Arama

30 Haziran 2009 Salı

Osmanlı Cumhuriyeti (2008)

** Ben bir yalnız Padişahım, evimden çok uzakta **

Konusu şöyle; Mustafa küçük bir çocukken tarlada karga kovalarken ağaçtan düşer ölür ve tarihin akışı değişir.

Ne anladım; Gani Müjde fantastik bir çıkış noktasından "acaba ne olurdu?" tarzından bir film yapmış. Bir osmanlı padişahının gündelik yaşamda, üstelik de manda yönetimi olduğundan artık bakkalın kasabın bile iplemediği bir hükümdarın, sokak ağzı ile karşılaşması, elbette cinsel yetersizlik konuları öylesine toparlanmış. Filmde pek espri olmamasından bu sefer drama yapmaya çalıştığını düşündüm yönetmenin zaten şu ana kadar pek takdir ettiğim işi olmadığından yorum bana düşmez belki de. En büyük sorun şu bence, padişahın evde sorunları var, sonra bir kızla tanışıyor halktan, bir etkilenme oluyor, ilişki başlıyor. Ardından kızın ajan olduğunu öğreniyor ve padişah lanet olsun diye herşeyi bırakıyor. Bu sahne ile beraber filmin hiç bir omurgası kalmıyor, sonrasında ne o aşk hikayesine dönüş, ne politik bir uyanış filmi ortalarındaki seviyelere bile çıkartamayınca filmin grafiğini çizsek önce biraz yükselen, sonra çok eksilere inen ve sonuna kadar o şekilde devam eden bir şey çıkar ortaya. Ata'nın oyununu mütevazi buldum ki filmin tek olumlu yanı budur herhalde.

Aklımda kaldı; yapılmaya çalışılan her espri fiyasko. Bir tane iyi vardı ama hem hatırlamıyorum şu anda hem de bulmaya çok üşeniyorum.

Sonuç; otur sıfır!

30 haziran günü yolda izledik


19 Haziran 2009 Cuma

Easy Virtue (2008)

*** Meet The Whittakers ***

Konusu şöyle; Whittaker ailesinin tek erkek oğlu John çıktığı geziden Amerikalı otomobil yarışçısı Larita (Jessica Biel) ile evlenmiş olarak döner. Gelenekçi İngiliz ailenin özellikle annesi (Kristin Scott Thomas) bu durumu savaş ilanı olarak algılar.

Ne anladım; Stephan Elliott yazarlar arasında da yer aldığı bu 30'larda geçen klasik romantik komedi olarak adlandırılabilecek filmin yönetmeni aynı zamanda. Romantik komedi deyince 80'ler sonrasının sonu başından belli Meg Ryan'lı filmlerini kastetmiyorum. Daha eski bir zaman ama daha modern sorunlar var burada. Larita'nın yeni genç kocasından bile gizlediği sırları olan bir önceki evliliği var. Birinci dünya savaşından neredeyse tüm tanıdıklarını hem de kendi sorumluluklarından dolayı kaybetmiş olarak dönen bir baba, oğlunun evliliğine sonradan finansal endişeler olduğunu anladığımız çekinceleri olan anne karakterleri de sıradışı. Biel daha önceki filmlerine bakılarak değerlendirilmemesi gereken bir rolde. "IT Crowd"un Jen'i ailenin saplantılı kızı rolünde oynuyor. Ayrıksı finaliyle de ne klasik ne modern, pek alışık olmadığımız güzel bir tat bırakan bu keyifli film "sex bomb" gibi parçaların çok değişik yorumlarıyla da değişik bir ses bandına sahip.

Aklımda kaldı; Larita'nın motorsikletle tilki avına katıldığı sahne. Tanıştıkları yarış ve izleyicilerin göründüğü geri dönüş sahneleri.

