ağır bir şekilde gösteren dehşet bir film.
Aklımda kaldı; California'da şehre girdiği, kalacak yer bulduğu ama bir lokantanın penceresinden gördüğü olmak istemediği tiplerden midesinin bulandığı ve koşarak uzaklaştığı sahne. Yaşlı amcayı tepeyi çıkmaya ikna ettiği sahne. Finalde otobüsten yükselen ve doğayı alabildiğine gözler önüne seren kamera.
Sonuç; çok etkileyici.
13 nisan pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0758758/
Bee Movie (2007)
** - Neden her yere uçarak gitmiyorsunuz? - Siz neden her yere koşarak gitmiyorsunuz? **
Konusu şöyle; standart bir arı olan Barry B. Benson (Jerry Seinfeld) yaşamının üçüncü gününde okuldan mezun olur ve bal üretimine katılmak olan uzun ve sıkıcı mesleğine başlamak üzere olduğunu öğrenir. Başladıktan sonra işini ömrü boyunca değiştiremeyeceği gerçeği, önce biraz dünyayı görme arzusu doğurur ve polen dağıtıcılarının arasına katıldığı bir görevde Vanessa (Renee Zellweger) isimli bir kız hayatını kurtarır.
Ne anladım; Seinfeld'in ana karakteri seslendirmenin yanında senaryosunu da yazdığı bir animasyon fikri heyecanlandırıcı, ancak tıpkı Karınca Z ve Woody Allen projesinin bekleneni verememesi gibi bu da yoğun bir olmamışlık hissi bırakıyor. Hikaye gayet marksist bir toplumda herkesin görevini ifa ettiği ve ihtiyacı olan kadarını tükettiği, biçilmiş rollerin özgürlükçü bireyler için nasıl bir hapishane olacağını göstermekle işe başlıyor. Asi kahraman bu zinciri kendisi için kırmaya çalışırken aslında tüm arıların sömürüldüğü daha büyük bir dünyayı keşfediyor ve bu sefer insanların yöntemleriyle hakkını arıyor. Sonuçta sömürü ortadan kalkınca doğal yaşamı ayakta tutan polen taşıma işlevi yok oluyor ve dünya tam arızaya giriyor. Orta yolu bulmaya çalışan ama sonuç olarak kapitalist sistem olmasa mahvoluruz mu diyor nedir anlamadığım ilginç bir keşmekeş. Bir arının insanla romantik ilişkisi gibi zaman doldurmak için konulmuş senaryo araçları ise hiç işlemiyor ve havaya karışıp gidiyor. Espriler de çok sofistike kalınca hep geriden gelip anlamaya çalışıyoruz.
Aklımda kaldı; araba camında tanıştığı ve Chris Rock'ın seslendirdiği geyikkanı. Sting'in adı arılarla hiç alakası olmadığı halde (bildiğim kadarıyla yüzüklerin efendisindeki kılıcın isminden almış) ısrarla espri konusu yapması, ve yine arılar ve yahudilik gibi zorlama espriler. Ray Liotta ballar ve mahkeme sahnesi.
Sonuç; olmamış
12 nisan ctesi izledim
http://imdb.com/title/tt0389790/
Konusu şöyle; standart bir arı olan Barry B. Benson (Jerry Seinfeld) yaşamının üçüncü gününde okuldan mezun olur ve bal üretimine katılmak olan uzun ve sıkıcı mesleğine başlamak üzere olduğunu öğrenir. Başladıktan sonra işini ömrü boyunca değiştiremeyeceği gerçeği, önce biraz dünyayı görme arzusu doğurur ve polen dağıtıcılarının arasına katıldığı bir görevde Vanessa (Renee Zellweger) isimli bir kız hayatını kurtarır.
