**** And cut your nails ****
Konusu şöyle; Kennedy'nin öldürülmesinin ertesi yılında Bronx St. Nicholas katolik okulu. Okulun müdiresi Rahibe Aloysius (Meryl Streep) okulu sert bir şekilde yönetmektedir. Yeni rahibe James (Amy Adams) okulun tek zenci öğrencisi Donald'ın rahip Flynn (Philip Seymour Hoffman) tarafından tek başına odasına çağrılmasını müdireye iletir. Başrahibe Flynn'in çocuğa cinsel tacizde bulunduğundan emindir ve ona karşı savaş açar.
Ne anladım; John Patrick Shanley'in kendi sahne oyunundan senaryolaştırdığı ve yönettiği psikolojik drama geçtiği dönemin yoğun değişim temasını içeren arkaplanını kullanarak katı gelenekçilik ile yenilikçiliği karşı karşıya getiriyor. Tükenmez kalemden yemekteki kemiği ağızdan çıkartmaya kadar her tür disiplinsiz addettiği olguya düşman olan Rahibe Aloysius rolünde Meryl Streep tepeden tırnağa bir despotluk sembolü olurken Hoffman özellikle iki vaazında döktürüyor. Hikaye derinleştikçe yapısı gereği neredeyse hiçbir açık vermezken arada kalmışlığı ile izleyiciyi Rahibe James yansıtıyor. Çocuğun annesi ile rahibe arasındaki uzun sahne hikayenin klasik raylardan tamamen çıktığı çok etkileyici bir nokta, burada ailenin de olaya katılacağı ve bir tür hukuk savaşına dönüşeceğini düşündüğümüz film artık tamamen bir inanç ve vicdan meselesi haline geliyor. Sonunda rahibenin "şüphelerim var" ağlaması izlerken çok ters teperken sonrasında kolay akıldan çıkmayan ve zihni kurcalayan sahneler göz önünden de gitmiyor. Sürekli ters açılarla ilginç kadrajlar deneyen görselliğin ardında Roger Deakins var.
Aklımda kaldı; rahibelerin kasvetli yemeği sırasında rahiplerin muhabbet goygoyu. Bıçaklanan yastık/dedikodu benzetmesi.
Sonuç; etkileyici
21 şubat ctesi gecesi izledik
http://www.imdb.com/title/tt0918927/
Arama
23 Şubat 2009 Pazartesi
19 Şubat 2009 Perşembe
Pride And Glory (2008)
** Gurur ve zafer **
Konusu şöyle; neredeyse tüm New York polis teşkilatı bir maçtayken bir uyuşturucu baskınında polisler ölür. Ray Tierney (Edward Norton) teşkilatın emektarı babası Francis (Jon Voight) tarafından olayı araştırması için ikna edilir ancak abisi Francis (Noah Emmerich) ve kayınbiraderi Jimmy'nin (Colin Farrell) kirli işlere bulaştığını farkettiğinde aile temelinden sarsılır ve kardeşlerin doğru yola dönüp dönmeyeceğine dair bir sorgulama başlar.
Ne anladım; Gavin O'Connor'ın senaryosunda da çalıştığı ve yönettiği bir polis draması. Tam açıklanmayan netameli bir olay yüzünden polislikten soğumuş biri, diğeri boğazına kadar bataklığa batmış, bir diğeri yönetici konumunda ve hakim olmaya çalışıyor ancak çoktan herşey kontrolden çıkmış. Babaları ise ne kadar kötü olursa olsun herşeyin örtbas edilebileceğini düşünen ve oğullarını yönlendirmeye çalışan bir emekli. Tam bir kötü karakter ortaya koymayıp herşeye bir bahane uydurmaya çalışan senaryoda fazla birşey yok, olanlar da felaket klişelerden apartma. Finalde barda Ray'in Jimmy'i bulup tezgaha rozeti silahı bırakıp tekme tokat giriştikleri ileri derecede anlamsız sahne filmi kitsch düzeyine taşıyor. O olmasa dürüstlük, meslek onuru gibi boş kavramlara dayanan vasat bir deneme deyip geçecektim.
Aklımda kaldı; bebek ütüleme sahnesi.
Sonuç; gereksiz
17 şubat salı gecesi izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0482572/
Konusu şöyle; neredeyse tüm New York polis teşkilatı bir maçtayken bir uyuşturucu baskınında polisler ölür. Ray Tierney (Edward Norton) teşkilatın emektarı babası Francis (Jon Voight) tarafından olayı araştırması için ikna edilir ancak abisi Francis (Noah Emmerich) ve kayınbiraderi Jimmy'nin (Colin Farrell) kirli işlere bulaştığını farkettiğinde aile temelinden sarsılır ve kardeşlerin doğru yola dönüp dönmeyeceğine dair bir sorgulama başlar.
