*** Dustin mi minyon Emma'mı kalıplı ***
Konusu şöyle; caz piyanisti olma hayalini gerçekleştiremeyip reklam müziği yazarı olabilmiş ama artık yerini gençlere bırakması beklenen Harvey (Dustin Hoffman) uzakta yaşadığı kızının düğününe gitmek için haftasonu Londra'ya gelir. Burada işinden kovulduğunu, kızının üvey babası tarafından damada verilmek istediğini öğrenen Harvey, bir havaalanında yolcularla anket yapan, duygusal yaşamında kimsesi olmayan, halen annesi ile yaşayan Kate Walker (Emma Thompson) ile tanışır.
Ne anladım; Joel Hopkins bu biri İngiliz biri Amerikalı, ikisi de orta yaşlarını geçmiş ama yaşamlarında huzuru bulamamış çift adayının hikayesini anlatırken çok sağlam iki oyuncu ile çalışmak gibi bir şansa sahip. Karakterlerin de çıkış noktaları gayet iyi, öyle ki herhalde 50 yaş üstü Before Sunrise izleyeceğiz beklentisi yaratıyor. Ama maalesef hikaye ilerlemeye başladığında ilk yakınlaşma sırasındaki kıvrak dialoglardan uzaklaşıp durumlara odaklanan anlatı izleyiciyi de avucundan kaçırıyor, çünkü bu durumlarda çok fazla bilindik durum var. Bir kıyafet deneme sahnesi, müzik eşliğinde geçiştirilen yürüyüşler, kurs sahneleri, anne karakterinin yan komşuyu pencereden gözleyip katil olduğunu düşünmesi gibi kısımlarla dolu kolaycı senaryo tatmin etmiyor. Bu yüce oyuncuları sıradan insanları canlandırırken izleme şerefi de yeter diyebiliriz ama fazlası olsa fena olmazdı.
Aklımda kaldı; düğündeki konuşma. Kate telefonu şimdi konuşamam diye kapatır. "Bu hareketinden umutlanmalı mıyım?" Kate hafifçe gülümser "Bundan daha büyük bir gülümseme gerek"
Sonuç; idare etmez maalesef.
30 temmuz günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt1046947/
Arama
28 Temmuz 2009 Salı
25 Temmuz 2009 Cumartesi
Zack And Miri Make A Porno (2008)
*** Granny Pants ***
Konusu şöyle; çocukluklarından beri yakın arkadaş olan Zack (Seth Rogen) ve Miriam (Elizabeth Banks) aynı evi de paylaşmaktadırlar. İyice parasız kaldıklarında akıllarına bir porno film çevirmek gelir. Kameralar önünde bir şey hissetmeden birlikte olup etkilenmeden yaşamlarına devam edebileceklerini düşünürler.
Ne anladım; acaip karakterlerden bir evren yaratan ve bunlara sık sık dönen yönetmen Kevin Smith'in bir de Jersey Girl gibi edepli romantik komedilere yaklaştığı ama pek de iyi olmayan denemeleri var. Burada hikayenin kendisi provokatif ama geneline bakılırsa sevimli bir romantik komedi olma denemesinde bir çalışma var. Belki Jason Mewes'in bulunduğu sahneler olmasa da ailecek izlenecek bir tatlı bir iş çıkacakmış ortaya. Ancak gene de onun testislerinin silüeti ile de katkıda bulunduğu filmin az sayıdaki komik sahneleri onlar. Gelenek olduğu üzere en beklenmedik ve ters köşe mizah Mewes ile geliyor Kevin Smith filmlerinde. Geri kalanı birkaç sene önce Jim Carrey'in de oynadığı bir çiftin mali durumları bozulunca beklenmeyen bir yola sapmalarından yola çıkan, sonuçta uzun süredir birbirine açılamayan ama birbirlerine aslında delice aşık olduklarının ortaya çıktığı bir romantik komediye dönüşüyor. Bana ters gelen, çok serbest tiplemeler yaratmasına rağmen hikayenin sonuçta konu çiftin birbirine olan sevgisini o gün diğer kadınla o sahneyi çekmemiş olma, birlikte olmamış olma kıstasına indirgemesi. Bir de maalesef Mewes haricindeki sahnelerin sadece durumun acaipliğine dayanıp mizah içermemesi bir sıkıntı.
Aklımda kaldı; yazılarda bittikten sonra gelecekte kurdukları Zack & Miri yapım şirketi hakkında bir bölüm var. Filmi çekerken edepsiz sözler söylemeye çalışması. Filme isim bulma çalışması "fuckback mountain" "cocunt" "star sex"
Sonuç; idare eder.
25 temmuz günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1007028/
Konusu şöyle; çocukluklarından beri yakın arkadaş olan Zack (Seth Rogen) ve Miriam (Elizabeth Banks) aynı evi de paylaşmaktadırlar. İyice parasız kaldıklarında akıllarına bir porno film çevirmek gelir. Kameralar önünde bir şey hissetmeden birlikte olup etkilenmeden yaşamlarına devam edebileceklerini düşünürler.
