Arama

30 Mayıs 2008 Cuma

Indiana Jones And The Kingdom Of The Crystal Skull (2008)

*** Indy'nin son sözü "I like Ike" ***

Konusu şöyle; başlarında Irina Spalko (Cate Blanchett) bulunan Rus askeri ekibi Indiana Jones (Harrison Ford)'dan hükümetin deposunda bulunan gizemli bir kutuyu bulmasını ister. Aradıkları Kristal Kafatasıdır ve Amazonlara kadar uzanan bir yarış başlar.

Ne anladım; 2000'li yıllar tüm bir popüler kültürün doğuş yıllarına saygı sunuşunu yapmaya devam ediyor. Star Wars, Rocky ve Rambolar gibi eski dostların yeni ve şimdilik son maceralarını izliyoruz ve belki son bir kez görüyoruz. En sıradan kahraman Indiana Jones'un da model alındığı bazı filmleri izledik yakın zamanda Tomb Raider, National Treasure serileri gibi. Spielberg ve Lucas uzun süren bir hazırlık ve karar sürecinin sonucunda yeni ve son macerayı karşımıza çıkardı nihayet. Açıkçası önceki filmleri unutarak izlemeye başlayınca filmin girişi ile bir hayal kırıklığı sarıyor. Her şey fazla çocukça ve mantıksız geliyor, ama aslında bu serinin fantastik bacağını unutmamızdan kaynaklanıyor. Evet Indy bir süper kahraman değil ama fiziksel kurallara çok sadık bir dünyada da yaşamıyor. İlk üç filmdeki hikaye şablonu burada da büyük bir tutuculukla sahneleniyor, üçüncü filmde babasıyla ilişkilerine gülerken burada oğluna nasıl yaklaştığını görüyoruz. Amazonlardaki arabalı kovalamaca, finalde gizemin çözüldüğü tapınağın yıkılması ve son anda kurtuluşlar hep daha önce gördüğümüz hikaye yapıtaşları. Bir anlamda Spielberg seriyi bu film ile temize çekmiş, ilk kez bu filmi izleyen bir çocuğun hayalgücünü nasıl tetikleyeceğini görmek çok da zor değil.

Aklımda kaldı; nükleer deneme sahnesi. Bu filmde tiksinti sembolü insan yiyen karıncalar olmuş. Ormandaki arabalı kovalamaca sahnesi.

Sonuç; yakışır.

30 mayıs cuma gecesi sinemaya gittik

http://www.imdb.com/title/tt0367882/

28 Mayıs 2008 Çarşamba

The Bank Job (2008)

*** Banka işi ***

Konusu şöyle; Martine (Saffron Burrows) Terry'ye (Jason Statham) bir bankanın güvenlik sisteminin değişeceği ve kasaların soyulması için çok uygun bir zaman olacağı bilgisini verir. Borçlarından dolayı iyice sıkıntıda olan Terry'de bir kaç kişilik bir ekiple soygun işine girer, ancak hedefteki kasalarda kraliyet ailesinden polis teşkilatına neredeyse tüm Londra'nın kirli çamaşırlarının belgeleri vardır.

Ne anladım; 1971'de gerçekleşen ve halen aydınlanmamış bir soygundan esinlenilmiş gerçek bir hikaye. Bol karakterli hikaye bir Guy Ritchie filmi gibi başlıyor, üstelik yönetmen Roger Donaldson (Cocktail, No Way Out, Thirteen Days) Ancak anlatım yapaylıktan hiç uzaklaşamıyor. Gerçek bir hikayenin bu kadar inandırıcılıktan uzak olması sonuçta ciddi kötü bir yönetimden kaynaklanıyor kanımca. Senaryo boşlukları da rahatsızlığı arttırıyor (adamların işyerine ulaşıveren "kötü adamların" evindeki karısı ve çocuklarına haydi haydi ulaşması gerekmez mi) Statham tüm sinema kariyerini tek karakteri canlandırarak tamamlayacak herhalde. Filmin öykündüğü kaliteli soygun filmlerini yad ettirmekten başka pek bir artısı yok. Sonuç olarak da sevimli banka soyguncusu yozlaşmış polislerden daha masumdur mu diyor ne..

Aklımda kaldı; walkie-talkie ve ambulans numarası gayet iyiydi.