Ne anladım; Gavin O'Connor'ın senaryosunda da çalıştığı ve yönettiği bir polis draması. Tam açıklanmayan netameli bir olay yüzünden polislikten soğumuş biri, diğeri boğazına kadar bataklığa batmış, bir diğeri yönetici konumunda ve hakim olmaya çalışıyor ancak çoktan herşey kontrolden çıkmış. Babaları ise ne kadar kötü olursa olsun herşeyin örtbas edilebileceğini düşünen ve oğullarını yönlendirmeye çalışan bir emekli. Tam bir kötü karakter ortaya koymayıp herşeye bir bahane uydurmaya çalışan senaryoda fazla birşey yok, olanlar da felaket klişelerden apartma. Finalde barda Ray'in Jimmy'i bulup tezgaha rozeti silahı bırakıp tekme tokat giriştikleri ileri derecede anlamsız sahne filmi kitsch düzeyine taşıyor. O olmasa dürüstlük, meslek onuru gibi boş kavramlara dayanan vasat bir deneme deyip geçecektim.
Aklımda kaldı; bebek ütüleme sahnesi.
Sonuç; gereksiz
17 şubat salı gecesi izledik.
http://www.imdb.com/title/tt0482572/
Vals Im Bashir (2008)
***** Reconstruction *****
Konusu şöyle; yönetmen Ari sürekli gördüğü bir rüyasında 26 köpek tarafından kovalanmaktadır. Bu olayı anlattığı arkadaşı ile ondokuz yaşında Lübnan'daki askeri görevlerinde yaşadıklarını hatırlayamaması ile ilişkili olabileceğine karar verirler ve Ari o dönemden tanıdığı insanlarla konuşarak gerçeği hatırlamaya çalışır.
Ne anladım; İsrailli yönetmen Ari Folman'ın yazıp yönettiği animasyon belgesel kıvamında ancak asıl teması karakterinin psikolojik dünyasına izleyiciyi sokarak bir hesaplaşma sağlamak. 1982 yılında Lübnan'daki hristiyan falanjist gruplar filistinlilere büyük çaplı bir katliam uygular, çoluk çocuk katleder, aralarında İsrail ordusunun ve filmin başkahramanının da bulunduğu diğer ülke asker ve politikacıları da olayları eğlenceli bir film gibi izlerler. Hikaye bu duruma tanıklık eden ancak sonrasında yaşadığı travmanın etkisiyle anılarına ket vuran genç bir adamın yıllar sonra anılarını yeniden kurma çabalarına tanıklık etmemiz şeklinde anlatılıyor. Çizgilerle anlatılmasının iki sebebi var; birincisi sağladığı esneklik sayesinde konuşulanları, hayalleri, halüsinasyonları, duyguları anlatmaya getirdiği maliyet avantajı, diğeri ise anıları yeniden oluşturma kimyasını vermesi ve finaldeki kısa ama çok etkili gerçek belgesel görüntülerin vuruculuğunu kat be kat arttırması yani hikayeye yaptığı büyük katkı. Katliamlar dünyasından birçok olaya uyarlanabilecek hikayeyi anlatırken son dakikalara kadar isimlerin konulmaması genelgeçerliğine büyük katkıda bulunuyor.
Aklımda kaldı; gerçekten yaşamadıkları anıları kabullenen insanlar, hafızanın boşlukları doldurması hikayesi. Fast forward pornoda gizli istihbarat arayan subay "Davir, davir!"
Sonuç; gayet iyi
http://www.imdb.com/title/tt1185616/
Konusu şöyle; yönetmen Ari sürekli gördüğü bir rüyasında 26 köpek tarafından kovalanmaktadır. Bu olayı anlattığı arkadaşı ile ondokuz yaşında Lübnan'daki askeri görevlerinde yaşadıklarını hatırlayamaması ile ilişkili olabileceğine karar verirler ve Ari o dönemden tanıdığı insanlarla konuşarak gerçeği hatırlamaya çalışır.