Ne anladım; Seinfeld'in ana karakteri seslendirmenin yanında senaryosunu da yazdığı bir animasyon fikri heyecanlandırıcı, ancak tıpkı Karınca Z ve Woody Allen projesinin bekleneni verememesi gibi bu da yoğun bir olmamışlık hissi bırakıyor. Hikaye gayet marksist bir toplumda herkesin görevini ifa ettiği ve ihtiyacı olan kadarını tükettiği, biçilmiş rollerin özgürlükçü bireyler için nasıl bir hapishane olacağını göstermekle işe başlıyor. Asi kahraman bu zinciri kendisi için kırmaya çalışırken aslında tüm arıların sömürüldüğü daha büyük bir dünyayı keşfediyor ve bu sefer insanların yöntemleriyle hakkını arıyor. Sonuçta sömürü ortadan kalkınca doğal yaşamı ayakta tutan polen taşıma işlevi yok oluyor ve dünya tam arızaya giriyor. Orta yolu bulmaya çalışan ama sonuç olarak kapitalist sistem olmasa mahvoluruz mu diyor nedir anlamadığım ilginç bir keşmekeş. Bir arının insanla romantik ilişkisi gibi zaman doldurmak için konulmuş senaryo araçları ise hiç işlemiyor ve havaya karışıp gidiyor. Espriler de çok sofistike kalınca hep geriden gelip anlamaya çalışıyoruz.
Aklımda kaldı; araba camında tanıştığı ve Chris Rock'ın seslendirdiği geyikkanı. Sting'in adı arılarla hiç alakası olmadığı halde (bildiğim kadarıyla yüzüklerin efendisindeki kılıcın isminden almış) ısrarla espri konusu yapması, ve yine arılar ve yahudilik gibi zorlama espriler. Ray Liotta ballar ve mahkeme sahnesi.
Sonuç; olmamış
12 nisan ctesi izledim
http://imdb.com/title/tt0389790/
6 Nisan 2008 Pazar
August Rush (2007)
** Yemekten çok müziği seven çocuk **
Konusu şöyle; biri çellist diğeri rock grubunda solist olan Lyla ve Louis bir partide tanışırlar ve geceyi birlikte geçirirler. Lyla'nın korumacı babası kızını şehirden uzaklaştırınca çift birbirini kaybeder ancak tek gecelik ilişkilerinin meyvesi bir çocukları olacaktır.
Ne anladım; Oliver Twist'in çok serbest bir uyarlaması da denilen hikaye mucize oyuncu Freddie Highmore'un canlandırdığı Evan Taylor karakteri etrafında gelişiyor. Etrafındaki sesleri bir müzik olarak algılayan ve küçük bir dahi olan Evan, anne babasını bulmanın yolunun müzikten geçtiğine karar veriyor, şehirde küçük müzisyenlerden bir koloni kuran Büyücü (Robin Williams)'nün mekanına yolu düşüyor. Bilinçli ve aşırı bir duygusallığa bulanmış hikaye bir masal anlatıyor ancak o dünyaya ait öğeler içermeyince herşey abuk sabuk geliyor. Görür görmez müzik aletlerini çalan, Julliard'a giriveren on yaşında bir mucize çocuk tek saçmalık değil. Lyla ve Louis'in ilk görüşte hemencecik bir terasta olaya girivermesinden Lylanın on yıl sonra bile hiç tanımadığı çocuğuyla aynı cümleyi kurması gibi hiç akılkarı olmayan öğelerle dolu film. Katlanılır gibi değil.
Aklımda kaldı; gitarı darbuka gibi çaldığı sahne.
Sonuç; kepazelik
6 nisan pazar gündüz izledik
http://www.imdb.com/title/tt0426931/
Konusu şöyle; biri çellist diğeri rock grubunda solist olan Lyla ve Louis bir partide tanışırlar ve geceyi birlikte geçirirler. Lyla'nın korumacı babası kızını şehirden uzaklaştırınca çift birbirini kaybeder ancak tek gecelik ilişkilerinin meyvesi bir çocukları olacaktır.
