*** Not All Those Who Wander Are Lost ***
Konusu şöyle; küçük bir çocukken amcası sandığı kişiyi öldüren parmak eklemlerinden kocaman kemikler çıkan Logan (Hugh Jackman) amcaoğlu sandığı Victor Creed (Liev Schreiber) ile birlikte önce kaçak hayatı yaşarlar, ardında kendileri gibi mutantları çeşitli görevlerde kullanan bir ekibe katılırlar.
Ne anladım; x-men üçlemesinin ardından başlangıç hikayesi anlatılmak için seçilen ilk karakter karizmatik wolverine. Yönetmen seçimi ilginç, tıpkı Finding Neverland'in yönetmeni Marc Forster'ın bir bond filmi yönetmesi gibi, güney Afrika'da geçen bir ergenlik dramasının yönetmeni olan Gavin Hood'un bu fantastik film için seçilmesi kulağa garip geliyor. Girişteki savaşlar kısmı ile insanı koltuğunda doğrultan hikaye sonrasında pek o seviyede fikirlerle desteklenmiyor. Aslında birbirinden kopuk bölümler gibi görünmesi senaryodan mı yönetimden mi kaynaklanıyor karar veremedim. Kırsaldaki yaşlı çifte sığınan çıplak adam bölümünün finalde kocaman bir bacanın üzerinde Star Wars'daki ikiye bir dövüşü anımsatan bir aksiyonla aynı filmde bulunması gibi sonradan düşününce ton uyuşmazlığına sahip çok sahne var. Ancak Ryan Reynolds'un konuşabildiği sahnelerdeki muzipliği, Liev Schreiber'in Sabertooth olarak role çok uygun seçimi gibi doğru taşlar sayesinde ilgiyle izleniyor gene de.
Aklımda kaldı; başlangıç jeneriklerinde bütün belli başlı savaşlarda görev alırken ikiliyi gösteren mükemmel sekans. Wade Wilson'un çenesi ile ilgili espriler.
Sonuç; idare eder.
13 mayıs gecesi sinemada izledik
http://www.imdb.com/title/tt0458525/
Arama
15 Mayıs 2009 Cuma
4 Mayıs 2009 Pazartesi
Taken (2008)
** I believe you. But that won't save you. **
Konusu şöyle; yeni emekli CIA ajanı Mills (Liam Neeson) pek hoşlanmamasına rağmen kızının kuzeni ile birlikte yaz için Paris'e gitmesine izin verir. Daha gittikleri gün ikili genç kızları kaçırıp fuhuş yaptıran ve sonra da öldüren bir çetenin eline düşer. Mills tüm yetenekleri ile kızını kurtarmak üzere harekete geçer.
Ne anladım; Pierre Morel tarafından yönetilen filmin yazar ve yapım kadrosunda Luc Besson var. Bu ne demek? İnandırıcılığı sıfıra yakın, zırva sahnelerde dolu ama iyi çekilmiş bir aksiyon izleyeceğiz demek. Başrolde Liam Neeson'un bulunması uzun bir süre filmin yönünün değişeceği beklentisini canlı tutuyor, sonra aslında bunun kocaman bir şaka olduğunu anlıyoruz. Steven Seagal oynasa hiç bir şey farketmeyecek bir karakterin hikayesi bu. Üstelik neredeyse süper güçleri var, koca Paris'te peşinde olduğu çeteyi eliyle koymuş gibi buluyor, yatağın altına girince geçmişte yaşananları içinde hissediyor vs. Death Wish zamanında ana karakter her şeyini kaybeder sonrasında intikam ile ortalığı yıkardı, artık senaryolar ölümlere, kayıplara izin vermiyor, zararın önlenmesi üzerinden katarsis daha kolay ama daha suni.
Aklımda kaldı; Jean Claude'un evini basıp karısını vurduğu sahne.
Sonuç; gereksiz.