Ne anladım; acaip karakterlerden bir evren yaratan ve bunlara sık sık dönen yönetmen Kevin Smith'in bir de Jersey Girl gibi edepli romantik komedilere yaklaştığı ama pek de iyi olmayan denemeleri var. Burada hikayenin kendisi provokatif ama geneline bakılırsa sevimli bir romantik komedi olma denemesinde bir çalışma var. Belki Jason Mewes'in bulunduğu sahneler olmasa da ailecek izlenecek bir tatlı bir iş çıkacakmış ortaya. Ancak gene de onun testislerinin silüeti ile de katkıda bulunduğu filmin az sayıdaki komik sahneleri onlar. Gelenek olduğu üzere en beklenmedik ve ters köşe mizah Mewes ile geliyor Kevin Smith filmlerinde. Geri kalanı birkaç sene önce Jim Carrey'in de oynadığı bir çiftin mali durumları bozulunca beklenmeyen bir yola sapmalarından yola çıkan, sonuçta uzun süredir birbirine açılamayan ama birbirlerine aslında delice aşık olduklarının ortaya çıktığı bir romantik komediye dönüşüyor. Bana ters gelen, çok serbest tiplemeler yaratmasına rağmen hikayenin sonuçta konu çiftin birbirine olan sevgisini o gün diğer kadınla o sahneyi çekmemiş olma, birlikte olmamış olma kıstasına indirgemesi. Bir de maalesef Mewes haricindeki sahnelerin sadece durumun acaipliğine dayanıp mizah içermemesi bir sıkıntı.
Aklımda kaldı; yazılarda bittikten sonra gelecekte kurdukları Zack & Miri yapım şirketi hakkında bir bölüm var. Filmi çekerken edepsiz sözler söylemeye çalışması. Filme isim bulma çalışması "fuckback mountain" "cocunt" "star sex"
Sonuç; idare eder.
25 temmuz günü izledim
http://www.imdb.com/title/tt1007028/
23 Temmuz 2009 Perşembe
Fuck (2005)
**** There is no English equivalent for 'fuck off,' because... it *is* English ****
Konusu şöyle; her yönüyle fuck kelimesi üzerine bir belgesel.
Ne anladım; Steve Anderson bu çok kullanılan, bazı kesimler tarafından aforoz sebebi sayılan, yerine göre kendini ifade aracı, bazen saldırı silahı olabilen kelime üzerinden küfürün sosyal yaşamda yerinden tutun cinselliğin tabularına her yönüyle ekrana getiriyor. Kelime anlamıyla incelemek üzere porno yıldızları, sosyal yönler için psikologlar, sanatla ilişkisi için rapçisi oyuncusu müzisyeninden muhafazakarına çok sayıda isim var röportaj yapılan. Kelime ile ilgili konu başlıkları altında bilindik filmlerden (tabii ki Scarface) dizilerden (Seinfeld'in bir çocuğun yanında ağzından kaçırıp başını derde soktuğu bölüm de var) şarkı sözlerine, politik olaylarla ilgisine bence çok hızlı ve tempolu bir film. Tabi hayli rahatsız edebilecek kısımları da var, adı üstünde. Ama özellikle Billy Connolly'nin değişik tonlaması ve klasik İngiliz aksanıyla tatlı tatlı kelimenin fonetiğine övgüler düzdüğü sahneler başta olmak üzere güzel kısımları çok fazla. Kelimenin kökeni tam olarak bilinmediği halde "fornication under consent of king" ifadesinin kısaltması olduğu şeklinde genel bir kanı olması ilginç geldi. Lenny Bruce ya da George Carlin'e verilen önem sadece insanların sahnede küfür edildiğini duymaktan hoşlanması ile açıklanamaz. İfade özgürlüğü tarafından bakıldığında çığır açan adamlar bunlar. Steril ikiyüzlü bir ahlak anlayışı ile dayatılan toplumsal baskılarla mücadelenin bir bakıma simgesi. Özellikle Bush yönetimi ile birlikte para basmaya başlayan sözde toplumu koruyucu oradaki kurumların buradaki karşılığı rtük de bunlardan ekmek yiyor. Üstelik sigaraları kapatarak, içkileri mozaikleyerek tvde rastgelinecek herhangi bir filmin de zevkle izlenmesini imkansız kılarak buradaki öğrenilmiş çaresizliği daha büyük boyutlarda uygulayarak. Sonuçta toplumsal değerler kılıfından güç alarak tüm akılcı ağaçları budamaya kararlı bir zihniyet egemen zamanımızda.
Aklımda kaldı; Pat Boone'un kendi soyadını küfür yerine kullanması.
Sonuç; herkese göre değil
23 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0486585/
Konusu şöyle; her yönüyle fuck kelimesi üzerine bir belgesel.