Ne anladım; İsrailli yönetmen Ari Folman'ın yazıp yönettiği animasyon belgesel kıvamında ancak asıl teması karakterinin psikolojik dünyasına izleyiciyi sokarak bir hesaplaşma sağlamak. 1982 yılında Lübnan'daki hristiyan falanjist gruplar filistinlilere büyük çaplı bir katliam uygular, çoluk çocuk katleder, aralarında İsrail ordusunun ve filmin başkahramanının da bulunduğu diğer ülke asker ve politikacıları da olayları eğlenceli bir film gibi izlerler. Hikaye bu duruma tanıklık eden ancak sonrasında yaşadığı travmanın etkisiyle anılarına ket vuran genç bir adamın yıllar sonra anılarını yeniden kurma çabalarına tanıklık etmemiz şeklinde anlatılıyor. Çizgilerle anlatılmasının iki sebebi var; birincisi sağladığı esneklik sayesinde konuşulanları, hayalleri, halüsinasyonları, duyguları anlatmaya getirdiği maliyet avantajı, diğeri ise anıları yeniden oluşturma kimyasını vermesi ve finaldeki kısa ama çok etkili gerçek belgesel görüntülerin vuruculuğunu kat be kat arttırması yani hikayeye yaptığı büyük katkı. Katliamlar dünyasından birçok olaya uyarlanabilecek hikayeyi anlatırken son dakikalara kadar isimlerin konulmaması genelgeçerliğine büyük katkıda bulunuyor.
Aklımda kaldı; gerçekten yaşamadıkları anıları kabullenen insanlar, hafızanın boşlukları doldurması hikayesi. Fast forward pornoda gizli istihbarat arayan subay "Davir, davir!"
Sonuç; gayet iyi
http://www.imdb.com/title/tt1185616/
17 Şubat 2009 Salı
The Curious Case Of Benjamin Button (2008)
**** We all end up in diapers ****
Konusu şöyle; çok yaşlı bir bedende dünyaya gelen ve bu sırada annesi de yaşamını yitiren bebek babası tarafından bir huzurevinin kapısına bırakılır. Burada evin yardımcısı tarafından büyütülüp annelik edilen Benjamin'in (Brad Pitt) normal bir insanın tersine her geçen gün gençleştiği görülür.
Ne anladım; kısa bir öyküden Eric Roth tarafından uyarlanan senaryo David Fincher tarafından aktarılmış. Çok geniş olanaklar vaadeden bir fikirden yola çıkan senaryo hikayenin çatısını bir aşk hikayesi üzerine inşa edince yenilikçi olma şansını kaybeden klişe yüklü bir yola saplanmış. Hastanede ölmek üzere olan yaşlı bir kadının kızına anlattığı anılar gibi Titanik de dahil çok benzerini gördüğümüz bir anlatım aracını kullanması hiç yakışmamış. Filmi zorlama bir şekilde epik yapma çabaları da, sarhoş kaptan, kısa boylu zenci karakterleri ile izleyicinin filmle bağ kurmasını çok kolaylaştırmayan yan hikayeleri de hikayenin iyice sığlaşmasına sebep oluyor. Hayatta başına neler geleceğini bilemezsin gibi boş özlü sözleri de çok kullanması sıkıcı. Bunların yanında çok olumlu yönleri de var; filmin önüne çıkmayan ama mükemmel şekilde destekleyen görsel efektler hiç bir anında gördüklerimizin yapay olduğunu düşündürmüyor. Tüm bir görsel efekt teknolojisinin nihayetinde bunları bu kalitede yapabilmek için geliştirildiğini düşündüm izlerken. Brad Pitt de oyunculuk ve tip olarak filmin vaadettiği zor yükü kolayca sırtlıyor. Netice itibarıyla yaşam, ölüm ve hayatta yapabileceklerimiz üzerine bir şeyler söyleyen yer yer etkileyici bir çalışma.
Aklımda kaldı; Tilda Swinton'ın canlandırdığı Abbott karakteri ile gece buluşmaları filmin en incelikli sahneleri. Üzerine yedi yıldırım düşen adam. Our lives are defined by opportunities, even the ones we miss.
Sonuç; bir kez denenir.
15 şubat pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0421715/
Konusu şöyle; çok yaşlı bir bedende dünyaya gelen ve bu sırada annesi de yaşamını yitiren bebek babası tarafından bir huzurevinin kapısına bırakılır. Burada evin yardımcısı tarafından büyütülüp annelik edilen Benjamin'in (Brad Pitt) normal bir insanın tersine her geçen gün gençleştiği görülür.