Ne anladım; Oliver Twist'in çok serbest bir uyarlaması da denilen hikaye mucize oyuncu Freddie Highmore'un canlandırdığı Evan Taylor karakteri etrafında gelişiyor. Etrafındaki sesleri bir müzik olarak algılayan ve küçük bir dahi olan Evan, anne babasını bulmanın yolunun müzikten geçtiğine karar veriyor, şehirde küçük müzisyenlerden bir koloni kuran Büyücü (Robin Williams)'nün mekanına yolu düşüyor. Bilinçli ve aşırı bir duygusallığa bulanmış hikaye bir masal anlatıyor ancak o dünyaya ait öğeler içermeyince herşey abuk sabuk geliyor. Görür görmez müzik aletlerini çalan, Julliard'a giriveren on yaşında bir mucize çocuk tek saçmalık değil. Lyla ve Louis'in ilk görüşte hemencecik bir terasta olaya girivermesinden Lylanın on yıl sonra bile hiç tanımadığı çocuğuyla aynı cümleyi kurması gibi hiç akılkarı olmayan öğelerle dolu film. Katlanılır gibi değil.
Aklımda kaldı; gitarı darbuka gibi çaldığı sahne.
Sonuç; kepazelik
6 nisan pazar gündüz izledik
http://www.imdb.com/title/tt0426931/
The Flying Scotsman (2006)
*** Uçan iskoçyalı ***
Konusu şöyle; dünya şampiyonluğu ile bisiklet ile kuryelik arasında gidip gelen ünlü İrlanda'lı bisikletçi Greame Obree'nin şampiyonluk hikayesi.
Ne anladım; Obree evdeki çamaşır makinası gibi parçalardan kendi bisikletini üretmiş, 24 saat içerisinde iki kez dünya rekoru denesinde bulunmuş, süperman pozisyonu denilen ve sonradan yasaklanan sürüş tekniğini keşfetmiş ve pek bilinmeyen bir sporcuymuş. Film bu ilginç hayattan küçük parçalar alıp süresini dolduruyor ama pek anlamlı bir bütün oluşturamıyor. Federasyon başkanının düşmanlığını anlamlandıramıyoruz, ilk bisikletinin mahalledeki kabadayılardan kaçmasını sağlaması komik kaçıyor, ruh sağlığının pek sağlam olmadığı belli ama sebebi var mı yok mu, ya da bir anlamı var mı hikayemiz için, anlaşılamıyor. Özellikle Billy Boyd'un (LOTRden Pippin) felaket ağır İrlanda aksanı çok dikkat çekiyor. Sonuçta "he demek ki böyle bir adam varmış" dedirtmek ve insanın bisiklete binesini getirmek dışında bir marifeti yok filmin.
Aklımda kaldı; acaip bisikleti ve kaskları. Cam kapının ardından kabadayının konuştuğu sahne.
Sonuç; çok da lazım değil
6 nisan pazar sabahı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0472268/
Konusu şöyle; dünya şampiyonluğu ile bisiklet ile kuryelik arasında gidip gelen ünlü İrlanda'lı bisikletçi Greame Obree'nin şampiyonluk hikayesi.
Ne anladım; Obree evdeki çamaşır makinası gibi parçalardan kendi bisikletini üretmiş, 24 saat içerisinde iki kez dünya rekoru denesinde bulunmuş, süperman pozisyonu denilen ve sonradan yasaklanan sürüş tekniğini keşfetmiş ve pek bilinmeyen bir sporcuymuş. Film bu ilginç hayattan küçük parçalar alıp süresini dolduruyor ama pek anlamlı bir bütün oluşturamıyor. Federasyon başkanının düşmanlığını anlamlandıramıyoruz, ilk bisikletinin mahalledeki kabadayılardan kaçmasını sağlaması komik kaçıyor, ruh sağlığının pek sağlam olmadığı belli ama sebebi var mı yok mu, ya da bir anlamı var mı hikayemiz için, anlaşılamıyor. Özellikle Billy Boyd'un (LOTRden Pippin) felaket ağır İrlanda aksanı çok dikkat çekiyor. Sonuçta "he demek ki böyle bir adam varmış" dedirtmek ve insanın bisiklete binesini getirmek dışında bir marifeti yok filmin.
Aklımda kaldı; acaip bisikleti ve kaskları. Cam kapının ardından kabadayının konuştuğu sahne.