3 mayıs pazar gecesi televizyondan izledik
Twilight (2008)
** So, you and Cullen... I don't like it. He looks at you like you're something to eat. **
Konusu şöyle; Bella (Kirsten Stewart) bir süre yanında kalmak üzere babasının yanına taşınır. Buradaki lisede başlayan Bella, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı soluk benizli Cullen ailesinin yakışıklı oğlu Edward (Robert Pattinson)'a önce ilgi duyar, sonra giderek tutkulu bir şekilde aşık olur. Bu ailenin vampir olması da kızı hiç etkilemez.
Ne anladım; çok satan roman serisinden filme çekilen bu ilk film sonrakilerin de ardında geleceğinden emin bir ticari girişim. Sonsuz aşk kavramını bir çekici, yakışıklı vampir ve onunla birlikte olmak için en kötüsünü göze alabilecek kadar seven bir genç kız ikilisi üzerinden ele alan hikaye en iyi ihtimalle fantastik bir arkası yarın olarak nitelendirilebilir. Bir olaydan çok durumu anlattığı söylenen kitapları sevenler için hayalgücünü canlı olarak izleme fırsatı ile kitabın yanında ilginç olabilir ama pek ilgi çekmeyen hikayesi ve uzun süresi içine girmeyi zorlaştırıyor.
Aklımda kaldı; ışık hızıyla arabadan kurtarma sahnesi.
Sonuç; olmamış
3 mayıs pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1099212/
Konusu şöyle; Bella (Kirsten Stewart) bir süre yanında kalmak üzere babasının yanına taşınır. Buradaki lisede başlayan Bella, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı soluk benizli Cullen ailesinin yakışıklı oğlu Edward (Robert Pattinson)'a önce ilgi duyar, sonra giderek tutkulu bir şekilde aşık olur. Bu ailenin vampir olması da kızı hiç etkilemez.
Ne anladım; çok satan roman serisinden filme çekilen bu ilk film sonrakilerin de ardında geleceğinden emin bir ticari girişim. Sonsuz aşk kavramını bir çekici, yakışıklı vampir ve onunla birlikte olmak için en kötüsünü göze alabilecek kadar seven bir genç kız ikilisi üzerinden ele alan hikaye en iyi ihtimalle fantastik bir arkası yarın olarak nitelendirilebilir. Bir olaydan çok durumu anlattığı söylenen kitapları sevenler için hayalgücünü canlı olarak izleme fırsatı ile kitabın yanında ilginç olabilir ama pek ilgi çekmeyen hikayesi ve uzun süresi içine girmeyi zorlaştırıyor.
Aklımda kaldı; ışık hızıyla arabadan kurtarma sahnesi.
Sonuç; olmamış
3 mayıs pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1099212/
3 Mayıs 2009 Pazar
Der Baader Meinhof Komplex (2008)
*** RAF tarihçesi ***
Konusu şöyle; 1960'ların sonlarında Ulrike Meinhof'un (Martina Gedeck) yazılarıyla düşünsel zeminini, Andreas Baader'ın (Moritz Bleibtreu) aksiyon beynini oluşturduğu, Amerikan hegemonyası ve kapitalizmin sömürüsüne karşı bir terör örgütü olan RAF(Kızılordu Fraksiyonu)'un öyküsü.
Ne anladım; Uli Edel'den yargılanması süreci örgütün varlığından daha uzun süren liderlerin yaşamlarına bir bakış. Janis Joplin'le başlayıp Bob Dylan ile biten, ülkeden ülkeye atlayan, son derece başarılı ve inandırıcı bir dönem portresi çizen film karakterleri ve dialogları yeterince işlemeyişiyle 150 dakikalık süresine yaraşır bir bilgilendirme yapamıyor. Baader hiç bir karşılıklı konuşmaya yanaşmayan, egomanyak, şımarık bir yeniyetme gibi resmedilirken Meinhof kendisini yazı ile ifade etmeye çalışan pasif, örgüt içerisinde bile fazla kabul görmeyen depresif bir kadın şeklinde canlandırılıyor. Nurgül Yeşilçay'ın ağzına yakışacak vasatlıkta kitabi monologların yapaylığı da sıkıntı verici. Ancak Almanya bağlamından çıkıp dünyada neler olup bittiğine dair fikir verici başarılı noktaları var. İlk yarım saatte bir dönem Amerikanın yayılması ve ezici politikalarının dünyada nasıl tepki topladığını ve insanların daha radikal protestoları yapabildikleri bir dönemin de yeryüzünde yaşandığını belgelemesi ile insanı yalancıktan da olsa umutlandırıyor. Bugün artık o direniş avrupa ülkelerinde toptan sindirilmiş durumda, bu devasa oyuna karşı çıkanlarsa ortadoğunun insan haklarından bihaber toplumlarında her yöne tahribat saçan meczuplardan ibaret. Masum insanlara kolay hedef oldukları için rahatça yönelen bu anlayışın ilginç bir prototipinin hikayesi olarak ilginç bir politik sinema filmi ancak süresi derinliğini kaldırmıyor.