Sonuç; eh işte

28 mayıs çarşamba izledik

http://www.imdb.com/title/tt0200465/

26 Mayıs 2008 Pazartesi

La Habitacion De Fermat (2007)

*** Pazar bulmacası ***

Konusu şöyle; kendilerine sorulan soruyu doğru bilen dört matematikçi, kim olduğunu bilmedikleri biri tarafından dünyanın en gizemli sorusunu çözmek üzere ıssız bir eve davet edilirler. Kilitli kaldıkları odada sürekli sorular gelmekte ve süreyi geçirdikleri her an odanın duvarları daralmaktadır.

Ne anladım; Luis Piedrahita ve Rodrigo Sopena ikilisinin yazıp yönettiği tek mekanda geçen bir gerilim. İlk bakışta Testere (ama hiç kansız ve mide bulandırıcı olmayan bir versiyonu) ve Küp'ü (ama tek küp) anımsatan film nihayetinde whodunit tarzı finale çözümleniyor. Sanki cinayet işlenmiş de Poirot katili açıklamak için bu karakterleri odada toplamış gibi. Matematik üzerine olan filmde cevaplanmak üzere gönderilen gerilim unsuru sorular hep bilindik matematik ve mantık soruları, zaten izleyicinin de üzerinde düşünmesi istenen kısım orası değil, o yüzden katılım bekleyen ve o türden keyif veren bir film değil. Eli yüzü düzgün bir gizem hikayesi.

Aklımda kaldı; "kazalarda ölenlerin %75'i emniyet kemeriyle ölüyor" Çoban neden kurdu nehirden karşıya geçirmek istesin ki?

Sonuç; izlenir

25 mayıs pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1016301/

Superstar : The Karen Carpenter Story (1987)

**** İyi ki bugün bir filmi bulmanın birden fazla yolu var ****

Konusu şöyle; 70'lerin ünlü grubu Carpenters'ı oluşturan kızkardeş Karen'ın Anoreksi hastalığı ile mücadelesi.

Ne anladım; Todd Haynes'in I'm Not There'ini izlediğim bugün bu ilk projelerinden birini de izleme fırsatı buldum. Bu kısa film, sonrasında içindeki parçalar izinsiz kullanıldığı için ağabey Richard tarafından dava açılmış ve 1990'da piyasadan kaldırılmış, yani yasaklı bir film. 70'lerdeki tüm o protest , asi gençlik, dünyayı değiştirme hareketlerine karşı munis bir tavıra sahip (hatta hiç bir tavrı olmayan) laylaylom grubu Carpenters muhafazakar piyasa tarafından çok benimsenip pompalanmış bir pop grubu. Giderek zayıflık takıntısı ile anoreksinin pençesine düşen solist Karen'ın abisi ve ailesini, genelde de tüm bir Amerikan değerleri perdesini arkaplana yerleştiren filmin en çarpıcı olayı Barbi bebeklerle çekilmiş olması elbette. Ancak hem fikrin konuya tamamen uyması, hem de düşük bütçeye rağmen başarılı seslendirme ile iyi uygulama etkili bir film çıkartıyor ortaya.

Aklımda kaldı; yaşlılık ve hastalığı vermek için barbi bebekler deforme edilmiş, sonuçta yaşlı bebek üretilmiyordur heralde.

Sonuç; güzel

http://www.imdb.com/title/tt0094075/

I'm Not There (2007)

**** Orada olmak istemeyen adam ****

Konusu şöyle; Bob Dylan'ın farklı profilleri.

Ne anladım; Todd Haynes daha önce Glam rock dünyasına bakan Velvet Goldmine ile ciddi bir ilgi görmüş, müzik dünyasına uzak olmayan bir sinemacı. Bu filmde tarif edilmesi güç bir kişilik olan Bob Dylan'a bir profil çıkarıyor. Bu kadar değişken bir sanatçının altı yedi farklı izdüşümünü de o kadar sayıda oyuncuya bırakıyor. Yeniyetme bir zenci bluescudan, karizmatik folk şarkıcısına, oradan basın toplantısında gazetecileri sorguya çeken bir rockçuya dönüşen bu adam hakkında bilgi sahibi olmadan filmden pek birşey anlamak mümkün değil ki benim de çok takip etmişliğim yoktur Dylan'ı. Ancak Haynes'in yapmaya çalıştığını takdir etmeye engel değil bu. Her biri farklı isimlerde ve birbirleriyle bir bağlantı kurulmayan karakterlerden bölük pörçük hikayeler, ancak sonuçta bir fikir oluşturuyor. Dylan müzikleri ile dolu film tabi ki ve çok da iyi kullanılmışlar. Konuya özellikle ilgili duyan ve sıradışı bir biyografi izlemek isteyenlere.

