**** I trust this will have a soporific effect ****
Konusu şöyle; kanser teşhisi konulan Profesör Bearing (Emma Thompson) hayatını yeniden gözden geçirmeye başlar.
Ne anladım; Mike Nichols'dan Emma Thompson'un senaryosuna da katkıda bulunduğu televizyon draması. Ana karaktere ölümcül kanser teşhisinin konulması ile başlayan ve onun hastanedeki tedavi süreci süresince orada yatan başka bir hastamışız gibi kamerayla konuşarak kariyerine karar verişinden duygusal duvarlarını kuruşuna bir özet geçilen hikayesini usta ekip melodrama hiç yüz vermeden aktarıyor. Thompson'ın oyunu müthiş. Şiir gibi duygusal olduğu düşünülen bir konunun soğuk uzmanı sağlık gibi özünde insani olması gereken bir sorunla karşılaştığında kendi yarattığı hayatın benzeri bir ayna ile karşılaşıyor. Özellikle dialogları ve monologları çok başarılı.
Aklımda kaldı; buz yalama sahnesi (akla kötü birşey gelmesin). Öğretmeninin geldiği sahne.
Sonuç; çok iyi
30 ekim günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0243664/
Arama
30 Ekim 2009 Cuma
Gray Man (2007)
** Gri hannibal **
Konusu şöyle; 1920'lerin Amerikasında küçük çocuklar ortadan kaybolmaya başlar. Detektif King (Jack Conley) bu davaya atanırken diğer yanda da Albert Fish'in (Patrick Bauchau) yetişkin çocukları ile ve yaşadığı apartmandaki komşuları ile garip ilişkilerini izleriz.
Ne anladım; Scott Flynn'in hikayesi Amerika'nın bilinen ilk seri katillerinden birinin takibi ve aranmasının filmi. Küçük çocukları kaçırıp öldüren bir akıl hastasının psikolojik tahlili ve onu takip eden detektifin araştırma öyküsünü paralel anlatma kaygısındaki bu televizyon filmi (hem görsel hem yapım kalitesi olarak) grafik şiddete bulaşmadan temiz bir şekilde anlatıyor hikayesini ama bir çok noktada izleyiciye duygu geçirme konusundaki sıkıntıdan dolayı ilişki kurmakta zorlandım. Eastwood'un Changeling'inde kadın karakterin sorunlarını ön plana çıkartan dönem hissi burada yaşananların bizden uzak ve alakasız bir evrende geçtiği gibi bir soğukluk yaratıyor.
Aklımda kaldı; sepetli adam. Gayet munis bir adam gibi görünürken Fish'in komşuya dişini gösterdiği sahnedeki dönüşümü.
Sonuç; beğenmedim.
25 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0478329/
Konusu şöyle; 1920'lerin Amerikasında küçük çocuklar ortadan kaybolmaya başlar. Detektif King (Jack Conley) bu davaya atanırken diğer yanda da Albert Fish'in (Patrick Bauchau) yetişkin çocukları ile ve yaşadığı apartmandaki komşuları ile garip ilişkilerini izleriz.
Ne anladım; Scott Flynn'in hikayesi Amerika'nın bilinen ilk seri katillerinden birinin takibi ve aranmasının filmi. Küçük çocukları kaçırıp öldüren bir akıl hastasının psikolojik tahlili ve onu takip eden detektifin araştırma öyküsünü paralel anlatma kaygısındaki bu televizyon filmi (hem görsel hem yapım kalitesi olarak) grafik şiddete bulaşmadan temiz bir şekilde anlatıyor hikayesini ama bir çok noktada izleyiciye duygu geçirme konusundaki sıkıntıdan dolayı ilişki kurmakta zorlandım. Eastwood'un Changeling'inde kadın karakterin sorunlarını ön plana çıkartan dönem hissi burada yaşananların bizden uzak ve alakasız bir evrende geçtiği gibi bir soğukluk yaratıyor.
Aklımda kaldı; sepetli adam. Gayet munis bir adam gibi görünürken Fish'in komşuya dişini gösterdiği sahnedeki dönüşümü.
Sonuç; beğenmedim.