Ne anladım; Steve Anderson bu çok kullanılan, bazı kesimler tarafından aforoz sebebi sayılan, yerine göre kendini ifade aracı, bazen saldırı silahı olabilen kelime üzerinden küfürün sosyal yaşamda yerinden tutun cinselliğin tabularına her yönüyle ekrana getiriyor. Kelime anlamıyla incelemek üzere porno yıldızları, sosyal yönler için psikologlar, sanatla ilişkisi için rapçisi oyuncusu müzisyeninden muhafazakarına çok sayıda isim var röportaj yapılan. Kelime ile ilgili konu başlıkları altında bilindik filmlerden (tabii ki Scarface) dizilerden (Seinfeld'in bir çocuğun yanında ağzından kaçırıp başını derde soktuğu bölüm de var) şarkı sözlerine, politik olaylarla ilgisine bence çok hızlı ve tempolu bir film. Tabi hayli rahatsız edebilecek kısımları da var, adı üstünde. Ama özellikle Billy Connolly'nin değişik tonlaması ve klasik İngiliz aksanıyla tatlı tatlı kelimenin fonetiğine övgüler düzdüğü sahneler başta olmak üzere güzel kısımları çok fazla. Kelimenin kökeni tam olarak bilinmediği halde "fornication under consent of king" ifadesinin kısaltması olduğu şeklinde genel bir kanı olması ilginç geldi. Lenny Bruce ya da George Carlin'e verilen önem sadece insanların sahnede küfür edildiğini duymaktan hoşlanması ile açıklanamaz. İfade özgürlüğü tarafından bakıldığında çığır açan adamlar bunlar. Steril ikiyüzlü bir ahlak anlayışı ile dayatılan toplumsal baskılarla mücadelenin bir bakıma simgesi. Özellikle Bush yönetimi ile birlikte para basmaya başlayan sözde toplumu koruyucu oradaki kurumların buradaki karşılığı rtük de bunlardan ekmek yiyor. Üstelik sigaraları kapatarak, içkileri mozaikleyerek tvde rastgelinecek herhangi bir filmin de zevkle izlenmesini imkansız kılarak buradaki öğrenilmiş çaresizliği daha büyük boyutlarda uygulayarak. Sonuçta toplumsal değerler kılıfından güç alarak tüm akılcı ağaçları budamaya kararlı bir zihniyet egemen zamanımızda.
Aklımda kaldı; Pat Boone'un kendi soyadını küfür yerine kullanması.
Sonuç; herkese göre değil
23 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0486585/
19 Temmuz 2009 Pazar
Religulous (2008)
***** You don't have to pass an IQ test to be in the Senate *****
Konusu şöyle; komedyen Bill Maher dünyadaki tüm belli başlı dinlere giydiriyor.
Ne anladım; Seinfeld ekibinden, Borat'ın da yönetmeni Larry Charles, Bill Maher'in bu özel projesini yönetmiş. Sivri dilli komedyenin Iconoclasts'da en "gurur duyduğum iş" diye tanımladığı röportaj ağırlıklı belgesel kutsal topraklarda açılıyor. Uzunca bir bölüm hristiyanlığa ayrılırken paragöz tv din adamı mı zırtapoz politikacı mı en gerzek emin olamadım. Sonrasında diğer dinlere de el atan, karikatür krizinden mormonlara, soykırımı inkar konferansına katılan hahamdan scientology zırvalarına birkaç dine daha bulaşıyor. Mistik doğu dinlerini pek kullanmamasına rağmen gözle görülmeyen ispat edilemeyecek hiç bir kanıya pabuç bırakmayacağını açıkça belli ediyor. İsa'nın reenkarnasyonu olduğunu iddia eden ve yüzbin müridi olan adam, insanlarla dinazorları aynı dönemde resmeden zırva müze, konuşan yılana inanan politikacıların dünyayı yönetmesi gibi sahnelerle dolu dinamik bir belgesel. Belki dinleri gruplamak yerine benzerlikleri üzerinden eleştirilecek noktaları ele alsaydı daha tempolu bir sunum olabilirdi. Köşeye sıkışınca düşünmeden inanmanın erdemlerini savunmanın, aklı inkar etmenin acıklı hikayesi. Bizim için eğlence tabi.
Aklımda kaldı; finalde annesi ile "- Cennette görüşürüz. - Kim bilir" diyip gülüşmeleri. Yahudilerinde kutsal gününde hiç bir alet kullanmamalarından para kazanmak amacıyla üretilmiş alet.
Sonuç; helal :P
19 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0815241/
Konusu şöyle; komedyen Bill Maher dünyadaki tüm belli başlı dinlere giydiriyor.
Ne anladım; Seinfeld ekibinden, Borat'ın da yönetmeni Larry Charles, Bill Maher'in bu özel projesini yönetmiş. Sivri dilli komedyenin Iconoclasts'da en "gurur duyduğum iş" diye tanımladığı röportaj ağırlıklı belgesel kutsal topraklarda açılıyor. Uzunca bir bölüm hristiyanlığa ayrılırken paragöz tv din adamı mı zırtapoz politikacı mı en gerzek emin olamadım. Sonrasında diğer dinlere de el atan, karikatür krizinden mormonlara, soykırımı inkar konferansına katılan hahamdan scientology zırvalarına birkaç dine daha bulaşıyor. Mistik doğu dinlerini pek kullanmamasına rağmen gözle görülmeyen ispat edilemeyecek hiç bir kanıya pabuç bırakmayacağını açıkça belli ediyor. İsa'nın reenkarnasyonu olduğunu iddia eden ve yüzbin müridi olan adam, insanlarla dinazorları aynı dönemde resmeden zırva müze, konuşan yılana inanan politikacıların dünyayı yönetmesi gibi sahnelerle dolu dinamik bir belgesel. Belki dinleri gruplamak yerine benzerlikleri üzerinden eleştirilecek noktaları ele alsaydı daha tempolu bir sunum olabilirdi. Köşeye sıkışınca düşünmeden inanmanın erdemlerini savunmanın, aklı inkar etmenin acıklı hikayesi. Bizim için eğlence tabi.