Aklımda kaldı; filmin adını "Beni orada arama" şeklinde çevirmişler ki bence güzel bir çeviri. Blanchett'in bölüm en akılda kalıcı, ancak kadına bakmaktan ne olduğunu takip edemiyoruz.

Sonuç; izlemek için zorlanmak lazım

24 mayıs ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0368794/

20 Mayıs 2008 Salı

Rambo (2008)

** Son kan. Kalanın hepsi buydu heralde **

Konusu şöyle; emekliliğinde yılan yakalayıp teknesiyle kaçak yolcu taşıyıp yolunu bulan John Rambo saftirik ve iyi niyetli bir grup yardım görevlisini pek istemese de Burma'da savaşın ortasına bırakır. Onların esir düştüğü haberi gelince de bulmakla görevlendirilmiş bir grup paralı askeri taşır.

Ne anladım; Amerika'nın o ülkelerdeki şiddet uygulayan hükümetleri el altından nasıl desteklediğinden hiç bahsetmeden ezilen halkın kurtarıcısı rolünü oynayan Rambo'nun son macerası. Stallone gene yazıyor yönetiyor ve oynamaya çalışıyor. Parçalanan vücutlar, kopan uzuvlar ve patlayan kafalar artık daha gerçekçi gösterilebiliyor ve bu filmde de sonuna kadar istismar ediliyor. İlk üç filmin otuz saniyelik özeti zaten önemli birşeyi kaçırmadığımızı hatırlatıyor. Rambo bir kaç ok atıyor, galiba bir kere bir çitin üzerinden atlıyor, sonra çıkıyor uçaksavarın tepesine çatır çutur kafa patlatıyor. "Kurtlar Vadisi" sevenlere, aynı mentaliteden.

Aklımda kaldı; ilk grubu taşırken bir ara dellenip "Sen kimsin, ben kimim" diye alzheimer haykırışları atıyor, iyi ki bunlar kurguda atılmamış. Savaştan sonra tepeden kızla kesiştiği bitmek bilmeyen sahne. Son karedeki posta kutusunda R. Rambo yazıyor, babasının adının Rocky Rambo olduğu yönünde rivayetler var :)

Sonuç; ne olduğu belli zaten

19 mayıs ptesi izledik. Doruk da dik dik bakıyordu.

http://www.imdb.com/title/tt0462499/

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Golden Compass (2007)

*** Gene seçilmiş kişi ***

Konusu şöyle; yatılı okulda okuyan Lyra gizlice tanık olduğu bir konuşmada paralel evrenler arasında bağlantıyı sağlayan "Toz"un varlığını öğrenir. Amcası Lord Asriel (Craig) onu bu tozun peşine düştüğü kutup gezisine götürmeyecektir ancak Bayan Coulter (Kidman) oraya götüreceği vaadiyle okulundan gezi için yanına alır.

Ne anladım; Chris Weitz yönetmen koltuğunda, Philip Pullman'ın fantastik hikayelerini görselleştiriyor. Narnia Günlüklerinin muhafazakar ve deist bakış açısının tam karşıtında olarak değerlendirilen Pullman'ın serisinden uyarlanan bu ilk filmin yapım süreci biraz sancılı geçmiş. Yönetmen din ve tanrı kelimelerinin geçmeyeceğini açıklayarak yapımcıyı rahatlatmaya çalışırken roman hayranlarını karşısına almış, filmin sonu devam filmine bağlantı için havada bırakılmış. Sonuçta görsel olarak zengin, şatafatlı bir giriş bölümü olmuş ama tek başına pek ayakta duramıyor bu film. İki dönüm noktası (Iorek'in tahtını geri alma savaşı ve final savaşı) son derece yapay ve yanlış mesajlarla dolu. Henüz romanları okumadım ama eğer hakikaten sadece bunları anlatıyorsa Narnia'dan ne farkı var anlamadım. Gün itibarıyla tehlikede olan devam filmi yapılırsa izleyecek kadar merak veriyor ama pek umut vermiyor.

Aklımda kaldı; insanların yanında dolaşan cinleri. Koca yatılı okulda bir kadın geliyor, bana verin diyor bir öğrenciyi alıveriyor.