25 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0478329/
Aliens vs. Monsters (2009)
*** I think I at least deserve a chance to be with Derek! ***
Konusu şöyle; hava durumu sunucusu sevgilisi ile evlenmen üzere olan Susan (Reese Witherspoon) düğün gününde kafasına düşen bir meteor ile dev boyutlara ulaşır. Hükümetin ve ordunun gözlem altında tuttuğu yaratıkların arasına alınan Susan ve yaratık arkadaşları, intikam peşindeki uzaylı Gallaxhar'a karşı dünyanın umudu haline gelir.
Ne anladım; Dreamworks'ün Sevimli Canavarları anımsatan isimli bu yılın animasyonu 1950'li yılların sıradışı korku/bilimkurgularını mizah ve karakter kaynağı olarak alan bir animasyon. Üçüncü Türden Yakın İlişkilerden Dr. Strangelove'a ve bir çok daha eski filmlere göndermelerle dolu olmasına, Seth Rogen, Kiefer Sutherland, Hugh Laurie'li sağlam kadrosuna ve yetişkin hedefli mizahına rağmen çok da dört dörtlük bir iş çıkmamış. Dilinin ve esprilerinin çok büyük işi olmasına rağmen öykünün klasik dramatik yapısı ve tahmin edilebilirliği bu "hoş ama boş" havasına sebep oluyor. Geçen senenin Bee Movie'sinin tadında ve saydığım olumlu sebeplerden dolayı da bir göz atılmayı hakeden bir yapım.
Aklımda kaldı; başkanın sahneleri komikti. Uzaydan gelen bilinmeyen yapıya orgla müzik çaldığı ya da savaş odasındakı dev butonları karıştırdığı sahneler.
Sonuç; idare eder
27 ekim 2009 günü izledim
Konusu şöyle; hava durumu sunucusu sevgilisi ile evlenmen üzere olan Susan (Reese Witherspoon) düğün gününde kafasına düşen bir meteor ile dev boyutlara ulaşır. Hükümetin ve ordunun gözlem altında tuttuğu yaratıkların arasına alınan Susan ve yaratık arkadaşları, intikam peşindeki uzaylı Gallaxhar'a karşı dünyanın umudu haline gelir.
Ne anladım; Dreamworks'ün Sevimli Canavarları anımsatan isimli bu yılın animasyonu 1950'li yılların sıradışı korku/bilimkurgularını mizah ve karakter kaynağı olarak alan bir animasyon. Üçüncü Türden Yakın İlişkilerden Dr. Strangelove'a ve bir çok daha eski filmlere göndermelerle dolu olmasına, Seth Rogen, Kiefer Sutherland, Hugh Laurie'li sağlam kadrosuna ve yetişkin hedefli mizahına rağmen çok da dört dörtlük bir iş çıkmamış. Dilinin ve esprilerinin çok büyük işi olmasına rağmen öykünün klasik dramatik yapısı ve tahmin edilebilirliği bu "hoş ama boş" havasına sebep oluyor. Geçen senenin Bee Movie'sinin tadında ve saydığım olumlu sebeplerden dolayı da bir göz atılmayı hakeden bir yapım.
Aklımda kaldı; başkanın sahneleri komikti. Uzaydan gelen bilinmeyen yapıya orgla müzik çaldığı ya da savaş odasındakı dev butonları karıştırdığı sahneler.
Sonuç; idare eder
27 ekim 2009 günü izledim
Proposal (2009)
*** Ramone ***
Konusu şöyle; çalışanları tarafından nefret edilen sert patron Margaret Tate (Sandra Bullock) Amerika'dan sınırdışı edilme tehlikesi belirince yanında üç yıldır çalışan, sürekli ezdiği asistanı Andrew Paxton'ı (Ryan Reynolds) yeşil kart alabilmek için kendisiyle evlenmesi için tehdit eder. Buna karşılık da Andrew kitabının basılması için yardım etmesini ister. Aile ile tanışmak üzere Andrew'un kasabasına Alaska'ya giderler.
Ne anladım; Anne Fletcher tarafından yönetilen bir Sandra Bullock projesi. Bullock hemen akla Devil Wears Prada'yı getiren kötü patron portresi ile uzun zamandır olmadığı kadar izleyiciyi yakalıyor. Karşısındaki de sevimli ve komik Reynolds olunca ve roller oturunca kimyasal bir eksiği olmayan bir romantik komedi ortaya çıkmış. İki oyuncunun birbirine uyum anlamında sıkıntısı yok ama böyle bir patron işçi ilişkisinden tutkulu bir aşk çıkmasında biraz sıkıntı var, ortalara doğru bu klişeye dönmeyecek hissini verince sonlarda başka yönlere kayabileceğinden umutlanmıştım ama olmadı. Tanıdık oyuncuların canlandırdığı aile bireylerinin bu sevimli portre içerisinde hoş anları var. Toplamda iyi bir eğlencelik.