Aklımda kaldı; finalde annesi ile "- Cennette görüşürüz. - Kim bilir" diyip gülüşmeleri. Yahudilerinde kutsal gününde hiç bir alet kullanmamalarından para kazanmak amacıyla üretilmiş alet.
Sonuç; helal :P
19 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt0815241/
17 Temmuz 2009 Cuma
Zeitgeist : Addendum (2008)
**** Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz ****
Konusu şöyle; belgesel dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; paranın nasıl oluştuğunu, ekonomik sistemin ana bileşenlerini ve kapitalizmin işleyişini anlatıyor. İkinci bölümde; bu sistemin dünyadaki politik yansımaları bir Ekonomik Tetikçi olan John Perkins tarafından anlatılıyor. Üçüncü bölüm; bu para bazlı sistemin yerine bir alternatif olarak kaynak bazlı bir sistemin olarak tasarlanan Venüs projesinin ilgili toplum mühendisleri tarafından anlatımı ve dördüncü ve son bölümde de bu sisteme alternatifleri en azından zorlamaya başlamak için izleyiciye öneriler şeklinde özetlenebilir.
Ne anladım; ilk filmin bir uzantısı olarak düşünülebilecek bu bölüm gene tamamıyla Peter Joseph'in her tarafını kotardığı bir belgesel. Gene bir görüntüler kolajı izliyoruz ancak bu sefer özellikle ilk bölümde izleyicini takibini kolaylaştıran animasyonlar son derece profesyonel ve konuya odaklı. Özellikle ilk iki bölüm mükemmel derecede bilgilendirici içerik ve sunuma sahip. İkinci bölümde anlatılanların detaylarına elemanın kitabından ulaşmak da mümkün. Üçüncü bölümde anlatılan Venüs projesi ve anlatılanlar elbette ütopik ya da tatil köyü reklemı gibi geliyor. Vizyon açması, düşündürmesi açısından iyi ama mesela paranın yok olmasıyla insanların minimuma insede kendilerinden toplum tarafından bekleneni yapmaya güdüleyecek olan nedir gibi soruları sorsa da yanıtlamıyor. Sondaki öneriler de iyi niyetle kulak arkası edilebilir, nihayetinde kimseyi sokağa dökemeyeceğini bilen yayımcı daha pasif eylemlere cesaretlendirmeye çalışıyor ama günümüzün "bir benim yapmam neyi değiştirir ki" bilincine sahip kuşağını harekete geçirmeye yetmez bunlar. İlk filme göre daha net hedeflere en önemlisi bir sonuca sahip, yer yer kendisini tekrar etse ve bu yüzden uzun kalsa da çok değerli bir belge.
Aklımda kaldı; Fed'in kuruluşu, Amerikanın bağımsızlık savaşının altında yatan nedenler, paranın imal edilişi, Perkins'in önce rüşvet, sonra suikast, en son da askeri müdahele aşamalı tetikçilik hikayeleri.
Sonuç; gayet iyi.
17 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt1332128/
Konusu şöyle; belgesel dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; paranın nasıl oluştuğunu, ekonomik sistemin ana bileşenlerini ve kapitalizmin işleyişini anlatıyor. İkinci bölümde; bu sistemin dünyadaki politik yansımaları bir Ekonomik Tetikçi olan John Perkins tarafından anlatılıyor. Üçüncü bölüm; bu para bazlı sistemin yerine bir alternatif olarak kaynak bazlı bir sistemin olarak tasarlanan Venüs projesinin ilgili toplum mühendisleri tarafından anlatımı ve dördüncü ve son bölümde de bu sisteme alternatifleri en azından zorlamaya başlamak için izleyiciye öneriler şeklinde özetlenebilir.
Ne anladım; ilk filmin bir uzantısı olarak düşünülebilecek bu bölüm gene tamamıyla Peter Joseph'in her tarafını kotardığı bir belgesel. Gene bir görüntüler kolajı izliyoruz ancak bu sefer özellikle ilk bölümde izleyicini takibini kolaylaştıran animasyonlar son derece profesyonel ve konuya odaklı. Özellikle ilk iki bölüm mükemmel derecede bilgilendirici içerik ve sunuma sahip. İkinci bölümde anlatılanların detaylarına elemanın kitabından ulaşmak da mümkün. Üçüncü bölümde anlatılan Venüs projesi ve anlatılanlar elbette ütopik ya da tatil köyü reklemı gibi geliyor. Vizyon açması, düşündürmesi açısından iyi ama mesela paranın yok olmasıyla insanların minimuma insede kendilerinden toplum tarafından bekleneni yapmaya güdüleyecek olan nedir gibi soruları sorsa da yanıtlamıyor. Sondaki öneriler de iyi niyetle kulak arkası edilebilir, nihayetinde kimseyi sokağa dökemeyeceğini bilen yayımcı daha pasif eylemlere cesaretlendirmeye çalışıyor ama günümüzün "bir benim yapmam neyi değiştirir ki" bilincine sahip kuşağını harekete geçirmeye yetmez bunlar. İlk filme göre daha net hedeflere en önemlisi bir sonuca sahip, yer yer kendisini tekrar etse ve bu yüzden uzun kalsa da çok değerli bir belge.