Aklımda kaldı; İran şahının ülkeyi ziyaretindeki protesto gösterileri sonrasında çıkan olayların canlandırması başarılı. Sokak arasında Baader'ın panzerle kıstırıldığı sahne. Sokakta suikast sahnesi.
Sonuç; idare eder.
3 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0765432/
Konusu şöyle; 1960'ların sonlarında Ulrike Meinhof'un (Martina Gedeck) yazılarıyla düşünsel zeminini, Andreas Baader'ın (Moritz Bleibtreu) aksiyon beynini oluşturduğu, Amerikan hegemonyası ve kapitalizmin sömürüsüne karşı bir terör örgütü olan RAF(Kızılordu Fraksiyonu)'un öyküsü.
Ne anladım; Uli Edel'den yargılanması süreci örgütün varlığından daha uzun süren liderlerin yaşamlarına bir bakış. Janis Joplin'le başlayıp Bob Dylan ile biten, ülkeden ülkeye atlayan, son derece başarılı ve inandırıcı bir dönem portresi çizen film karakterleri ve dialogları yeterince işlemeyişiyle 150 dakikalık süresine yaraşır bir bilgilendirme yapamıyor. Baader hiç bir karşılıklı konuşmaya yanaşmayan, egomanyak, şımarık bir yeniyetme gibi resmedilirken Meinhof kendisini yazı ile ifade etmeye çalışan pasif, örgüt içerisinde bile fazla kabul görmeyen depresif bir kadın şeklinde canlandırılıyor. Nurgül Yeşilçay'ın ağzına yakışacak vasatlıkta kitabi monologların yapaylığı da sıkıntı verici. Ancak Almanya bağlamından çıkıp dünyada neler olup bittiğine dair fikir verici başarılı noktaları var. İlk yarım saatte bir dönem Amerikanın yayılması ve ezici politikalarının dünyada nasıl tepki topladığını ve insanların daha radikal protestoları yapabildikleri bir dönemin de yeryüzünde yaşandığını belgelemesi ile insanı yalancıktan da olsa umutlandırıyor. Bugün artık o direniş avrupa ülkelerinde toptan sindirilmiş durumda, bu devasa oyuna karşı çıkanlarsa ortadoğunun insan haklarından bihaber toplumlarında her yöne tahribat saçan meczuplardan ibaret. Masum insanlara kolay hedef oldukları için rahatça yönelen bu anlayışın ilginç bir prototipinin hikayesi olarak ilginç bir politik sinema filmi ancak süresi derinliğini kaldırmıyor.
Aklımda kaldı; İran şahının ülkeyi ziyaretindeki protesto gösterileri sonrasında çıkan olayların canlandırması başarılı. Sokak arasında Baader'ın panzerle kıstırıldığı sahne. Sokakta suikast sahnesi.
Sonuç; idare eder.
3 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0765432/
How To Lose Friends & Alienate People (2008)
** Dost kaybetme ve İnsanları Uzaklaştırma Sanatı **
Konusu şöyle; memleketi İngiltere'de çalıştığı dergide şöhretlere saldıran, rahatsız eden girişken ve sıradışı magazin muhabiri Sidney (Simon Pegg) bu sektörün başkenti Manhattan'daki bir derginin sahibinin (Jeff Bridges) dikkatini çeker ve iş teklifi alır. Şehre geldiğinde amacı bu parıltılı dünyanın tam kalbine girebilmektir.