Aklımda kaldı; kasabanın herşeyi Ramone. Sıtka'daki evleri ve tekneleri.
Sonuç; fena değil
29 ekim 2009 günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1041829/
Konusu şöyle; çalışanları tarafından nefret edilen sert patron Margaret Tate (Sandra Bullock) Amerika'dan sınırdışı edilme tehlikesi belirince yanında üç yıldır çalışan, sürekli ezdiği asistanı Andrew Paxton'ı (Ryan Reynolds) yeşil kart alabilmek için kendisiyle evlenmesi için tehdit eder. Buna karşılık da Andrew kitabının basılması için yardım etmesini ister. Aile ile tanışmak üzere Andrew'un kasabasına Alaska'ya giderler.
Ne anladım; Anne Fletcher tarafından yönetilen bir Sandra Bullock projesi. Bullock hemen akla Devil Wears Prada'yı getiren kötü patron portresi ile uzun zamandır olmadığı kadar izleyiciyi yakalıyor. Karşısındaki de sevimli ve komik Reynolds olunca ve roller oturunca kimyasal bir eksiği olmayan bir romantik komedi ortaya çıkmış. İki oyuncunun birbirine uyum anlamında sıkıntısı yok ama böyle bir patron işçi ilişkisinden tutkulu bir aşk çıkmasında biraz sıkıntı var, ortalara doğru bu klişeye dönmeyecek hissini verince sonlarda başka yönlere kayabileceğinden umutlanmıştım ama olmadı. Tanıdık oyuncuların canlandırdığı aile bireylerinin bu sevimli portre içerisinde hoş anları var. Toplamda iyi bir eğlencelik.
Aklımda kaldı; kasabanın herşeyi Ramone. Sıtka'daki evleri ve tekneleri.
Sonuç; fena değil
29 ekim 2009 günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1041829/
20 Ekim 2009 Salı
Hunger (2008)
**** Ölüm orucu ****
Konusu şöyle; 1980'lerin başında hücre hapsinde tutulan ama siyasi tutuklu değil adi suçlu olarak kabul edilen IRA mensupları bu durumu mahkum elbiselerini giymeyi reddederek protesto ederler. Şartlar kötüleşince Bobby Sands'in (Michael Fassbender) de aralarında olduğu bir grup ölüm orucunu başlatır.
Ne anladım; Steve McQueen'in yazıp yönettiği film bir hikaye örgüsünden ziyade durum tanıklığı bakış açısından hapishanelerde şiddet olgusunu ele alıyor. Önce bir gardiyanın ellerindeki kan ve yaralardan işkence yaptırılanların tarafından bir kesit alıyor. Sonra kıyafet direnişi ve bunun sonucunda hücrelerde dışkılarından kurtulmak için duvara sıvamak zorunda kalan ve sürekli dayak yiyen mahkumların durumunu izliyoruz. Bu koşulların sonucunda ise ellerinde direniş için kendi vücutlarından başka bir silahı olmayan mahkumların sözcüsü konumundaki Sands'in rahiple yaptığı eylem üzerine uzun bir tartışma ve ölüm orucunu izliyoruz başından sonuna. Sands neden bu eylemi tercih ettiğini anlatırken rahip de bu eylemin daha az zarar verici ve verimli bir başka yolunu aramaya ikna etmeye çalışıyor. Eylemin IRA temsilcileri tarafından yapılması filmin anlatısı içerisinde önemli bir nokta değil. Dünyanın büyük bölümünde devletlerin yasadışı kontrgerilla faaliyetlerinin yanında sistematik olarak hapishaneleri işkencehane olarak kullanmaya başladığı ezici dönemin başlangıcı olan bu tarihlerin
anlatısı bu. Yanında okuma parçası olaran 12 eylül ve sonrasında buradaki hapishaneleri anlatan Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler kitabına bakınca yöntemlerdeki inanılmaz aynılık dünya çapında yayılan amaçlı ve sistematik bir vahşetin de varlığını üzerek gösteriyor. Fassbender birkaç sene önce Christian Bale'in Makinistte yaptığına benzer şekilde anormal zayıflayarak fiziksel bir performans sergileyerek insanın nasıl açlıktan öleceğini alenen gösteriyor.