Aklımda kaldı; Fed'in kuruluşu, Amerikanın bağımsızlık savaşının altında yatan nedenler, paranın imal edilişi, Perkins'in önce rüşvet, sonra suikast, en son da askeri müdahele aşamalı tetikçilik hikayeleri.
Sonuç; gayet iyi.
17 temmuzda izledim
http://www.imdb.com/title/tt1332128/
15 Temmuz 2009 Çarşamba
The Duchess (2008)
*** There were three people in her marriage ***
Konusu şöyle; 18. yüzyılda İngiltere'de yaşayan Georgiana (Keira Knightley) henüz onaltı yaşında annesi tarafından Devonshire Dükü (Ralph Fiennes) ile evlendirilir. Dük'ün tek beklentisi kızın soyunu devam ettirmek için kendisine bir erkek evlat doğurmasıdır. Zamanının politik olayları ile de yakında ilgilenen Düşes kız çocuk doğurdukça dükün ile zaten çok zayıf olan ilişkisi de bozulur, hatta dükün kendisine sırdaş olan Bess (Hayley Foster) ile birlikte yatmaya başlamasıyla en yakın arkadaşını da kaybeder.
Ne anladım; Saul Dibb tarafından yönetilen bu kostümlü drama bilindik klasik tarzdan gerçekçi yapısıyla biraz ayrılıyor. Entrikalar üzerine kurulu, daha çok siyasi oyunların çekişmeleri tetiklediği bu dünyaya Dangerous Liasons ya da Tudors tarzı bir yaklaşım burada da gördüğümüz, tabi adı geçenlerden dolayı yepyeni bir tarz değil karşımızdaki ama klasik tonunda olarak nitelendirmemizi engelliyor bu durum. Romantik rollerin adamı olarak bildiğimiz Ralph Fiennes'ın hayvani bir tarz ile canlandırdığı Dük filmin tonunu belirleyen adam. Karısını sadece çocuk doğuran dişi konumuna indirgeyen, tek kelime bile etmeden adeta erkek çocuk takıntısını gerçekleştirmek için yaşayan adamı gayet sakin ve korkutucu bir performansla canlandırıyor. Kendi evinde ve yaşamında "mobbing" tarzı tacize uğrayan düşes gayet şatafatlı bir yaşamın içerisindeki duygusal zavallılığı ile acıtıyor. Aradığı sevgiyi bulmak için başkası ile yatan kocasından kaçmasına rağmen çocuklarını bir daha görememek ile tehdit edilip evine döndüğü ve boyun eğmek zorunda kaldığı bölüm en dramatik yoğunluğa sahip olan kısmı filmin, karakterin de Prenses Diana ile özdeşleştirilmesinin sebebi sanırım.
Aklımda kaldı; Dük'ün yemek masasındaki halleri.
Sonuç; iyi
12 temmuz pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0864761/
Konusu şöyle; 18. yüzyılda İngiltere'de yaşayan Georgiana (Keira Knightley) henüz onaltı yaşında annesi tarafından Devonshire Dükü (Ralph Fiennes) ile evlendirilir. Dük'ün tek beklentisi kızın soyunu devam ettirmek için kendisine bir erkek evlat doğurmasıdır. Zamanının politik olayları ile de yakında ilgilenen Düşes kız çocuk doğurdukça dükün ile zaten çok zayıf olan ilişkisi de bozulur, hatta dükün kendisine sırdaş olan Bess (Hayley Foster) ile birlikte yatmaya başlamasıyla en yakın arkadaşını da kaybeder.
Ne anladım; Saul Dibb tarafından yönetilen bu kostümlü drama bilindik klasik tarzdan gerçekçi yapısıyla biraz ayrılıyor. Entrikalar üzerine kurulu, daha çok siyasi oyunların çekişmeleri tetiklediği bu dünyaya Dangerous Liasons ya da Tudors tarzı bir yaklaşım burada da gördüğümüz, tabi adı geçenlerden dolayı yepyeni bir tarz değil karşımızdaki ama klasik tonunda olarak nitelendirmemizi engelliyor bu durum. Romantik rollerin adamı olarak bildiğimiz Ralph Fiennes'ın hayvani bir tarz ile canlandırdığı Dük filmin tonunu belirleyen adam. Karısını sadece çocuk doğuran dişi konumuna indirgeyen, tek kelime bile etmeden adeta erkek çocuk takıntısını gerçekleştirmek için yaşayan adamı gayet sakin ve korkutucu bir performansla canlandırıyor. Kendi evinde ve yaşamında "mobbing" tarzı tacize uğrayan düşes gayet şatafatlı bir yaşamın içerisindeki duygusal zavallılığı ile acıtıyor. Aradığı sevgiyi bulmak için başkası ile yatan kocasından kaçmasına rağmen çocuklarını bir daha görememek ile tehdit edilip evine döndüğü ve boyun eğmek zorunda kaldığı bölüm en dramatik yoğunluğa sahip olan kısmı filmin, karakterin de Prenses Diana ile özdeşleştirilmesinin sebebi sanırım.