Ne anladım; Toby Young isimli editörün özyaşam öyküsünden uyarlanan hikaye Robert Weide tarafından yönetilmiş. Londra'da paparazzi kültüründen doğan Sidney karakteri ortamlara kılık değiştirerek, zorla girmeye, ortalığı dağıtmaya ve mekandan atılarak geceyi kapatmaya alışmış bir muhabir. New York'da ise gösterinin ve ihtişamın bir parçası haline gelmek, daha ehlileştirilmiş bir profesyonellikle çalışmak zorunda olmak bu zıpır karakter için kabullenilmesi zor bir değişim haline geliyor ve bu temel çelişki filmin çoğu dramatik gerilimini yaratıyor. "Devil Wears Prada" nın erkek versiyonu gibi duran hikayenin o film ile başta haşin patron karakteri olmak üzere benzer yanları var ancak ona göre daha dürüst olduğu söylenebilir. Simon Pegg bu kendi yolunu bulan, kural tanımaz eğlence adamını gayet yüzeysel oynuyor. Ancak hikayenin tonu filmin ikinci yarısında bu karakterin parıltılı, seksi aktis Megan Fox ile daha mütevazi ama gerçek aşk olma ihtimali bulunan Kirsten Dunst arasında kalması çerçevesine sıkışınca tadı kaçıyor ve sıradanlaşıyor. Piste fırlayıp kızlara sırnaşınca herkesin kaçtığı, o gidince milletin tekrar piste döndüğü sahneye benzer ancak bir skeçe konu olabilecek bir adamın hikayesi üzerine bu kadar uzun bir film yapınca da temponun bozulmasından iyice zorlama sahnelere kadar ilgiyi ayakta tutacak hiç bir tarafı kalmıyor filmin.
Aklımda kaldı; parkta açık sinemada Dolce Vita. Şehre geldiği ilk gün eve yerleşip parti adamı havasında gecelere aktığı sahneler. Megan Fox'un havuz sahnesi. It Crowd'dan Roy ve Jen'i canlandıran oyuncular girişte rol alıyorlar.
Sonuç; ilk yarım saati için izlenir.
2 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0455538/
Konusu şöyle; memleketi İngiltere'de çalıştığı dergide şöhretlere saldıran, rahatsız eden girişken ve sıradışı magazin muhabiri Sidney (Simon Pegg) bu sektörün başkenti Manhattan'daki bir derginin sahibinin (Jeff Bridges) dikkatini çeker ve iş teklifi alır. Şehre geldiğinde amacı bu parıltılı dünyanın tam kalbine girebilmektir.
Ne anladım; Toby Young isimli editörün özyaşam öyküsünden uyarlanan hikaye Robert Weide tarafından yönetilmiş. Londra'da paparazzi kültüründen doğan Sidney karakteri ortamlara kılık değiştirerek, zorla girmeye, ortalığı dağıtmaya ve mekandan atılarak geceyi kapatmaya alışmış bir muhabir. New York'da ise gösterinin ve ihtişamın bir parçası haline gelmek, daha ehlileştirilmiş bir profesyonellikle çalışmak zorunda olmak bu zıpır karakter için kabullenilmesi zor bir değişim haline geliyor ve bu temel çelişki filmin çoğu dramatik gerilimini yaratıyor. "Devil Wears Prada" nın erkek versiyonu gibi duran hikayenin o film ile başta haşin patron karakteri olmak üzere benzer yanları var ancak ona göre daha dürüst olduğu söylenebilir. Simon Pegg bu kendi yolunu bulan, kural tanımaz eğlence adamını gayet yüzeysel oynuyor. Ancak hikayenin tonu filmin ikinci yarısında bu karakterin parıltılı, seksi aktis Megan Fox ile daha mütevazi ama gerçek aşk olma ihtimali bulunan Kirsten Dunst arasında kalması çerçevesine sıkışınca tadı kaçıyor ve sıradanlaşıyor. Piste fırlayıp kızlara sırnaşınca herkesin kaçtığı, o gidince milletin tekrar piste döndüğü sahneye benzer ancak bir skeçe konu olabilecek bir adamın hikayesi üzerine bu kadar uzun bir film yapınca da temponun bozulmasından iyice zorlama sahnelere kadar ilgiyi ayakta tutacak hiç bir tarafı kalmıyor filmin.