Ne anladım; kısa bir öyküden Eric Roth tarafından uyarlanan senaryo David Fincher tarafından aktarılmış. Çok geniş olanaklar vaadeden bir fikirden yola çıkan senaryo hikayenin çatısını bir aşk hikayesi üzerine inşa edince yenilikçi olma şansını kaybeden klişe yüklü bir yola saplanmış. Hastanede ölmek üzere olan yaşlı bir kadının kızına anlattığı anılar gibi Titanik de dahil çok benzerini gördüğümüz bir anlatım aracını kullanması hiç yakışmamış. Filmi zorlama bir şekilde epik yapma çabaları da, sarhoş kaptan, kısa boylu zenci karakterleri ile izleyicinin filmle bağ kurmasını çok kolaylaştırmayan yan hikayeleri de hikayenin iyice sığlaşmasına sebep oluyor. Hayatta başına neler geleceğini bilemezsin gibi boş özlü sözleri de çok kullanması sıkıcı. Bunların yanında çok olumlu yönleri de var; filmin önüne çıkmayan ama mükemmel şekilde destekleyen görsel efektler hiç bir anında gördüklerimizin yapay olduğunu düşündürmüyor. Tüm bir görsel efekt teknolojisinin nihayetinde bunları bu kalitede yapabilmek için geliştirildiğini düşündüm izlerken. Brad Pitt de oyunculuk ve tip olarak filmin vaadettiği zor yükü kolayca sırtlıyor. Netice itibarıyla yaşam, ölüm ve hayatta yapabileceklerimiz üzerine bir şeyler söyleyen yer yer etkileyici bir çalışma.
Aklımda kaldı; Tilda Swinton'ın canlandırdığı Abbott karakteri ile gece buluşmaları filmin en incelikli sahneleri. Üzerine yedi yıldırım düşen adam. Our lives are defined by opportunities, even the ones we miss.
Sonuç; bir kez denenir.
15 şubat pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0421715/
Fido (2006)
**** In the brain and not the chest. Head shots are the very best. ****
Konusu şöyle; zombilerin ehlileştirilerek elektrikli tasmalarla ev hayvanı gibi kullanıldığı bir dönemde Timmy Robinson'un en iyi dostu olan Fido komşuyu yiyince işler karışır. Zombi güvenliği şirketinin patronu olan komşuları Fido'nun peşine düşer.
Ne anladım; Andrew Currie'den bir zombi komedisi. Bu filmi değişik yapan seçilen mekan ve zamanın elliler Amerikan banliyösü olması. Kendisi ve ailesinin zombiye dönüşmemesini hayatının amacı haline getiren ve bu sırada tüm insani özellikleri ıskalayan baba Dylan Baker ve bir yaratıkta kaçırmakta olduklarını bulan anne de Carrie Anne Moss böyle düşük bütçeli bir film için gayet kaliteli seçimler olarak göze çarpıyor. Beklenmedik derecede keyifli bir fanteziye dönüşen bu küçük film çok şey vaadetmiyor ama bir zombi filminin yapması gerekeni yapıyor, alternatif bir dünyaya kısa bir kaçış imkanı veriyor.
Aklımda kaldı; annenin suç mahallinde yaptığı temizlik. Head coffin.
Sonuç; eğlenceli
13 şubat gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0457572/
Konusu şöyle; zombilerin ehlileştirilerek elektrikli tasmalarla ev hayvanı gibi kullanıldığı bir dönemde Timmy Robinson'un en iyi dostu olan Fido komşuyu yiyince işler karışır. Zombi güvenliği şirketinin patronu olan komşuları Fido'nun peşine düşer.
Ne anladım; Andrew Currie'den bir zombi komedisi. Bu filmi değişik yapan seçilen mekan ve zamanın elliler Amerikan banliyösü olması. Kendisi ve ailesinin zombiye dönüşmemesini hayatının amacı haline getiren ve bu sırada tüm insani özellikleri ıskalayan baba Dylan Baker ve bir yaratıkta kaçırmakta olduklarını bulan anne de Carrie Anne Moss böyle düşük bütçeli bir film için gayet kaliteli seçimler olarak göze çarpıyor. Beklenmedik derecede keyifli bir fanteziye dönüşen bu küçük film çok şey vaadetmiyor ama bir zombi filminin yapması gerekeni yapıyor, alternatif bir dünyaya kısa bir kaçış imkanı veriyor.
Aklımda kaldı; annenin suç mahallinde yaptığı temizlik. Head coffin.
Sonuç; eğlenceli
13 şubat gecesi izledim
http://www.imdb.com/title/tt0457572/
9 Şubat 2009 Pazartesi
Tous à l'Ouest: Une aventure de Lucky Luke (2007)
*** Batıya hücum ***
Konusu şöyle; Dalton kardeşler banka soyar ve Red Kit tarafından yakalanmadan hemen önce paralarını bir at arabasına saklarlar. Ancak araba Crook adında bir dolandırıcıdan satın aldıkları topraklara seksen gün içerisinde ulaşmazlarsa yeni hayallerini kaybedecek yerleşimcilere aittir ve bu insanlar Red Kit'ten yolculuklarında yardımcı olmasını isterler.