Aklımda kaldı; onbeş dakikalık Sands rahip diyaloğu. Geyik hikayesi.
Sonuç; etkileyici.
20 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0986233/
Konusu şöyle; 1980'lerin başında hücre hapsinde tutulan ama siyasi tutuklu değil adi suçlu olarak kabul edilen IRA mensupları bu durumu mahkum elbiselerini giymeyi reddederek protesto ederler. Şartlar kötüleşince Bobby Sands'in (Michael Fassbender) de aralarında olduğu bir grup ölüm orucunu başlatır.
Ne anladım; Steve McQueen'in yazıp yönettiği film bir hikaye örgüsünden ziyade durum tanıklığı bakış açısından hapishanelerde şiddet olgusunu ele alıyor. Önce bir gardiyanın ellerindeki kan ve yaralardan işkence yaptırılanların tarafından bir kesit alıyor. Sonra kıyafet direnişi ve bunun sonucunda hücrelerde dışkılarından kurtulmak için duvara sıvamak zorunda kalan ve sürekli dayak yiyen mahkumların durumunu izliyoruz. Bu koşulların sonucunda ise ellerinde direniş için kendi vücutlarından başka bir silahı olmayan mahkumların sözcüsü konumundaki Sands'in rahiple yaptığı eylem üzerine uzun bir tartışma ve ölüm orucunu izliyoruz başından sonuna. Sands neden bu eylemi tercih ettiğini anlatırken rahip de bu eylemin daha az zarar verici ve verimli bir başka yolunu aramaya ikna etmeye çalışıyor. Eylemin IRA temsilcileri tarafından yapılması filmin anlatısı içerisinde önemli bir nokta değil. Dünyanın büyük bölümünde devletlerin yasadışı kontrgerilla faaliyetlerinin yanında sistematik olarak hapishaneleri işkencehane olarak kullanmaya başladığı ezici dönemin başlangıcı olan bu tarihlerin
anlatısı bu. Yanında okuma parçası olaran 12 eylül ve sonrasında buradaki hapishaneleri anlatan Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler kitabına bakınca yöntemlerdeki inanılmaz aynılık dünya çapında yayılan amaçlı ve sistematik bir vahşetin de varlığını üzerek gösteriyor. Fassbender birkaç sene önce Christian Bale'in Makinistte yaptığına benzer şekilde anormal zayıflayarak fiziksel bir performans sergileyerek insanın nasıl açlıktan öleceğini alenen gösteriyor.
Aklımda kaldı; onbeş dakikalık Sands rahip diyaloğu. Geyik hikayesi.
Sonuç; etkileyici.
20 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0986233/
16 Ekim 2009 Cuma
Che : Part One (2008)
**** Vatan yahut ölüm! ****
Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.
Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?
Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.
Sonuç; iyi
16 ekim sabahı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0892255/
Konusu şöyle; Meksika'da Fidel Castro (Demian Bichir) ile tanışan doktor Ernesto 'Che' Guevara (Benicio Del Toro) Batista'nın dikta rejimine karşı gerilla savaşı yapmak üzere minik bir orduyla Küba'ya gider ve devrim için çalışmaya başlar.
Ne anladım; Steven Soderbergh bu ikon devrimcinin hikayesini iki filme bölerek anlatıyor. Bu ilk bölüm Che'nin Castro ile tanışıp onunla beraber Küba'ya gidişi, giderek bir doktordan askeri lidere dönüşümünü ve bilindiği gibi başarıyla sonuçlanan devrimini anlatırken ara sahnelerde de sonraki yıllarda Küba'nın sözcüsü olarak Birleşmiş Milletleri ziyareti sırasında yapılan ropörtajlar, orada yaptığı konuşma ve diğer ülkelerin sözcüleri ile ilişkileri üzerinden başka bir boyutu da görünüyor. Soderbergh ana karakterin tüm bir profilini çıkartmak yerine Che'nin devrimci ve gerilla boyutunu anlatmayı tercih etmiş. Devrim süresince nerede nasıl yaşamışlar, nasıl bir yapılanma içerisindeymişler, hangi çatışmalar olmuş, Castro ile ilişkileri nasılmış gibi olayın güncesi detayına girilmesi zaten filmin süresini arttıran sebep. Devrimin başarısı hem devrimcilerin diğer çözümleri önerenlere kapalı davranmayıp sonrasında da halkın ciddi desteğini arkasına alabilmiş olması olarak görünüyor. "Süper Che olurum" ben diyip yapımcısı da olduğu filmde Benicio Del Toro'nun aslı gibi durduğu son derece gerçekçi performansı kilit taşı, hem filmi boğacak kadar baskın değil hem de her karesine damgasını vuracak kadar sağlam bir portre. Dur bakalım ikinci filmde neler göreceğiz?