Aklımda kaldı; parkta açık sinemada Dolce Vita. Şehre geldiği ilk gün eve yerleşip parti adamı havasında gecelere aktığı sahneler. Megan Fox'un havuz sahnesi. It Crowd'dan Roy ve Jen'i canlandıran oyuncular girişte rol alıyorlar.
Sonuç; ilk yarım saati için izlenir.
2 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0455538/
Cafe Metropole (1937)
*** That's the trouble with a flawless plan! There's always a flaw in it! ***
Konusu şöyle; mal varlığını kaybetmiş genç Amerikalı Alexis (Tyrone Power) bir kumar oyununda Cafe Metropole sahibi Victor'a (Adolphe Menjou) sahip olmadığı yüklü bir parayı kaybeder. Buna karşılık Victor ondan gelecek olan zengin aileye karşı bir Rus mirasyedi rolünü oynamasını ister. Ailenin kızı Laura (Loretta Young) ondan çok etkilenir ve kısa sürede evlenmeyi kafasına koyar.
Ne anladım; Edward Griffith'in yönettiği klasik romantik komedilere şık bir örnek. Kimliğini gizleyen ve bundan suçluluk duyan erkek karakter, zengin ailenin şımarık kızı, babacan burjuva gibi bu türün temel karakteristiklerini barındıran hikaye eğlencelik vasfını hakediyor. Sonradan büyük şöhretler haline gelen iki oyuncunun ilk dönemine ait bir belge olarak da değerlendirilebilecek olan filmde senaryo da çok üst düzey olmasa bile sıkmadan ilerliyor, en azından aşırı dramatizasyondan kaçan abartıdan uzak havası ile rahatsızlık vermiyor. Başlangıçta olaylara sebebiyet veren çekin en sonuna kadar kullanılması gibi faziletleri de var.
Aklımda kaldı; Power'ın aksan taklitleri, sonra bu aksanı kaçırınca "Aksanım gelir, gider, gelir gider.." deyişi.
Sonuç; eğlencelik
1 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0028676/
Konusu şöyle; mal varlığını kaybetmiş genç Amerikalı Alexis (Tyrone Power) bir kumar oyununda Cafe Metropole sahibi Victor'a (Adolphe Menjou) sahip olmadığı yüklü bir parayı kaybeder. Buna karşılık Victor ondan gelecek olan zengin aileye karşı bir Rus mirasyedi rolünü oynamasını ister. Ailenin kızı Laura (Loretta Young) ondan çok etkilenir ve kısa sürede evlenmeyi kafasına koyar.
Ne anladım; Edward Griffith'in yönettiği klasik romantik komedilere şık bir örnek. Kimliğini gizleyen ve bundan suçluluk duyan erkek karakter, zengin ailenin şımarık kızı, babacan burjuva gibi bu türün temel karakteristiklerini barındıran hikaye eğlencelik vasfını hakediyor. Sonradan büyük şöhretler haline gelen iki oyuncunun ilk dönemine ait bir belge olarak da değerlendirilebilecek olan filmde senaryo da çok üst düzey olmasa bile sıkmadan ilerliyor, en azından aşırı dramatizasyondan kaçan abartıdan uzak havası ile rahatsızlık vermiyor. Başlangıçta olaylara sebebiyet veren çekin en sonuna kadar kullanılması gibi faziletleri de var.
Aklımda kaldı; Power'ın aksan taklitleri, sonra bu aksanı kaçırınca "Aksanım gelir, gider, gelir gider.." deyişi.