Ne anladım; Olivier Jean Marie Red Kit'in yeni maceralarını televizyona aktaran ekibin de başında yer alan kişi olarak sinema uyarlamasını da gerçekleştirmiş. Revizyondan geçen kahramanımızın tema müziği bile modern ritmik bir melodiyle değişmiş. Çizimler neyse ki hatırladığımıza yakın. Özel bir hikaye değil de tüm bir Red Kit kültürünün tamamına yakınını barındıran hikaye de Liki Liki diyen çinli ahçıdan Rus aksanıyla (daha çok Balkan göçmeni gibi) konuşan göçmenlerin liderine tüm karakterler yer alıyor. Başrolde gene Dalton'lar var, Joe ile Avarel bekleneceği şekilde mizahın çoğunu yükleniyor. Hikayenin çatısı da Amerika tarihinin batıya zenginlik ve hayallere gidişi simgeleyen doğudan batıya yolculuğu. Bir kez daha Avrupalı çizer tayfasının Amerika'yı neden ele aldıklarını düşündürken Red Kit'in kendisini bir kez daha gördüğüm iyi oldu diyorum.
Aklımda kaldı; finalde madende raylar üzerindeki kovalamaca. Dansçıların kıyafetlerinden yapılan balonlar.
Sonuç; Red Kit seven izler
8 şubat pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0792992/
Konusu şöyle; Dalton kardeşler banka soyar ve Red Kit tarafından yakalanmadan hemen önce paralarını bir at arabasına saklarlar. Ancak araba Crook adında bir dolandırıcıdan satın aldıkları topraklara seksen gün içerisinde ulaşmazlarsa yeni hayallerini kaybedecek yerleşimcilere aittir ve bu insanlar Red Kit'ten yolculuklarında yardımcı olmasını isterler.
Ne anladım; Olivier Jean Marie Red Kit'in yeni maceralarını televizyona aktaran ekibin de başında yer alan kişi olarak sinema uyarlamasını da gerçekleştirmiş. Revizyondan geçen kahramanımızın tema müziği bile modern ritmik bir melodiyle değişmiş. Çizimler neyse ki hatırladığımıza yakın. Özel bir hikaye değil de tüm bir Red Kit kültürünün tamamına yakınını barındıran hikaye de Liki Liki diyen çinli ahçıdan Rus aksanıyla (daha çok Balkan göçmeni gibi) konuşan göçmenlerin liderine tüm karakterler yer alıyor. Başrolde gene Dalton'lar var, Joe ile Avarel bekleneceği şekilde mizahın çoğunu yükleniyor. Hikayenin çatısı da Amerika tarihinin batıya zenginlik ve hayallere gidişi simgeleyen doğudan batıya yolculuğu. Bir kez daha Avrupalı çizer tayfasının Amerika'yı neden ele aldıklarını düşündürken Red Kit'in kendisini bir kez daha gördüğüm iyi oldu diyorum.
Aklımda kaldı; finalde madende raylar üzerindeki kovalamaca. Dansçıların kıyafetlerinden yapılan balonlar.
Sonuç; Red Kit seven izler
8 şubat pazar günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0792992/
Changeling (2008)
**** Never start a fight, but always finish it ****
Konusu şöyle; 9 yaşındaki oğlu ile beraber yaşayan ve bir telefon şirketinde vardiya şefliği yapan Christina Collins (Angelina Jolie) oğlunun kaybolması üzerine polise başvurur. Bir kaç ay sonrasında kendisine Los Angeles polisi tarafından bir çocuk getirilir ancak gelen çocuk kendi oğlu değildir. Ancak polis kötü imajını düzeltecek bir başarı olarak gördüğü bu hatayı düzeltmek yerine anneyi ikna etmekte ısrar eder.
Ne anladım; Clint baba bir sene aradan sonra gene iki filmle vizyona giriyor. Bunların ilki birinci dünya savaşının hemen ardından Amerika'da yaşanmış bir çocuk kaybolması vakasını konu alıyor. Dönem polis teşkilatının kendisinin tamamen pisliğe gömüldüğü, en büyük suç örgütü haline geldiği bir dönem. Toplum içerisinde bu durumu afişe eden din adamları, sosyal liderler var, halk da sokak gösterileriyle protestolarını yapıyor. Dolayısıyla polis teşkilatındaki yöneticiler de gerginlik içerisinde, buldukları en küçük olumlu olayı kamuoyunda başarı hikayesi olarak sunmaya çalışıyor. Öte yandan yalnız başına bir kadının kendisine dayatılan "gerçeklere" itiraz etmesi itaatsizlik ve akıl hastalığı belirtisi olarak gösterilip engizisyonun cadı yakması gibi bir sessiz sedasız cezalandırma yöntemini tetikleyebiliyor. Karamsar bir hikayeyi annenin yanında kalarak, gizemli bir polisiye yolu yerine toplumsal analiz ve direniş hikayesi şeklinde anlatmayı tercih eden Eastwood hava olarak "Mystic River"ını anımsatan bir çalışma çıkartıyor. Jolie çıkışını sağlayan, benim pek beğenmediğim "Girl, Interrupted"dan sonra gene bir tımarhane bağlantılı hikayede yer alıyor, ancak yıllar oyunculuğunda ölçülülüğü kazandırmış, tipi saçları döneme çok uyuyor ve çok başarılı bu sefer. Northcott'ı oynayan Jason Butler Herner, M deki Peter Lorre'u anımsatan tipi ve oyunuyla akılda kalıcı.