Aklımda kaldı; Dük'ün yemek masasındaki halleri.
Sonuç; iyi
12 temmuz pazar günü izledik
http://www.imdb.com/title/tt0864761/
Public Enemies (2009)
**** Bye Bye Blackbird ****
Konusu şöyle; 1930'larda büyük buhran yıllarında hayatını banka soymak olarak tanımlayan John Dillinger (Johnny Depp) bir grup soyguncuya liderlik ederek, ve halkın parasına dokunmayarak bir çeşit görünmezlik zırhı altında hükümeti zorlar. FBI başkanı Hoover Ajan Purvis'i (Christian Bale) Dillinger'ı yakalamakla görevlendirir.
Ne anladım; stilize suç hikayelerinin usta yönetmeni Michael Mann sıkıntılı Miami Vice macerasından sonra başarılı bir filmle dönüyor. Bir biyografik çalışmadan uyarlama olması ve bilindik bir figürün bilinen hikayesi olması gibi kalıplarla sınırlayacak bir zorlama var bu kez üzerinde yönetmenin. Tabii ki en büyük koz bu kanunsuzu canlandıran Depp. O dönemdeki Hollywood gangster filmlerinden beslendiğini gördüğümüz karakterin gerçek hayatına o romantik etkilenimleri yansıtamayıp sonuçta çıkan asosyal, diktatör, tutkulu adamı özgün bir sunum. Dönemi titizlikle canlandıran Mann, hem suçun başarısını hem de hükümetin aldığı önlemler ve tavırları net bir şekilde gözler önüne seriyor. Hareketli sahnelerde kameranın de hızlandığı sinematografi bu anlarda Dogma filmine yaklaşıyor, bu da aynı zamanda sürekli Dillinger'ın yanında olaya katılıyormuşuz hissini sağlıyor. "Bebek yüz" ve diğer yan karakterlere de iyi süre verilen filmde Cotillard'ın kadın karakteri oynamasına fragmanda şaşırmıştım. Ancak bir femme fatale değil burada kadın karakter, aksine fakir bir yaşam süren ve Dillinger'ın kanat gerebileceği bir yavru kuş zayıflığında bir kadın ve filmlerdeki büyük gangsterlerin kızlarını anımsatan hüzünlü havası onlara öykünen adam için çok etkileyici. Ana karakterin psikolojik çözümlemesine, çocukluğuna falan girmeyen sadece olayı özetleyen ve tamamen olmasa da mümkün olduğunda klişelere yüz vermeyen eli yüzü düzgün bir yapım.
Aklımda kaldı; Dillinger'ın bir kez sinemada bir kez de polis binasında kendi adına kurulmuş ekibin odasını ziyaretinde kimse tarafından farkedilmediği sahneler.
Sonuç; sıkı film
11 temmuz ctesi günü sinemada izledik
http://www.imdb.com/title/tt1152836/
Konusu şöyle; 1930'larda büyük buhran yıllarında hayatını banka soymak olarak tanımlayan John Dillinger (Johnny Depp) bir grup soyguncuya liderlik ederek, ve halkın parasına dokunmayarak bir çeşit görünmezlik zırhı altında hükümeti zorlar. FBI başkanı Hoover Ajan Purvis'i (Christian Bale) Dillinger'ı yakalamakla görevlendirir.
Ne anladım; stilize suç hikayelerinin usta yönetmeni Michael Mann sıkıntılı Miami Vice macerasından sonra başarılı bir filmle dönüyor. Bir biyografik çalışmadan uyarlama olması ve bilindik bir figürün bilinen hikayesi olması gibi kalıplarla sınırlayacak bir zorlama var bu kez üzerinde yönetmenin. Tabii ki en büyük koz bu kanunsuzu canlandıran Depp. O dönemdeki Hollywood gangster filmlerinden beslendiğini gördüğümüz karakterin gerçek hayatına o romantik etkilenimleri yansıtamayıp sonuçta çıkan asosyal, diktatör, tutkulu adamı özgün bir sunum. Dönemi titizlikle canlandıran Mann, hem suçun başarısını hem de hükümetin aldığı önlemler ve tavırları net bir şekilde gözler önüne seriyor. Hareketli sahnelerde kameranın de hızlandığı sinematografi bu anlarda Dogma filmine yaklaşıyor, bu da aynı zamanda sürekli Dillinger'ın yanında olaya katılıyormuşuz hissini sağlıyor. "Bebek yüz" ve diğer yan karakterlere de iyi süre verilen filmde Cotillard'ın kadın karakteri oynamasına fragmanda şaşırmıştım. Ancak bir femme fatale değil burada kadın karakter, aksine fakir bir yaşam süren ve Dillinger'ın kanat gerebileceği bir yavru kuş zayıflığında bir kadın ve filmlerdeki büyük gangsterlerin kızlarını anımsatan hüzünlü havası onlara öykünen adam için çok etkileyici. Ana karakterin psikolojik çözümlemesine, çocukluğuna falan girmeyen sadece olayı özetleyen ve tamamen olmasa da mümkün olduğunda klişelere yüz vermeyen eli yüzü düzgün bir yapım.