Sonuç; çok da lazım değil
6 nisan pazar sabahı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0472268/
5 Nisan 2008 Cumartesi
Juno (2007)
***** It started with a chair *****
Konusu şöyle; on altı yaşındaki Juno (Ellen Page) Bleeker (Michael Cera) ile ilk birlikteliğinden hamile kalır. Juno bebeği dünyaya getirmeye ve iyi bakılacağına inanacağı bir ailenin yanına evlatlık vermeye karar verir.
Ne anladım; geçtiğimiz sene Thank You For Smoking'ini izlediğimiz Jason Reitman, eski striptizci yeni senarist Diablo Cody'nin hikayesini perdeye taşıyor. Genç yaşta cinsel ilişki ve üstüne hamilelik gibi bir çıkış noktasından gelen hikaye hiç klişelere yüz vermeden özgün bir yol çizerek unutulmaz karakterler yaratıyor. Başta Juno'ya hayat veren Page, yeniyetme ağzıyla birbiri ardına inciler döktürüyor. Superbad'in kankalarından Cera gene silik ama kendine has bir dünyası olan genç rolünde. Evlatlık edinmeye çalışan çiftte Jason Bateman artık kadayıf olmuş ama umutlarını yitirmemiş bir büyümeyen çocuk ve gözü bebek edinmekten başka bir şey görmeyen anne adayı Jennifer Garner. Juno'nun ebeveynleri en sevilesi büyükler. Kıvrak, gerçekçi ve sürekli ilgili ayakta tutan senaryo gerçekten dikkat çekici.
Aklımda kaldı; annenin ultrason sonrası teknisyeni haşladığı sahne. Finalde "Anyone Else But You" yu karşılıklı çaldıkları sahne. Sürekli kadrajdan geçen koşu takımı. Bleeker'ın kazandığı koşu sonrası devam ederek merdivenlerden çıktığı sahne. Mac'in Juno'ya aşk dersi verdiği sahne. Alışveriş merkezinde Juno ile Vanessa'nın karşılaştığı sahne
Sonuç; daha ne olsun
4 nisan cuma gecesi tolga ve şölen'le izledik
http://www.imdb.com/title/tt0467406/
Konusu şöyle; on altı yaşındaki Juno (Ellen Page) Bleeker (Michael Cera) ile ilk birlikteliğinden hamile kalır. Juno bebeği dünyaya getirmeye ve iyi bakılacağına inanacağı bir ailenin yanına evlatlık vermeye karar verir.
Ne anladım; geçtiğimiz sene Thank You For Smoking'ini izlediğimiz Jason Reitman, eski striptizci yeni senarist Diablo Cody'nin hikayesini perdeye taşıyor. Genç yaşta cinsel ilişki ve üstüne hamilelik gibi bir çıkış noktasından gelen hikaye hiç klişelere yüz vermeden özgün bir yol çizerek unutulmaz karakterler yaratıyor. Başta Juno'ya hayat veren Page, yeniyetme ağzıyla birbiri ardına inciler döktürüyor. Superbad'in kankalarından Cera gene silik ama kendine has bir dünyası olan genç rolünde. Evlatlık edinmeye çalışan çiftte Jason Bateman artık kadayıf olmuş ama umutlarını yitirmemiş bir büyümeyen çocuk ve gözü bebek edinmekten başka bir şey görmeyen anne adayı Jennifer Garner. Juno'nun ebeveynleri en sevilesi büyükler. Kıvrak, gerçekçi ve sürekli ilgili ayakta tutan senaryo gerçekten dikkat çekici.
Aklımda kaldı; annenin ultrason sonrası teknisyeni haşladığı sahne. Finalde "Anyone Else But You" yu karşılıklı çaldıkları sahne. Sürekli kadrajdan geçen koşu takımı. Bleeker'ın kazandığı koşu sonrası devam ederek merdivenlerden çıktığı sahne. Mac'in Juno'ya aşk dersi verdiği sahne. Alışveriş merkezinde Juno ile Vanessa'nın karşılaştığı sahne
Sonuç; daha ne olsun
4 nisan cuma gecesi tolga ve şölen'le izledik
http://www.imdb.com/title/tt0467406/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)