Aklımda kaldı; "bana vantrolok dedi" çatışması. İsteyen şimdi gidebilir deyip gidenleri de yerin dibine batırdığı sahne.
Sonuç; iyi
16 ekim sabahı izledim
http://www.imdb.com/title/tt0892255/
12 Ekim 2009 Pazartesi
(500) Days Of Summer (2009)
***** This is a story of boy meets girl. But you should know up front, this is not a love story. *****
Konusu şöyle; tebrik kartları üreten bir şirkette yazar olarak çalışan Tom (Joseph Gordon-Levitt) yönetici asistanı olarak işe başlayan Summer'a (Zooey Deschanel) görür görmez aşık olur. Toplamda beşyüz gün süren ilişkilerinden parçalar halinde neler olduğunu izleriz.
Ne anladım; klip yönetmeni Marc Webb'in ilk uzun metrajı. İlişkiler üzerine yapılmış Annie Hall, Eternal Sunshine, Once gibi modern klasiklerin yanına rahatlıkla alınıp konulabilecek kadar iyi bir anlatı. Bağımsız tadında ama cgi ve kurgu tekniklerini sürekli zorlayan dinamik yapısı, üzerine zamanda bir ileri bir geri zıplaması hafıza üzerine olan hikayeye uygun. Bitmiş bir ilişkinin ardından erkeğin zihninden olayları hatırlamasına tanık oluyoruz, bazı günler güneşli bazı günler puslu. Kırılgan erkek Tom ruh ikizi ve ölümsüz aşk gibi romantik kavramlara küçüklüğünden beri inanmış erkek, Summer kendisini birinin kızarkadaşı olarak nitelendirmeye bile tahammül edemeyen, bir ilişkiye girmeye hiç niyeti olmayan, upuzun saçlarını gözünü kırpmadan kesebilen kız, en başından itibaren de gayet dürüstlükle bunu söylüyor. Parçaları birleştirerek görüyoruz ki zamanla Tom, Summer'ın bu söylediklerini anlamamakta ısrar edip kendisini giderek kaptırırken, kız bugünü yaşamaya devam ediyor. Summer'ın dünyasına çok fazla girmeden Tom ile beraber dolaşıyoruz hep çünkü bu hikaye, tanıştığı kızı ulaşılmaz yerlere koyan ama gerçekte mükemmel çift olmadıklarının farkına varamayan adamın hikayesi. Ayrıldıktan kısa bir süre sonra kızın evlendiği haberini alması ve parktaki kısa konuşmaları da zaten hikayenin ana fikrini özetliyor. Joseph Gordon-Levitt Tom rolünde dans ediyor, içip içip şarkı söylüyor, duygusallaşıyor cıvıyor, kısacası her şeyi yapıyor. Bazı sahnelerde Heath Ledger'ı da çok andıran eleman çok başarılı. Smiths'li soundtrack de de çok iyi şarkılar var (Wolfmother'ın Vagabond'una tenis topuyla ritm tutarak katıldığı ve mimarlık çalışmalarına başladığı ya da müzikal dans sahneleri çok iyi bir müzik kullanımına örnek).
Aklımda kaldı; unutulmaz bir Ikea sahnesi "Hayatım musluk bozuk" Tom'un sinematekte Dolce Vita, Seventh Seal gibi filmlerde kendisini gördüğü sahneler. Sid ve Nancy muhabbeti. Karaoke sahnesi. Aynı Summer montajı üzerine bir onu nasıl sevdiğini bir de ondan nasıl nefret ettiğini anlattığı sahneler. Ekranın ikiye bölündüğü, solda beklenen sağda gerçekleşeni izlediğimiz sahne. "No, Paul, no jobs. I'm still unemployed." "Roses are red, violets are blue... fuck you, whore."