Sonuç; merak uyandırıcı

19 mayıs ptesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0385752/

15 Mayıs 2008 Perşembe

The Deaths Of Ian Stone (2007)

** aşk korkuya karşı **

Konusu şöyle; sıradan bir buz hokeyi oyuncusu olan genç (Mike Vogel) , kaybedilen bir maç dönüşü gece yolda garip bir yaratığın saldırısına uğrar ve karnı deşilir, ancak ölmek yerine başka bir yer ve zamanda uyanır ve bu sıklıkla tekrarlanmaya başlar.

Ne anladım; korkunun fantastik bir hikaye ile karıştırılıp sunulduğu ilginç bir deneme. Birkaç kez ölen karakterin yanında, her yaşamda gerçekler hakkında bir gıdım daha şey öğreniyoruz. Filmde birden fazla sıkıntı var; Mike Vogel'in kötü bir başrol olması, her hikayede ortaya çıkıp birşeyler anlatan yaşlı adam karakteri, ilk göründüğünde korkutucu olan yaratığın hikayenin ilerleyen bölümlerinde işlevini yitirmesi. Heroes'un bir bölümü ya da karakterlerinden birinden öteye gidemeyecek bir hikayeyi zorlama şekilde uzun metraj filme dönüştürmüşler. Ancak; korku olsun da taştan olsun diyenlere.

Aklımda kaldı; canki ve işkence sahneleri. Yaraların kapanması gibi bazı yerlerdeki efektler hiç fena değil.

Sonuç; değmez

14 mayıs gecesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0810823/

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Bucket List (2007)

*** Sabahları kemo kokusuna bayılırım ***

Konusu şöyle; zengin hastane sahibi Edward Cole (Nicholson) ağzından kan gelince kendi hastanesine yatırılır. Her odaya iki hasta diye bir politikası olduğundan yanına bir başka kanser hastası olan Carter (Freeman) yatırılır. İkisinin de bir yıldan az ömrü kalmıştır. Ölmeden önce yapmak istedikleri bir listeyi uygulamaya başlarlar.

Ne anladım; Rob Reiner'ın fantezi filmi denilebilir. İki baba oyuncuyu pek de ayakları yere basmayan bir senaryo ile bir araya geliyor. Zengin adamın "hiç hasta olacağım aklıma gelmemişti" gibi safça bir acı gerçeğin yüzüne vurması sahnesi ile resmedilmesi filmin genel didaktik havasını yansıtıyor. Dünyanın her gidilebilecek noktasına paralar saçarak giden iki yaşlı adamın hikayesinin standart hakkını veriyor Reiner. Yeterince vurucu espri ve göz yaşartacak dramatik sahne hesaplanarak kullanılmış. "Vah yazık tek başına yemek yiyor" sahnesi gibi de yığınla sahneyle bezenmiş film. Genel olarak bir insanın hayatında nerelere gitmesi gerektiği konusunda bir film şeridi gibi rehberlik edebilecek, ele aldığı konuyu yüzeysel bir felsefeyle fazla kurcalamadan halleden sıradan bir film.

Aklımda kaldı; Kopi Luwak. Freeman'ın "ömrümü tükettiniz, biraz keyfime bakıcam" diyen karakteri orjinal bir çıkışta bulunuyor ama sonuçta aile en güzel şeydir şeklinde yol gösteriliyor senarist tarafından.

Sonuç; eh işte

11 mayıs pazar günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0825232/

Reservation Road (2007)

** Cennetten müzik duyulur muymuş.. pöh **

Konusu şöyle; Profesör Ethan (Joaquin Phoenix) karısı ve çocuklarıyla oğlunun katıldığı konserden dönerken yolda mola verirler. Oğlu ile beyzbol maçından dönmekte olan Dwight (Mark Ruffalo) yolun kenarına çıkan oğlana çarpar, paniğe kapılır ve kaçar. Dwight suçluluk duygusu ile ne yapacağına karar vermeye çalışırken oğlunun katilini bulmayı saplantı haline getiren Dwight kendi araştırmasını yapar.