Aklımda kaldı; Dillinger'ın bir kez sinemada bir kez de polis binasında kendi adına kurulmuş ekibin odasını ziyaretinde kimse tarafından farkedilmediği sahneler.
Sonuç; sıkı film
11 temmuz ctesi günü sinemada izledik
http://www.imdb.com/title/tt1152836/
13 Temmuz 2009 Pazartesi
The Hangover (2009)
**** Don't let the beard fool you. He's a child! ****
Konusu şöyle; bir kaç gün içerisinde evlenmek üzere olan Doug (Justin Bartha) için 3 yakın arkadaşı bekarlığa veda mahiyetinde bir Las Vegas haftasonu ayarlar. Arabayla şehire giden uzun süredir dominant kız arkadaşıyla birlikte olan dişçi Stu (Ed Helms), evlilikten bayılmış öğretmen Phil (Bradley Cooper) ve Doug'un müstakbel kayınbiraberi Alan (Zach Galifianakis) ten oluşan ekip sabah otel odasında uyandığında yanmış koltuklar, banyoda bir bildiğin kaplan, dolapta bir bebek ve kayıp bir dişi içeren manzaraya uyanır, damat da ortalarda yoktur.
Ne anladım; birkaç sene önce Starsky & Hutch'ını izlediğimiz Todd Philips bu kez turnayı gözünden vurmuş. Bu sessiz ve derinden komedi kendi çapında bir fenomen olmaya aday. Afişiyle üç adam ve bir bebekleri anımsatan filmde bebek yan hikayelerden sadece biri. Mike Tyson veya Çinli patronun çok artı katmamasına rağmen bir çok komik durum yaratan, merak yaratan sonuçlar gösterip yavaş yavaş geçmişi dolduran sağlam bir senaryosu ve bu yükü iyi taşıyan bir kurgusu var. Mizahını son dönemin gözde markası Judd Apatow, Seth Rogen gibilerine benzetebilirdim ama bunun farkı acaip adamların yanında gerçekten komik sahnelere de sahip olması. Her üç adamın da ama özellikle Zach Galifianakis'in ilginçlikte yarıştıkları bir gerçek, ama sonuçta Stu daha değişik çıkıyor bence.
Aklımda kaldı; Phil Alan ikilisinin Rain Man girişi inanılmaz komik. Maymunu tokatlayan bebek. Arabayla yola çıkarlar. Biraz sonra -"Baksana sağdan araba geliyor mu?" -"Yok". Eleman sağa kırar ve kamyon kornayı basar. Bu sahne kendi başına komik değil ama filmin karakterlerin samimiyetini temsil ediyor bence.
Sonuç; çok güzel.
11 temmuz günü sinemada izledik
http://www.imdb.com/title/tt1119646/
Konusu şöyle; bir kaç gün içerisinde evlenmek üzere olan Doug (Justin Bartha) için 3 yakın arkadaşı bekarlığa veda mahiyetinde bir Las Vegas haftasonu ayarlar. Arabayla şehire giden uzun süredir dominant kız arkadaşıyla birlikte olan dişçi Stu (Ed Helms), evlilikten bayılmış öğretmen Phil (Bradley Cooper) ve Doug'un müstakbel kayınbiraberi Alan (Zach Galifianakis) ten oluşan ekip sabah otel odasında uyandığında yanmış koltuklar, banyoda bir bildiğin kaplan, dolapta bir bebek ve kayıp bir dişi içeren manzaraya uyanır, damat da ortalarda yoktur.
Ne anladım; birkaç sene önce Starsky & Hutch'ını izlediğimiz Todd Philips bu kez turnayı gözünden vurmuş. Bu sessiz ve derinden komedi kendi çapında bir fenomen olmaya aday. Afişiyle üç adam ve bir bebekleri anımsatan filmde bebek yan hikayelerden sadece biri. Mike Tyson veya Çinli patronun çok artı katmamasına rağmen bir çok komik durum yaratan, merak yaratan sonuçlar gösterip yavaş yavaş geçmişi dolduran sağlam bir senaryosu ve bu yükü iyi taşıyan bir kurgusu var. Mizahını son dönemin gözde markası Judd Apatow, Seth Rogen gibilerine benzetebilirdim ama bunun farkı acaip adamların yanında gerçekten komik sahnelere de sahip olması. Her üç adamın da ama özellikle Zach Galifianakis'in ilginçlikte yarıştıkları bir gerçek, ama sonuçta Stu daha değişik çıkıyor bence.