Aklımda kaldı; Collins'in düzgün davranırım hastaneden çıkartırlar düşüncesiyle doktorun karşına çıktığı ve sorularla darmadağın olduğu ilk görüşmeleri. Northcott'ın baltayla daldığı kümesteki flashback.
Sonuç; gayet iyi
7 şubat cumartesi gecesi Capitol'de izledik
http://www.imdb.com/title/tt0824747/
Konusu şöyle; 9 yaşındaki oğlu ile beraber yaşayan ve bir telefon şirketinde vardiya şefliği yapan Christina Collins (Angelina Jolie) oğlunun kaybolması üzerine polise başvurur. Bir kaç ay sonrasında kendisine Los Angeles polisi tarafından bir çocuk getirilir ancak gelen çocuk kendi oğlu değildir. Ancak polis kötü imajını düzeltecek bir başarı olarak gördüğü bu hatayı düzeltmek yerine anneyi ikna etmekte ısrar eder.
Ne anladım; Clint baba bir sene aradan sonra gene iki filmle vizyona giriyor. Bunların ilki birinci dünya savaşının hemen ardından Amerika'da yaşanmış bir çocuk kaybolması vakasını konu alıyor. Dönem polis teşkilatının kendisinin tamamen pisliğe gömüldüğü, en büyük suç örgütü haline geldiği bir dönem. Toplum içerisinde bu durumu afişe eden din adamları, sosyal liderler var, halk da sokak gösterileriyle protestolarını yapıyor. Dolayısıyla polis teşkilatındaki yöneticiler de gerginlik içerisinde, buldukları en küçük olumlu olayı kamuoyunda başarı hikayesi olarak sunmaya çalışıyor. Öte yandan yalnız başına bir kadının kendisine dayatılan "gerçeklere" itiraz etmesi itaatsizlik ve akıl hastalığı belirtisi olarak gösterilip engizisyonun cadı yakması gibi bir sessiz sedasız cezalandırma yöntemini tetikleyebiliyor. Karamsar bir hikayeyi annenin yanında kalarak, gizemli bir polisiye yolu yerine toplumsal analiz ve direniş hikayesi şeklinde anlatmayı tercih eden Eastwood hava olarak "Mystic River"ını anımsatan bir çalışma çıkartıyor. Jolie çıkışını sağlayan, benim pek beğenmediğim "Girl, Interrupted"dan sonra gene bir tımarhane bağlantılı hikayede yer alıyor, ancak yıllar oyunculuğunda ölçülülüğü kazandırmış, tipi saçları döneme çok uyuyor ve çok başarılı bu sefer. Northcott'ı oynayan Jason Butler Herner, M deki Peter Lorre'u anımsatan tipi ve oyunuyla akılda kalıcı.
Aklımda kaldı; Collins'in düzgün davranırım hastaneden çıkartırlar düşüncesiyle doktorun karşına çıktığı ve sorularla darmadağın olduğu ilk görüşmeleri. Northcott'ın baltayla daldığı kümesteki flashback.
Sonuç; gayet iyi
7 şubat cumartesi gecesi Capitol'de izledik
http://www.imdb.com/title/tt0824747/
Modigliani (2004)
** Modi **
Konusu şöyle; Amedeo Modigliani (Andy Garcia)'nin kısa süren yaşamının Picasso (Omid Djalili) ile atıştıkları ve Jeanne Hebuterne (Elsa Zylberstein) ile tutkulu bir aşk yaşadıkları son dönemi.