Sonuç; mükemmel
11 ekim pazar günü Capitolde izledik
http://www.imdb.com/title/tt1022603/
Konusu şöyle; tebrik kartları üreten bir şirkette yazar olarak çalışan Tom (Joseph Gordon-Levitt) yönetici asistanı olarak işe başlayan Summer'a (Zooey Deschanel) görür görmez aşık olur. Toplamda beşyüz gün süren ilişkilerinden parçalar halinde neler olduğunu izleriz.
Ne anladım; klip yönetmeni Marc Webb'in ilk uzun metrajı. İlişkiler üzerine yapılmış Annie Hall, Eternal Sunshine, Once gibi modern klasiklerin yanına rahatlıkla alınıp konulabilecek kadar iyi bir anlatı. Bağımsız tadında ama cgi ve kurgu tekniklerini sürekli zorlayan dinamik yapısı, üzerine zamanda bir ileri bir geri zıplaması hafıza üzerine olan hikayeye uygun. Bitmiş bir ilişkinin ardından erkeğin zihninden olayları hatırlamasına tanık oluyoruz, bazı günler güneşli bazı günler puslu. Kırılgan erkek Tom ruh ikizi ve ölümsüz aşk gibi romantik kavramlara küçüklüğünden beri inanmış erkek, Summer kendisini birinin kızarkadaşı olarak nitelendirmeye bile tahammül edemeyen, bir ilişkiye girmeye hiç niyeti olmayan, upuzun saçlarını gözünü kırpmadan kesebilen kız, en başından itibaren de gayet dürüstlükle bunu söylüyor. Parçaları birleştirerek görüyoruz ki zamanla Tom, Summer'ın bu söylediklerini anlamamakta ısrar edip kendisini giderek kaptırırken, kız bugünü yaşamaya devam ediyor. Summer'ın dünyasına çok fazla girmeden Tom ile beraber dolaşıyoruz hep çünkü bu hikaye, tanıştığı kızı ulaşılmaz yerlere koyan ama gerçekte mükemmel çift olmadıklarının farkına varamayan adamın hikayesi. Ayrıldıktan kısa bir süre sonra kızın evlendiği haberini alması ve parktaki kısa konuşmaları da zaten hikayenin ana fikrini özetliyor. Joseph Gordon-Levitt Tom rolünde dans ediyor, içip içip şarkı söylüyor, duygusallaşıyor cıvıyor, kısacası her şeyi yapıyor. Bazı sahnelerde Heath Ledger'ı da çok andıran eleman çok başarılı. Smiths'li soundtrack de de çok iyi şarkılar var (Wolfmother'ın Vagabond'una tenis topuyla ritm tutarak katıldığı ve mimarlık çalışmalarına başladığı ya da müzikal dans sahneleri çok iyi bir müzik kullanımına örnek).
Aklımda kaldı; unutulmaz bir Ikea sahnesi "Hayatım musluk bozuk" Tom'un sinematekte Dolce Vita, Seventh Seal gibi filmlerde kendisini gördüğü sahneler. Sid ve Nancy muhabbeti. Karaoke sahnesi. Aynı Summer montajı üzerine bir onu nasıl sevdiğini bir de ondan nasıl nefret ettiğini anlattığı sahneler. Ekranın ikiye bölündüğü, solda beklenen sağda gerçekleşeni izlediğimiz sahne. "No, Paul, no jobs. I'm still unemployed." "Roses are red, violets are blue... fuck you, whore."
Sonuç; mükemmel
11 ekim pazar günü Capitolde izledik
http://www.imdb.com/title/tt1022603/
Star Trek (2009)
**** Once you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth ****
Konusu şöyle; doğduğu gün babasını Nero'nun (Eric Bana) başını çektiği bir saldırıda kaybeden James Tiberius Kirk (Chris Pine) babasının arkadaşı yüzbaşı Pike tarafından serseriliği bırakıp pilotluk eğitimi almaya ikna edilir. Sonunda gene Nero'nun ortaya çıktığı gün Kirk, Spock'un (Zachary Quinto) komuta ettiği Enterprise'da kaçak yolcudur.