Sonuç; eğlencelik
1 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0028676/
CQ (2001)
** So this is the end... or is it the start? Of what? **
Konusu şöyle; yapımcı Enzo'nun (Giancarlo Giannini) filme bir son bulamadığı için filminden kovduğu yönetmen Andrezej (Gerard Depardieu) ve yerine gelen çılgın yönetmen Felix DeMarco'nun yanında, bir seksi bir kadın ajan olan Dragonfly'ın hikayesinin anlatıldığı filmde çalışan kurgucu Paul (Jeremy Davies) bir yandan da kendi otel odasında kız arkadaşıyla da beraber kendi yaşamını konu alan sinema tarihinin en dürüst filmini çekmeye çalışmaktadır.
Ne anladım; büyükustanın oğlu Roman Coppola'nın film yapma tarihi ve sürecine bir bakış atan ilginç denemesi 60 ve 70 lerin avrupa sinemasının ana figürlerini, tür filmi çekmeye çalışan bir sanat filmi ekibini ve filmin bir sonu olması gerekliliğinin sorgulanması konu alıyor. Deneysel bir proje havasının hakim olduğu film bu temaları arkaplanda tutarken aslen Paul'un varoluşçu deneyimine yöneliyor. Karakterin psikoterapi seansları haline gelen kendi mini film çekimleri nihayetinde kabuğunu kırıp tırtılın kelebeğe dönüşümüne zemin hazırlayacak bir itici güç oluyor. Film içindeki filmin sorunu olan bir sonuca bağlanmama bu filmin yapımcısı için problem olmamıştır ama izleyici için parçalar eğlenceli olabilse de bütün olarak pek anlam ifade etmiyor. Dragonfly filminin sonunun havada kalması yerine olabildiğince rasyonel bir bilimkurgu finaline bağlanması zaten günümüzdeki ana akım sinemasının başımıza açtığı bela değil mi.
Aklımda kaldı; kirpiğe üflerken tuttuğu dilek "Kedilerin konuşmasını isterdim."
Sonuç; bayık.
1 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0254199/
Konusu şöyle; yapımcı Enzo'nun (Giancarlo Giannini) filme bir son bulamadığı için filminden kovduğu yönetmen Andrezej (Gerard Depardieu) ve yerine gelen çılgın yönetmen Felix DeMarco'nun yanında, bir seksi bir kadın ajan olan Dragonfly'ın hikayesinin anlatıldığı filmde çalışan kurgucu Paul (Jeremy Davies) bir yandan da kendi otel odasında kız arkadaşıyla da beraber kendi yaşamını konu alan sinema tarihinin en dürüst filmini çekmeye çalışmaktadır.
Ne anladım; büyükustanın oğlu Roman Coppola'nın film yapma tarihi ve sürecine bir bakış atan ilginç denemesi 60 ve 70 lerin avrupa sinemasının ana figürlerini, tür filmi çekmeye çalışan bir sanat filmi ekibini ve filmin bir sonu olması gerekliliğinin sorgulanması konu alıyor. Deneysel bir proje havasının hakim olduğu film bu temaları arkaplanda tutarken aslen Paul'un varoluşçu deneyimine yöneliyor. Karakterin psikoterapi seansları haline gelen kendi mini film çekimleri nihayetinde kabuğunu kırıp tırtılın kelebeğe dönüşümüne zemin hazırlayacak bir itici güç oluyor. Film içindeki filmin sorunu olan bir sonuca bağlanmama bu filmin yapımcısı için problem olmamıştır ama izleyici için parçalar eğlenceli olabilse de bütün olarak pek anlam ifade etmiyor. Dragonfly filminin sonunun havada kalması yerine olabildiğince rasyonel bir bilimkurgu finaline bağlanması zaten günümüzdeki ana akım sinemasının başımıza açtığı bela değil mi.
Aklımda kaldı; kirpiğe üflerken tuttuğu dilek "Kedilerin konuşmasını isterdim."
Sonuç; bayık.
1 mayıs günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt0254199/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)