Sonuç; izlenir

18 haziran günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt0808244/

15 Haziran 2009 Pazartesi

Terminator Salvation (2009)

** Terminatörden kurtuluş yok **

Konusu şöyle; Skynet insanlığın büyük kısmını yok etmiştir, John Connor (Christian Bale) direnişin lideri olmuştur. Organizasyon düşmanın merkezini yok etmek üzere büyük bir saldırıya başlama arefesindeyken Marcus Wright (Sam Worthington) adında biri gelir ve John'un geçmişe göndereceği ve babası olacak olan Kyle Reese'in orada tutulduğunu söyler.

Ne anladım; James Cameron'un başlattığı ve bence en önemli bilimkurgu filmi olan devam filmi ile efsaneleştirdiği film üçüncü zayıf halka ile bir seriye dönüşmüştü. Şimdi makinelerle insanların mücadelesinin geçtiği, yeni yetme John Connor'un bir ordu komutanı rütbesine ulaştığı ve kendisinin doğumuna yol açacak olayları izleyeceğimiz yeni bir üçleme bu film ile başlıyor, yönetmen de McG. Yıkım sonrası insanların yer altına çekildiği, kıyamet sonrası tabir edilen ortamda geçen hikaye hemen akla Mad Max'i getiriyor. Otoritenin başdüşmanı asi John Connor bu filmle birlikte beyinsiz bir askere dönüşüyor ve izleyici ile arasına çelikten bir duvar örülüyor. İnsan olmadığını öğrendiğimiz Marcus karakterinin çelişkileri ve karizması bu film boyunca ilgiyi tutuyor ama finalde çok çiğ bir sahne ile kalbini hediye etmesi ile birlikte sonraki filmde bizim ilgimizi çekecek bir karakter kalmaması gibi bir sorun doğuyor. Tüm süresi boyunca heralde sonu bu değildir, akla ilk gelen şekilde bir senaryo yazılmamıştır umudunun sönmesi de altında imzası olan Jonathan Nolan hakkında bende şüphe yarattı. Bizde sinemaya verecek para oldukça yapımcılar bu tür seyirci sağmalık filmlere maalesef devam edecek.

Aklımda kaldı; başlarda Connor'un denizaltıya ulaşmak için açık denize atladığı sahne agorafobik bir ürperti veriyor. Nehir kenarında Connor'un Marcus'un kaçmasına göz yumduğu sahneler karanlık atmosferin akılda kalan bir parçası.


Sonuç; olmamış


14 haziran pazar günü izledik


http://www.imdb.com/title/tt0438488/

14 Haziran 2009 Pazar

Devrim Arabaları (2008)

**** Türkiye'de hiç bir başarı cezasız kalmaz ****

Konusu şöyle; 1961 yılında Cemal Gürsel'in emriyle yerli üretim bir otomobil yapmak üzere Türk mühendis ve ustalardan bir grup çalışmaya başlar. Maddi imkansızlıkların yanında halkın destekten çok kaynakların harcanmaması için itirazları, siyasetçilerinde ayakoyunları işi iyice zorlaştırır.

Ne anladım; Tolga Örnek'in Türk yakın tarihinin önemli anlarından biri üzerine belgesel dışına ilk kez çıktığı dramatik çalışması. Öncelikle kalabalık oyuncu ekibinin mütevazılık dolu herkesin gereken yerde durduğu iyi takım oyunu temiz bir hikaye izlememizi sağlıyor. Yönetmen bu ilginç olayın en akla sığmaz sorusunu yanıtlamayı seçmiş. "Bir araba yapılmış, çalışıyor. Altı üstü benzini bitmiş, koyarsın gene çalışır. Başarısızlık bunun neresinde?" Bu büyük haksızlığı temizlemeye çalışan film ikna etmese de anlaşılır bir sonuca varmayı başarıyor ki bu da büyük ölçüde başlıktaki cümleye denk düşüyor. Zayıf olduğu nokta ise dramatizasyon çabalarının bazı sonuca ulaşmayan sahnelerle temposuz kalması. Karakterlere derinlik kazandırması gereken aile hikayeleri birkaç klişeye yaslanıp işlevsiz kalıyor. Yapmayı hedeflediği geniş kitleler tarafından izlenebilecek filmi başaran nitelikli bir sonuç çıkıyor ama acaba bu ülkede bunu alacak bir izleyici varmı, bundan emin değilim.