Ne anladım; TV dünyasının efsanesi J.J. Abrams sinemada da popüler kültürü beslemeye devam ediyor. Standart yapım ve senaryo ekibiyle MI den sonra bu kez de uzay yoluna el atıyor, ve bu sefer yola ilk giren olduğu için temayı alıp yepyeni bir şey yaratmaya soyunuyor. Her bir karakterin gemideki pozisyonlarına nasıl geçtiklerini teker teker görüyoruz, bunun yanında dizi ve film dünyasında pek bir derinliği olmayan bu karton tiplemelerin her birine değişik karakter özellikleri verilerek daha canlı bir mürettebat yaratılmaya çalışılmış. McCoy'un sinirli ama harbi dostluğu, Scotty'nin teknolojik dehası, Chekov'un aksanlı ingilizcesi ile çözümler üretmesi, hepsinin tıfıl hallerinde onlarla özdeşleştirdiğimiz hareketleri ilk kez yapışlarına tanık oluyoruz. Bence çok zekice bir senaryo çözümü olan zamanda yolculuğu da çok iyi kullanan senaryo ve hikayenin en başa gitmesi Star Trek dünyası ile hiç ilgisi olmayan genç izleyicileri de tanıştırma açısından ticari anlamda da başarılı. Casting de iyi, ana karakterlerin yanında özellikle Eric Bana Nero rolünde çok etkili bir ruh hastası.
Aklımda kaldı; Sabotage eşliğinde uçuruma araba süren küçük Kirk. Leonard Nimoy'un çıkması süper. Kirk'ün motorsikletle gemiye geldiği sahne Top Gun'u, buzul gezegene atıldığı sahne Empire Strikes Back'i hatırlattı, acaba bugünün klasik sahnelerini farketmeden izliyor muyuz yoksa artık yok mu öyle şeyler diye de düşündürdü.
Sonuç; iyi.
10 ekim günü projeksiyonla izledim
http://www.imdb.com/title/tt0796366/
Konusu şöyle; doğduğu gün babasını Nero'nun (Eric Bana) başını çektiği bir saldırıda kaybeden James Tiberius Kirk (Chris Pine) babasının arkadaşı yüzbaşı Pike tarafından serseriliği bırakıp pilotluk eğitimi almaya ikna edilir. Sonunda gene Nero'nun ortaya çıktığı gün Kirk, Spock'un (Zachary Quinto) komuta ettiği Enterprise'da kaçak yolcudur.
Ne anladım; TV dünyasının efsanesi J.J. Abrams sinemada da popüler kültürü beslemeye devam ediyor. Standart yapım ve senaryo ekibiyle MI den sonra bu kez de uzay yoluna el atıyor, ve bu sefer yola ilk giren olduğu için temayı alıp yepyeni bir şey yaratmaya soyunuyor. Her bir karakterin gemideki pozisyonlarına nasıl geçtiklerini teker teker görüyoruz, bunun yanında dizi ve film dünyasında pek bir derinliği olmayan bu karton tiplemelerin her birine değişik karakter özellikleri verilerek daha canlı bir mürettebat yaratılmaya çalışılmış. McCoy'un sinirli ama harbi dostluğu, Scotty'nin teknolojik dehası, Chekov'un aksanlı ingilizcesi ile çözümler üretmesi, hepsinin tıfıl hallerinde onlarla özdeşleştirdiğimiz hareketleri ilk kez yapışlarına tanık oluyoruz. Bence çok zekice bir senaryo çözümü olan zamanda yolculuğu da çok iyi kullanan senaryo ve hikayenin en başa gitmesi Star Trek dünyası ile hiç ilgisi olmayan genç izleyicileri de tanıştırma açısından ticari anlamda da başarılı. Casting de iyi, ana karakterlerin yanında özellikle Eric Bana Nero rolünde çok etkili bir ruh hastası.
Aklımda kaldı; Sabotage eşliğinde uçuruma araba süren küçük Kirk. Leonard Nimoy'un çıkması süper. Kirk'ün motorsikletle gemiye geldiği sahne Top Gun'u, buzul gezegene atıldığı sahne Empire Strikes Back'i hatırlattı, acaba bugünün klasik sahnelerini farketmeden izliyor muyuz yoksa artık yok mu öyle şeyler diye de düşündürdü.
Sonuç; iyi.