Ne anladım; Mick Davis tarafından yazılıp yönetilmiş, ünlü ressamın portresini çıkartma iddiasında bir film. Uydurulmuş resimler, olaylar ve ilişkiler üzerine olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradım. Hikaye gayet dramatik olaylara yer veriyor ve bir sanatçının hayatını anlatırken birtakım duyguların kurmaca yöntemlerle anlatılmasında bir sorun yok, ancak burada tüm bu dramatizasyona rağmen Modigliani'nin kendisini yok etmeye çalışan davranışlarını da, Jeanne'in çılgın tutkusunu da anlamlandırabileceğimiz bir taban sağlamaktan kaçınan senaryo derinliği olmayan tipler çıkartıyor karşımıza. Andy Garcia'nın laylaylom yorumu bu kadar karanlık bir sona giden yolda karakterin depresif yanlarını bizlere hiç tanıtmıyor. Salieri - Amadeus ilişkisi gibi verilmeye çalışılan Modigliani - Picasso durumu ise fazla laubali kaçıyor. Sonuçta film bitince Modigliani'nin nasıl bir kişi olduğu ya da nasıl eserler verdiğini öğrenemiyoruz, bari yaşamından bir parçayı öğrendik diyoruz o da kurmaca çıkıyor, e dramatik bir derinlik de yok.
Aklımda kaldı; akıl hastanesinde Utrillo'nun zincirleri. Ressamların büyük yarışmaya katılacakları eserlerini çizdikleri sahne.
Sonuç; olmamış
7 şubat cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0367188/
Konusu şöyle; Amedeo Modigliani (Andy Garcia)'nin kısa süren yaşamının Picasso (Omid Djalili) ile atıştıkları ve Jeanne Hebuterne (Elsa Zylberstein) ile tutkulu bir aşk yaşadıkları son dönemi.
Ne anladım; Mick Davis tarafından yazılıp yönetilmiş, ünlü ressamın portresini çıkartma iddiasında bir film. Uydurulmuş resimler, olaylar ve ilişkiler üzerine olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradım. Hikaye gayet dramatik olaylara yer veriyor ve bir sanatçının hayatını anlatırken birtakım duyguların kurmaca yöntemlerle anlatılmasında bir sorun yok, ancak burada tüm bu dramatizasyona rağmen Modigliani'nin kendisini yok etmeye çalışan davranışlarını da, Jeanne'in çılgın tutkusunu da anlamlandırabileceğimiz bir taban sağlamaktan kaçınan senaryo derinliği olmayan tipler çıkartıyor karşımıza. Andy Garcia'nın laylaylom yorumu bu kadar karanlık bir sona giden yolda karakterin depresif yanlarını bizlere hiç tanıtmıyor. Salieri - Amadeus ilişkisi gibi verilmeye çalışılan Modigliani - Picasso durumu ise fazla laubali kaçıyor. Sonuçta film bitince Modigliani'nin nasıl bir kişi olduğu ya da nasıl eserler verdiğini öğrenemiyoruz, bari yaşamından bir parçayı öğrendik diyoruz o da kurmaca çıkıyor, e dramatik bir derinlik de yok.
Aklımda kaldı; akıl hastanesinde Utrillo'nun zincirleri. Ressamların büyük yarışmaya katılacakları eserlerini çizdikleri sahne.
Sonuç; olmamış
7 şubat cumartesi
http://www.imdb.com/title/tt0367188/
My Blueberry Nights (2007)
*** Yabanmersini geceler ***
Konusu şöyle; erkek arkadaşının yemek yedikleri kafeye kendisinden başkasıyla gittiğini anlayarak aldatıldığını farkeden ve ondan ayrılan Elizabeth (Norah Jones) kafenin sahibi Jeremy'e (Jude Law) dairelerinin anahtarını bırakır. Bu şekilde birçok anahtarı kavanozunda saklayan Jeremy hiçkimse sipariş etmemesine rağmen hergün yeni bir yabanmersinli pasta yapan romantik bir adamdır. Sohbetler ve pastayla geçen bir sürenin sonunda Lizzy kendisini toparlamak için New York'dan Memphis ve Nevada'ya giden bir yolculuğa çıkar.