Aklımda kaldı; "Ben senin bildiğin kadarını unuttum" repliği. Finalde otomobil ile gerçeküstü bir uzağa gidiş gerçekleştiren karakter.

Sonuç; gayet iyi



13 haziran cumartesi izledik

http://www.imdb.com/title/tt1282139/

9 Haziran 2009 Salı

Angels & Demons (2009)

*** Religion is flawed because man is flawed ***

Konusu şöyle; CERN'deki büyük deney sırasında ortaya çıkan anti madde laboratuardan çalınır ve çalışan biliminsanlarından biri olan Vittoria Vetta'nın (Ayulet Zurer) aynı yerde yönetici olan babası öldürülür. Yüzyıllardır Vatikan'ın baskılarına karşı bilimi savunan Illuminati'nin simgelerinden birinin olay yerinde bulunmasından dolayı olayı incelemesi için Vatikan Profesör Langdon'a (Tom Hanks) başvurur. Ölen papanın halefinin seçilmesi için toplanan 4 kardinal kaçırılmıştır ve gönderilen notta her saatbaşında birinin öldürüleceği belirtilmektedir.

Ne anladım; gene bir çok satan uyarlaması ve Ron Howard. Dan Brown'un tarihi olayları, zekice komplo teorileri ile harmanlayarak oluşturduğu dünyaları anlatan Melekler ve Şeytanlar, dünyada ün kazanma sırasına göre Da Vinci Şifresinden sonra filme çekilmiş. Birkaç ekleme çıkartma dışında kitabı okuyup unutmuş birine tüm hikayeyi iki saatte görsel olarak gözden geçirme fırsatı veren bir hızlı özet var önümüzde. Ne kadar iyi çekilmiş olsa da o kadar gevezeliğe ya da altyazı okumaya bu kadar süre konsantrasyon çok kolay değil hikaye ile ilk kez karşılaşılıyorsa. Ancak bu ikinci deneme Da Vinci uyarlamasından daha başarılı geliyor izlerken, hikayenin zaman kısıtı dolayısıyla sürükleyici bir aksiyon olarak da çalışmasının payı büyük bunda. Tüm kilit rollerde sağlam bir karakter oyuncusunun yer alması gizemi son ana kadar izleyici için keyifli tutmak için iyi bir seçim. Yazarın amacı büyük çelişkileri çözümlemek değil, hem okuyucuyu ciddi biçimde bilgilendirmek, hem şaşırtarak ufkunu açmak ve bu sırada da ticari açıdan başarılı bir ciddi eğlencelik yaratmak bence ki film de tek başına olmasa da bu projenin tamamlayıcısı olarak kabul edilebilir düzeyde.

Aklımda kaldı; son kardinalin havuzdaki boğulma sahnesi.

Sonuç; idare eder.

30 mayıs günü sinemada izledik


http://www.imdb.com/title/tt0808151/

12 (2007)

**** The law comes before everything, but what's to be done if the mercy comes before the law? ****

Konusu şöyle; genç bir çeçen gencin kendisini evlat edinen babasını öldürmekle suçlandığı mahkemede karar aşaması için jüri bir spor salonuna kapatılır. Oniki kişiden sadece birinin aleyhte oy vermesi ile oybirliği sağlanana kadar sürecek uzun bir tartışma süreci başlar.