10 ekim günü projeksiyonla izledim
http://www.imdb.com/title/tt0796366/
6 Ekim 2009 Salı
A.R.O.G. (2008)
*** Tahta tabi. Zoruna mı gitti? ***
Konusu şöyle; dünyaya gelip pişman olduğunu söyleyen komutan Logar (Cem Yılmaz) Arif'i (Cem Yılmaz) kandırarak zamanda bir milyon yıl geriye gönderir. Arif bu zamanda hızlıca medeniyetin adımlarını ilk insanlara atlatarak zamanını geri dönmeye çalışır.
Ne anladım; Cem Yılmaz gene Ali Taner Baltacı ile beraber bu devam filmini yönetiyor. Doğal olarak karşılaştırabileceğimiz ilk filme göre teknik kalitesi hayli yüksek, senaryo da karşılaştırılamayacak kadar iyi. En azından uzun bir süre iyi. İki saati aşkın süresi filme fazla geliyor ve en büyük sıkıntı son bölümü oluşturan futbol maçı. Tasarım ve uygulamada teknik bir sıkıntı yok ama amaçsız ve sıkıcı. O bölüm komple atılıp doğrudan finale bağlansa daha iyiymiş denilecek kadar sarkan ve anlamsız bir bölüm. Ancak filmin girişinin ve hızlıca keşiflerin üzerinden geçilen bölümlerin hakkını vermek lazım. Arada çok yetkin olmasa da sinema referanslarıyla bezeli mizahı ağır kaçmış olabilir genel izleyiciye ama filmin toplamına bakınca dünya değil Türk izleyicisine yönelik esprilerin ağırlıkta olması ve evrenselleşememiş mizah iki tarafa da yaranamamakla sonuçlanıyor, bu kadar eleştiri almasının sebebi de tarafına karar verememiş olması. Bir karakter üzerine kurulu filmde birkaç absürd espri, birkaç durum esprisi, arada düşme kalkma gibi akla gelen tarzlar arasında dolaşmak da tutarlılığından götürüyor.
Aklımda kaldı; Arif'in filmin başında Logar'ı dükkanına girerken görüp levyesi için taksi çağırdığı sahne gibi esprilerden çok daha olsaydı keşke.
Sonuç; fena değil.
6 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1286126/
Konusu şöyle; dünyaya gelip pişman olduğunu söyleyen komutan Logar (Cem Yılmaz) Arif'i (Cem Yılmaz) kandırarak zamanda bir milyon yıl geriye gönderir. Arif bu zamanda hızlıca medeniyetin adımlarını ilk insanlara atlatarak zamanını geri dönmeye çalışır.
Ne anladım; Cem Yılmaz gene Ali Taner Baltacı ile beraber bu devam filmini yönetiyor. Doğal olarak karşılaştırabileceğimiz ilk filme göre teknik kalitesi hayli yüksek, senaryo da karşılaştırılamayacak kadar iyi. En azından uzun bir süre iyi. İki saati aşkın süresi filme fazla geliyor ve en büyük sıkıntı son bölümü oluşturan futbol maçı. Tasarım ve uygulamada teknik bir sıkıntı yok ama amaçsız ve sıkıcı. O bölüm komple atılıp doğrudan finale bağlansa daha iyiymiş denilecek kadar sarkan ve anlamsız bir bölüm. Ancak filmin girişinin ve hızlıca keşiflerin üzerinden geçilen bölümlerin hakkını vermek lazım. Arada çok yetkin olmasa da sinema referanslarıyla bezeli mizahı ağır kaçmış olabilir genel izleyiciye ama filmin toplamına bakınca dünya değil Türk izleyicisine yönelik esprilerin ağırlıkta olması ve evrenselleşememiş mizah iki tarafa da yaranamamakla sonuçlanıyor, bu kadar eleştiri almasının sebebi de tarafına karar verememiş olması. Bir karakter üzerine kurulu filmde birkaç absürd espri, birkaç durum esprisi, arada düşme kalkma gibi akla gelen tarzlar arasında dolaşmak da tutarlılığından götürüyor.
Aklımda kaldı; Arif'in filmin başında Logar'ı dükkanına girerken görüp levyesi için taksi çağırdığı sahne gibi esprilerden çok daha olsaydı keşke.
Sonuç; fena değil.
6 ekim günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1286126/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)