Aklımda kaldı; Phil Alan ikilisinin Rain Man girişi inanılmaz komik. Maymunu tokatlayan bebek. Arabayla yola çıkarlar. Biraz sonra -"Baksana sağdan araba geliyor mu?" -"Yok". Eleman sağa kırar ve kamyon kornayı basar. Bu sahne kendi başına komik değil ama filmin karakterlerin samimiyetini temsil ediyor bence.
Sonuç; çok güzel.
11 temmuz günü sinemada izledik
http://www.imdb.com/title/tt1119646/
Recep İvedik 2 (2009)
* Müstehak *
Konusu şöyle; ünlü Türk magandası Recep İvedik (Şahan Gökbakar) babaannesi tarafından bir iş bulma, saygınlık kazanma ve evlenme görevleri ile topluma salıverilir. O da birşeyler yapar ama hiç önemi yok.
Ne anladım; karakter ismini filmin adı yapmak ilginç, ama ikinci filme hiç bir alt isim bulmaya zahmet etmeyip ismin sonuna 2 eklemek bu yapımın elinden çıktığı ekibin amacını da ne kadar efor harcadığını da doğrudan gösteren bir başlangıç noktası. İlk filmdeki gibi kardeş Togan'ın yönettiği, kamera önünde de gösterisini sunan Şahan'ın alabildiğine serbest yüzdüğü filmde ilk filmi toparlama görevi gören aşk hikayesi gibi bir hedef de kullanılmayınca üç görevi yerine getirmeye çalışan ama süre bitince öylesine jeneriğin akıverdiği bir skeç kolajı. Öyle ki sondaki çekim hataları şaka gibi; çünkü filmin tamamı çekim hatası tadında geçiyor. Şahan'ın mizah anlayışı şu; mesela ilk otele gidiyor, eşyalarını taşıyan komiye bahşiş vermesi bekleniyor, adam bundan hoşlanmıyor ve filminde kahramanına abartılı bir şekilde bu yerleşmiş alışkanlığı küfürlerle yerdiriyor. İlk filmde başladığı bu yöntemi burada lüks restoranda şarap tadımında, ödül töreninde zırvalamada vs. neredeyse her sahnede tekrarlıyor. Kendi müzisyenini linç etmeye çalışan, parkta kolkola giren çiftleri sopayla kovalayan, bu haberlere de "sokakta dudaktan öpüşürseniz yersiniz dayağı" diye yorum yazabilen insanların ülkesinde en çok para kazandıran ve izlenen filmin bu olmasında bence garipsenecek hiç bir şey yok.
Aklımda kaldı; domatesin cücüğünü çıkarma sahnesi.
Sonuç; bilin bakalım 3. filmin adı ne olur
9 temmuz perşembe dönüş yolunda izledim
http://www.imdb.com/title/tt1373215/
Konusu şöyle; ünlü Türk magandası Recep İvedik (Şahan Gökbakar) babaannesi tarafından bir iş bulma, saygınlık kazanma ve evlenme görevleri ile topluma salıverilir. O da birşeyler yapar ama hiç önemi yok.
Ne anladım; karakter ismini filmin adı yapmak ilginç, ama ikinci filme hiç bir alt isim bulmaya zahmet etmeyip ismin sonuna 2 eklemek bu yapımın elinden çıktığı ekibin amacını da ne kadar efor harcadığını da doğrudan gösteren bir başlangıç noktası. İlk filmdeki gibi kardeş Togan'ın yönettiği, kamera önünde de gösterisini sunan Şahan'ın alabildiğine serbest yüzdüğü filmde ilk filmi toparlama görevi gören aşk hikayesi gibi bir hedef de kullanılmayınca üç görevi yerine getirmeye çalışan ama süre bitince öylesine jeneriğin akıverdiği bir skeç kolajı. Öyle ki sondaki çekim hataları şaka gibi; çünkü filmin tamamı çekim hatası tadında geçiyor. Şahan'ın mizah anlayışı şu; mesela ilk otele gidiyor, eşyalarını taşıyan komiye bahşiş vermesi bekleniyor, adam bundan hoşlanmıyor ve filminde kahramanına abartılı bir şekilde bu yerleşmiş alışkanlığı küfürlerle yerdiriyor. İlk filmde başladığı bu yöntemi burada lüks restoranda şarap tadımında, ödül töreninde zırvalamada vs. neredeyse her sahnede tekrarlıyor. Kendi müzisyenini linç etmeye çalışan, parkta kolkola giren çiftleri sopayla kovalayan, bu haberlere de "sokakta dudaktan öpüşürseniz yersiniz dayağı" diye yorum yazabilen insanların ülkesinde en çok para kazandıran ve izlenen filmin bu olmasında bence garipsenecek hiç bir şey yok.
Aklımda kaldı; domatesin cücüğünü çıkarma sahnesi.
Sonuç; bilin bakalım 3. filmin adı ne olur
9 temmuz perşembe dönüş yolunda izledim
http://www.imdb.com/title/tt1373215/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)