Ne anladım; Nikita Mikhalkov, kendisinin de aralarından birini canlandırdığı bir filmde en baba klasiklerden birinin yeniden çevrimine soyunuyor. Kurosawa'nın uyarlamaları gibi batı dünyasının bilindik bir hikayesinin topraklarına uyarlarken yepyeni anlamlar da katması ile gereksiz bir yeniden çevrim suçlamasına kesinlikle hedef olamayacak bir başarı. Oyunculuklar hikayenin doğası gereği, ama orijinalinden biraz daha rahatsız edecek şekilde teatral. Mekan çok daha ferah, kamera öncelikle spor salonunun her köşesinden uçarak kaçarak başlıyor. Her katılımcının bir hikayesi var ve ana olay haricinde hiçbirinin canlandırması yapılmadığı halde anlatıcının görsel olarak izole edilmesi ile çoğunun ayrı bir etkileyiciliği var. Kendisi haricindeki neredeyse tüm karakterlerin abartılı oyunculukla karikatürize edilmesine izin vermesi ve kendi siyasi görüşlerini baskın olarak kurgulaması Mikhalkov'un eksikliği. Bu kadar uzun süre almasına rağmen karakterlerin dönüşümü konusunda da ikna edici sahneler sağlamakla uğraşmaması da bir eksiklik. Gene de konusunu ve nasıl biteceğini bildiğimiz, bol konuşmalı iki buçuk saatlik bir filmi yeniden izlemek için birden çok sebep veriyor.

Aklımda kaldı; çocuğun kucağındaki köpeğin vurulduğu sahne. Salonda bir kuşun kamerayla takip edildiği sahne.

Sonuç; gayet iyi

6 haziran cumartesi izledim


http://www.imdb.com/title/tt0488478/

He's Just Not That In To You (2009)

** İlgilenmiyor işte anlasana **

Konusu şöyle; birbirine teğet geçen yaşamlara sahip dokuz karakterin kadın erkek ilişkilerinde yaşadıkları problemler.

Ne anladım; çok satan bir kitaptan yapılan uyarlama Ken Kwapis tarafından çekilmiş. Scarlet Johansson, Ben Affleck, Jennifer Aniston gibi kendi başlarına bir filmi götürebilecek 4.5 çift işinin ehli oyuncu ana karakterleri canlandırıyor. Hikayenin amacı ilişkilerde erkeklerin söylediklerinin ve davranışlarının kadınlar tarafından nasıl farklı algılanabildiğini örnekler üzerinden anlatmak, biraz işleri o kadar da karmaşıklaştırmayın genelde işler göründüğü gibidir, çok seyrek istisnalar ortaya çıkar demek. Yıllardır bir arada olan ama erkeğin evlenmeye yanaşmaması yüzünden ayrılma noktasına gelen çift ve uzun süren bir evliliğin ardından kopmak üzere olan evliliğin hikayeleri iki çatı demirini oluşturuyor hikayenin. Gigi'nin hikayesinin merkezde olduğu hissini bir türlü verememesine rağmen bu iki hikaye ile bir yol oluşturabiliyor en azından. Aralarda fikir cümleleriyle bölümlere ayrılmış bir yapı kurulmaya çalışılmış gibi ama senaryo karakterleri sadece söylemek istedikleri için gerektiğinde konuşturacak figürler olarak kullandığından hepsi birleştirip bir bütün oluşturmuyor.

Aklımda kaldı; Ben'in markette karısına başkasıyla yattığını söylediği sahnede, öncesinde niyetiyle ilgili hiç bir anlatım yapılmamasına rağmen asıl beklentisinin karısının öfkelenip kendisini terk etmesi olduğunu söze dökülmeden anlıyoruz. Finalde tüm olanlardan sonra Neil'in evlilik teklif etmesi en mide bulandırıcı vasatlığı filmin. Barrymore'un karakterinin tek işlevi günümüzde bir çok iletişim aracıyla bombardıman altında kalıp gerçekten iletişemediğimizi söylediği bir monolog.

Sonuç; eh işte.

8 haziran günü izledik

http://www.imdb.com/title/tt1001508/