Ne anladım; Some Mother's Son ve Hotel Rwanda'nın yönetmeni Terry George'dan bir aile trajedisi ve kayıplar üzerine psikolojik drama. Film iki tarafı karşılaştıran kazaya kadar paralel kurgu ile olayı örüyor, kazayı ve sonrasında iki adamın da dünyasındaki değişimleri izliyoruz. Küçük kızın "Cennetten müzik duyulur mu?" şeklindeki felaket repliğine kadar iyi götürüyor film işi, ama bu noktadan sonra bir klişe bataklığına saplanıyor ve amaçsız bir finale kadar da toparlanmıyor. İki erkek oyuncu üzerine kurulu sahnelerle bezeli filmde Ruffalo özellikle başarılı. Jennifer Connelly gene çabalıyor biraz ama Mira Sorvino ve gene bir Fanning kızı süs bebeği olarak bir kenarda takılıyorlar. Senaryodaki tesadüfler bana pek mantıksız gelmedi, sonuçta aynı civarda yaşayan insanlar, ama ortasından sonra amaçsızlaşan anlatım sıkıntı verdi.

Aklımda kaldı; kızın o repliği izlediğim en olmamış, uyumsuz, doğrudan sömürmeye yönelik repliklerden.

Sonuç; olmamış

10 mayıs ctesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt0831884/

5 Mayıs 2008 Pazartesi

We Own The Night (2007)

*** Oh man. This shit is making me feel light as a feather! ***

Konusu şöyle; Bobby Green (Joaquin Phoenix) Rus mafyasına ait bir klüpte işleri idare eden, mekanı yöneten adamdır. Babası ve kardeşi ise polis teşkilatının uyuşturucu işlerinde üst düzeyde memurlardır. Polis ile yanında çalıştığı aile arasında bir nevi savaş çıkınca Bobby hangi tarafta yer alacağına karar veremez.

Ne anladım; bir önceki senenin ön plandaki filmi Scorsese'nin Departed'ı ile sık sık kıyaslanan bir film. Suç dünyasının iki tarafındaki kardeşler hikayesi bu karşılaştırma yüzünden izlenmişlik duygusuyla eski puanla başlıyor. Ama Robert Duvall, Wahlberg ve Phoenix gibi izlemesi keyifli oyuncular sayesinde çok dibe vurmuyor film, izlenebilir bir seyirlik seviyesinde takılıyor. Merkezdeki karakter yanında çalıştığı aileyi gerçek ailesinden daha çok benimseyen, iyi para kazanmayı babasının temsil ettiği onur gibi değerlerin önüne koyan biriyken tehdit ciddileşince "iyi"lerin safına kayan ve ateşli bir temsilci olan bir eleman olmasıyla çok düz yol çizen bir adam ve gelişim hayli tahmin edilebilir. Köşeli senaryosu sıkıntı yaratıyor ama izlenebilir performanslar.

Aklımda kaldı; "Isınmak için altına edersen, sıcaklık uzun sürmez" gibi babanın ettiği bir iki laf iyiydi.

Sonuç; idare eder

4 mayıs pazar izledik

http://www.imdb.com/title/tt0498399/

4 Mayıs 2008 Pazar

Music Within (2007)

** Müzik nerede **

Konusu şöyle; üniversiteye gidecek bursu kazanmak için Vietnam savaşına katılan ve burada yaralanan ve işitme yetisini büyük ölçüde yitiren Richard Pimentel (Ron Livingston) ülke çapında engellilerin kabul edilmesini sağlayan hareketin mimarı olur.

Ne anladım; Türkiye'de göstermelik olsa da dünyanın gelişmiş yörelerinde engellilerin de temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, yolda rahat hareket edebilmesi, toplu ulaşım araçlarını kullanabilmesi için yapılan düzenlemeler ve bunlar konusunda itici güç olan kuruluşlar var. Bu kuruluşların hayata geçmesi ve engellilere iş bulma gibi konularda önemli rol oynamış bir kişiliğin neden bu işlere girdiğinin öyküsünü izliyoruz. Film bir iki sahne ile nasıl engellilere kötü davranıldığını gösteriyor, ardından Pimentel'in birşeyler başardığını öğreniyoruz, artık engellilere iyi davranılıyor ve bitiyor. Hedef belirleyememiş bir anlatım biraz karakterin annesiyle dramatik ilişkisinden, biraz azimden ve hayattaki amacını bulmaktan dem vurup iyi niyetli bir çaba olarak başlayıp bitiyor. Michael Sheen'in CB hastası rolündeki oyununu da pek başarılı bulmadım. Tüm bütçe müziklere yatırılmış en azından o iyi olmuş, o dönemin parçalarını dinliyoruz.

Aklımda kaldı; krep lokantasındaki sahneler.

Sonuç; film değilde belgesel olsaymış.

3 mayıs ctesi izledim

http://www.imdb.com/title/tt0422783/