Ne anladım; Kar Wai Wong'un tamamı İngilizce çektiği ilk film. 2046 ile başlayan son döneminden pek tat alamadığım yönetmenin Chungking Express'i anımsatan bu çalışmasında aşkı sorgulayan bir kadının uzun bir yolculuğa çıkması, yolda karşılaştığı karakterlerle ilişkileri sonucunda yaşadığı deneyim ve ruhsal etkilenimi tipik Kar Wai temalarından. Her ne kadar tatlılar üzerine bir çekicilik ve görsellik vaadetse de asıl duygusal etkisini renkler aracılığıyla yapmaya çalışıyor ve Darius Khondji kafede geçen her anı bir duygusal bombardımana çeviriyor ancak abartılı kaçıyor. Lizzy'nin Memphis'de tanıştığı aradığını bulduğu düşüncesiyle evlenen ancak bir süre sonra gerçekleri farkeden Sue Lynn (Rachel Weisz) ile terkedilen ancak unutamadığı için kendisini içki ile kaybetmeye çalışan Arnie'nin (David Strathairn) hikayesi, bu iki oyuncunun ustalıklarıyla en lezzetli bölüm. Natalie Portman'ın Leslie'si ise Law ile Jones gibi izleyiciyle çok iyi bağ kurabilen karakterler olamadan kalıyor. Ancak Jeremy'nin kafesi "ben de böyle bir şey açsam" isteği veriyor, Norah Jones'da her ne kadar oyuncu olarak pek bir katkı sağlayamasa da (Sue Lynn ile sokakta yan yana oturdukları sahnede Weisz döktürürken yanında öyle ben otursam "ne işim var benim burada" diye düşünürdüm) tema müziği ile üzerine düşeni yapıyor. Bu yollardan daha önce geçtiğini bildiğimiz yönetmene mekan değişikliği yaramamış, başladığı noktanın bile biraz gerisine düşmüş.
Aklımda kaldı; Klyuch isimli kafe. Finaldeki pasta kremalı öpüşme sahnesi. Kavanozdaki anahtarlar. "Yabanmersinli pastaların bir kusuru yok, sadece insanlar başka seçimler yapıyorlar. Yabanmersinli pastaları suçlayamayız, yalnızca... hiçkimse ondan istemiyor" teması.
Sonuç; yönetmene bakmazsak idare eder.
7 şubat cumartesi günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0765120/
Konusu şöyle; erkek arkadaşının yemek yedikleri kafeye kendisinden başkasıyla gittiğini anlayarak aldatıldığını farkeden ve ondan ayrılan Elizabeth (Norah Jones) kafenin sahibi Jeremy'e (Jude Law) dairelerinin anahtarını bırakır. Bu şekilde birçok anahtarı kavanozunda saklayan Jeremy hiçkimse sipariş etmemesine rağmen hergün yeni bir yabanmersinli pasta yapan romantik bir adamdır. Sohbetler ve pastayla geçen bir sürenin sonunda Lizzy kendisini toparlamak için New York'dan Memphis ve Nevada'ya giden bir yolculuğa çıkar.
Ne anladım; Kar Wai Wong'un tamamı İngilizce çektiği ilk film. 2046 ile başlayan son döneminden pek tat alamadığım yönetmenin Chungking Express'i anımsatan bu çalışmasında aşkı sorgulayan bir kadının uzun bir yolculuğa çıkması, yolda karşılaştığı karakterlerle ilişkileri sonucunda yaşadığı deneyim ve ruhsal etkilenimi tipik Kar Wai temalarından. Her ne kadar tatlılar üzerine bir çekicilik ve görsellik vaadetse de asıl duygusal etkisini renkler aracılığıyla yapmaya çalışıyor ve Darius Khondji kafede geçen her anı bir duygusal bombardımana çeviriyor ancak abartılı kaçıyor. Lizzy'nin Memphis'de tanıştığı aradığını bulduğu düşüncesiyle evlenen ancak bir süre sonra gerçekleri farkeden Sue Lynn (Rachel Weisz) ile terkedilen ancak unutamadığı için kendisini içki ile kaybetmeye çalışan Arnie'nin (David Strathairn) hikayesi, bu iki oyuncunun ustalıklarıyla en lezzetli bölüm. Natalie Portman'ın Leslie'si ise Law ile Jones gibi izleyiciyle çok iyi bağ kurabilen karakterler olamadan kalıyor. Ancak Jeremy'nin kafesi "ben de böyle bir şey açsam" isteği veriyor, Norah Jones'da her ne kadar oyuncu olarak pek bir katkı sağlayamasa da (Sue Lynn ile sokakta yan yana oturdukları sahnede Weisz döktürürken yanında öyle ben otursam "ne işim var benim burada" diye düşünürdüm) tema müziği ile üzerine düşeni yapıyor. Bu yollardan daha önce geçtiğini bildiğimiz yönetmene mekan değişikliği yaramamış, başladığı noktanın bile biraz gerisine düşmüş.
Aklımda kaldı; Klyuch isimli kafe. Finaldeki pasta kremalı öpüşme sahnesi. Kavanozdaki anahtarlar. "Yabanmersinli pastaların bir kusuru yok, sadece insanlar başka seçimler yapıyorlar. Yabanmersinli pastaları suçlayamayız, yalnızca... hiçkimse ondan istemiyor" teması.
Sonuç; yönetmene bakmazsak idare eder.
7 şubat cumartesi günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0765120/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)